İçeriğe geç

KURTULUŞ SAVAŞINDA ÇOCUK OLMAK…

bir çocuğun yetişeceği en zor ortamda yaşadılar onlar çocukluklarını…

pek çok yokluk, yoksulluk içinde.

kiminin babası, abisi, hatta annesi cephedeydi.
çoğu şehit düştü, gazi oldu.

ama çocuklar da bu vatanın kurtuluşunda en az büyükleri kadar emek verdiler…

kazım karabekir paşa
ülke işgal edilmiş, doğu cephesinde elde kalan son birlikler onun komutası altında.
milli mücadele başlıyor.

kazım paşa tüm bunlarla uğraşırken bir ordu oluşturuyor.
gürbüz çocuklar ordusu

elindeki kısıtlı imkanlara rağmen, erzurum ve havalisindeki öksüz, yetim çocuklara sahip çıkıyor, kol kanat geriyor.
asker yok.
ama vatanın öksüz ve yetim evlatları çok.

çocuklar karabekir’e diyor ki;
“paşam, babalarımız, abilerimiz, amcalarımız yoksa, biz ne güne duruyoruz?”

paşa ağlıyor.
hıçkıra hıçkıra ağlıyor.
kol kanat gerdiği, üzerine titrediği evlatlarıyla gurur duyuyor.

ve onları da askere alıyor, orduya kaydediyor.
cephe gerisinde her an tetikte, ihtiyaç hasıl olması durumunda vatan savunmasına hazır onlarca aslan parçasından çakı gibi müfrezeler bina ediyor.

hatta bir kısmını da bir müfreze halinde ankara’ya götürüyor kazım paşa.
işte kazım paşa’nın ankara’yı savunmak için götürdüğü gürbüzler ordusu müfrezesi;


maraş

işgale direnen “kahraman” şehir.
maraş’ta sütçü imam’ın yanında kimler vardı?
fındıklıoğlu ibrahimsait yalçınkısakürekzade şahapetlioğlu ahmet duranbombacı ahmetşekerci ökkeş ve çuhadar ali

hele o bombacı ahmet yok mu? o velet…
ermeni komitacıların cephaneliklerini dinamitle bir bir havaya uçururken nasıl da eğlenirdi…

bombacı ahmet 17 yaşında şehit oldu…

şekerci ökkeş ise annesinin, “henüz küçüksün, seni hemen vururlar oğlum” demesine rağmen, “yaşım küçük ama imanım büyüktür anne. şehit olacaksam, vatan ve millet uğrunda şehit olacağım. ben ölmeliyim ki düşman sizlere ilişmesin…” cevabı ile milli mücadele kahramanları arasındaki yerini almıştır.

çuhadar ali…
o da ermenilerle girdiği çatışmada 17 yaşında şehit olmuştur.


asker cemal

kuvayi milliye kuvvetleri arasında bir çocuk asker.
cemal…

asker cemal’in kumandanı onun hakkında şunları yazmıştır;
“yaşı küçük olsa da erkek gibi savaşmıştır ve hemşehrilerinin takdirini hak etmiştir. bir kez başından, bir kez de sol kalçasından olmak üzere iki kez yaralanmıştır…”


polatlı malıköy

imalat-ı harbiye tezgahları.

sakarya meydan muharebesi’nin en çetin dönemleri…

türk çocukları, yaşlarının küçüklüğüne bakmadan mermi üretiyorlar, bomba üretiyorlar.
o kadar titiz ve bir o kadar da hızlı olmalılar ki, mehmetçik düşmana karşı cephanesiz kalmasın.

onlar çocukluk yıllarında mermi ile, bomba ile oynuyorlardı.


istiklal yolu

inebolu-ankara arasında türk milleti’nin kurtuluş destanının yazıldığı yol.

o yolda bu milletin kadınları, yaşlıları, sakatları, inekleri, öküzleri bir karınca sürüsü gibi durmak, dinlenmek bilmeden günlerce, aylarca cephane taşıdılar.

tabi ki istiklal yolu’nun en önemli unsurlarından biri çocuklardı.
binlerce çocuk istiklal yolunda vatana katkıda bulundu.

kimisi henüz bebekti;

onlar hiç durmadılar, hep yürüdüler.
çünkü kemal’in askerleri mermi beklerdi…
———————————-

avanoslu ekrem;

1910 doğumluydu ekrem.
avanoslu aydınoğlu ekrem.

dumlupınar’da zafer kazanılmadan hemen önce şehit düştüğünde henüz 12 yaşındaydı…


ruhları şad olsun…
———————————-

daha pek çok örnekler verilebilir.

bugün 23 nisan’da çocuk olanlara, genç olanlara denilecek tek şey var.

sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı…”

TÜRKİYE’DEN VANDALİZM ÖRNEKLERİ…

Vandalizm; cahil birey ve toplumların bilmeden, ya da zevk için topluma mal olmuş değerlere, sanat eserlerine, tarihi eserlere, kültürel olgulara zarar vermesidir.

Tarihte amaçsız bir şekilde bunları yapan bir Cermen kavmi olan Vandalların yaptıklarından dolayı bu tip davranışlara bu isim verilmiştir.

Ülkemizde ne yazık ki Vandalizm örnekleri son yıllarda bariz bir şekilde arttı. Ortaya iç acıtan, yürek burkan görüntüler çıkıyor, ülkemizin her yerinden vandalizm örneği olan haberler geliyor. Burada bunların bir kısmını derlemeye çalışacağım…

1-)Kılıçarslan Türbesine yazı yazan vandallar:

Aksaray’da bulunan ii. Kılıçarslan türbesi ve yapılan vandalizm.

2-)Amasra Kalesinin duvarlarına sprey boya ile yazılan yazılar;

amasra kalesinin duvarındaki sprey boya yazısı

3-)Kocaeli’de dinamitle patlatılan 2300 yıllık kubbeli mezar;

Kocaeli’de bulunan mö 4. yy’a ait olan bir kubbeli mezar önce vandallar tarafından dinamitle patlatılmış, sonra da üzerinden dozer ile geçilerek dümdüz edilmiş.

2300 yıllık mezarı dinamitle patlatmak

4-)8000 Yıllık Latmos kaya resimleri üzerine yazı yazmak;

Bafa Gölü yakınlarında bulunan Latmos’taki tarihi kaya resimlerinin üzerlerine sprey boya ile yazılar yazılmış. Üstelik bu vandalizmi yapanlar kendilerini “doğa gezginleri” olarak tanımlıyorlar.

8000 yıllık kaya resimlerine sprey boya ile yazmak

5-)Adıyaman’da kırılan 2000 yıllık aslan heykeli;

Adıyaman’ın Kahta ilçesindeki Kommagene krallığı’ndan kalan Karakuş tümülüsü’nde bulunan 2 bin yıllık aslan heykelinin uğradığı saldırı.

6-)Fethiye’de Vandallar tarafından kırılan Güneş Saati;

7-)Rumeli Feneri Kalesi’ne aşklarını yazan gençler;

Rumeli Feneri’nde bulunan tarihi kaleye sprey boya ile aşklarını kazıyan Seda ve Onur isimli vandalların yaptığı.

😎10.000 Yıllık anıt taşa yazılan Devrimci-Sol yazısı;

10 bin yıllık anıt taşa devrimci sol yazmak

9-)2200 Yıllık kaya mezarına yazılan yazılar;

Çorum, Osmancık’ta bulunan Kapılıkaya Anıt Mezarına yapılan vahşi saldırı.

10-Define için patlatılan 4000 Yıllık anıt;

Kırşehir’de bulunan Hitit dönemine ait Mö 2000 yılından kalma kaya anıtı, defineciler tarafından dinamitle patlatıldı.

11-Yine define için patlatılan 2500 yıllık anıt;

Bartın-Amasra’da bulunan Kuşlukaya yol anıtı da defineciler tarafından dinamit patlatılmak suretiyle tahrip edilmiş.

12-)Dinamitle patlatılan Hasankeyf harabeleri;

12.000 yıldır insanlık tarihine ışık tutan Hasankeyf’teki harabe mağaralar da dinamitlerden nasibini alıyor.

hasankeyfteki antik harabeleri dinamitle patlatmak

13-)Hilti ile kırılan ecdada ait mezar taşları;

İstanbul-Üsküdar’da bulunan Şeyh Devati camii ve türbesine güya restorasyon yapılıyor.

ecdadının mezar taşlarını hilti ile kıran torun

14-)Zıplayarak Fotoğraf çekilenler yüzünden çoken tarihi kubbe;

Eminönü-Mercan’daki Büyük Valide han’ın kubbesi zıplayarak fotoğraf çekilip sosyal medyada paylaşan vandallar tarafından nihayet çökertildi.

15-)12.000 Yıllık Mağaranın duvarlarına yazılan yazılar;

Marmaris, Cennet adası(nimera adası)nda bulunan paleolitik cağ ve tunç çağından kalıntılar bulunan nimara mağarasının başına gelen vandalizm örneği.

16-Kamyon geçebilsin diye yıkılan külliye duvarı;

Bursa-Yenişehir’de bulunan Sinan Paşa Külliyesinin duvarı böyle yıkılmış. Napsınlar, kamyon geçecek, kamyon önemli.

tarihine sahip çıkmayan osmanlı torunları

17-Emir Sultan Camii’nde kırılan mezar taşları;

18-Tunceli-Çemişgezek’teki tarihi hamamın içler acısı hali;

 

 

PLİSKA PUSULASI ve KAYI TAMGASI…

Pliska pusulası, Bulgar Türklerine ait, takribi 1200-1300 yıllık bir Türk mirasıdır.

pliska pusulası;

Pusula üzerinde Türklere ait yönleri gösteren tamgalar yer alıyor.
Hem ara, hem ana yönler gösterilmiş.

pliska bugün Bulgaristan’da bulunan bir antik şehirdir.
Bu şehir birinci bulgar imparatorluğu‘nun ilk başkentidir.

Bu şehri tarihte pliska muharebelerinden hatırlıyoruz.

Pliska muharebeleri bulgar türkleri‘nin balkanları yurt edinmesinden rahatsız olan Bizans imparatorunun büyük bir ordu ile Bulgaristan üzerine sefere çıkmasıyla başlıyor.

İmparator Nikiforos, Bulgar Türklerinin başkenti Pliska’yı ele geçirip yağmalatıyor, kurum han(krum han) önderliğindeki Bulgarlar geri çekiliyor ve toparlanıyor, İmparator Nikiforos Bulgarları geldikleri yöne sürmek amacıyla üzerlerine gidiyor, lakin Varbitsa geçidinde Bulgarlar tarafından ağır bir yenilgiye uğratılıyor.
Bu muharebelerin sonunda Bizans ordusu tamamen yok oluyor ve imparator Nikiforos öldürülerek kafatasından şarap kadehi yapılıp gümüşle kaplanıyor ve Kurum Han imparatorun kafatasından şarap içerek bu zaferi kutluyor…

Aşağıdaki görselde Bulgar Türkleri’nin büyük hanı Kurum Han elinde İmparator Nikiforos’un kafatası ile resmedilmiş;

 

 

Atatürk’ün Sosyal Fabrika Projesi; NAZİLLİ BASMA FABRİKASI…

Atatürk’ün bu memleketin başına gelmiş en güzel şey olduğunun ispatı olan projedir Sosyal Fabrika Projesi ve bu kapsamda faaliyete geçirilen Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası…

Ulu Önder’in en beğendiğim ve en anlamlı söylemlerinden biri de şudur;
“her fabrika bir kaledir…”

Ne kadar sade, ama ne kadar anlamlı bir söz.

Her fabrika bir kaledir.
Yani bir fabrika içi sadece makinelerle, techizatla, işçilerle dolu bir bina, bir mekan değildir, o binanın da ötesidir.

İşte Atatürk’ün bu söylemi doğrultusunda günümüzden 80 yıl önce kale gibi fabrikalarla başlıyordu sosyal fabrika projesi.
Sosyal fabrika projesinin ilk ve en güzel örneği, 1937’de Atatürk tarafından açılan nazilli sümerbank basma fabrikası’dır.

Atatürk’ün kafasındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekan değil, aynı zamanda “ar-ge” çalışmalarının yapıldığı bir laboratuar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”, bir kampustur.

Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkândan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. ama bu projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.

Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır.
Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet montör ve mühendisi istihdam etmiştir.

Nazilli Sümerbank basma fabrikası, sosyalist ülkeler de dâhil, dünyada görülmemiş bir “sosyal” niteliğe sahiptir.
evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı başarmışlardır.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikasının bazı özellikleri;

•Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir.
1930’ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.

•Fabrikada sinema salonu vardır.
1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılmıştır. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösterilmiştir.

•Fabrika halkevi kurmuştur.
Fabrika “sümer halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır.

•Fabrikanın korosu vardır.
Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu oluşturulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır.
Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu koro, işçilerin Beethoven dinlemelerini sağlamıştır.
Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano vardır.

•Fabrikanın hamamı vardır.
Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam, hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir.

•Fabrikanın ressamları vardır.
Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık arttırmalarda satılmıştır.
Resim heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.

•Fabrikanın spor kulübü vardır.
Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli sümer spor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir.
Fabrika bünyesindeki Sümer spor futbol sahası Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol sahalarından biridir.

•Fabrika halka bedava basma dağıtmıştır.
Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank basma fabrikası, altı ayda bir halka “ıskarta basma” dağıtmıştır.

•Fabrikada işçiler için bir okuma yazma kursu vardır.

•Fabrikanın işçi radyosu vardır, işçi çocukları için kreşi vardır.

•Fabrika işçileri için uygun kalabilecekleri lojmanlar, ayrıca bekar işçiler için “bekar işçi pansiyonları” vardır.

•Fabrikada, lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan mini treni vardır.

•Fabrikanın elektrik ve su santralleri vardır.
Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de nazilli kentinin elektrik ihtiyacını kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle sağlamıştır. dört kazan ve üç türbinli olan bu santral, 2500 kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için bir de su santrali vardır.

Evet, hiç şüphesiz ki bunların tamamı vizyon sahibi bir liderin düşüncelerini hayata geçirmesinden ibaretti.
ve Atatürk, Büyük Türk Milleti ile Nazilli’de bunları başardı.

O fabrika yıllar boyu tıkır tıkır işledi, binlerce kişiye sadece ekmek kapısı değil, umut ve yaşam oldu.

Sadece Nazilli basma fabrikası değil,

■Gemlik Suniipek Fabrikası.

■Bursa Merinos Fabrikası.

■İzmit Kağıt Fabrikası(seka)

■Ereğli Bez Fabrikası.

■Alpullu Şeker Fabrikası.

■Uşak Şeker Fabrikası.

■MKE Kırıkkale Fabrikası.

■Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası.

■Ankara Çimento Fabrikası.

■Eskişehir Şeker Fabrikası.

■Turhal Şeker Fabrikası.

■İzmit, Paşabahçe şişe ve cam fabrikası.

■Kayseri Bez Fabrikası.

■Keçiborlu Kükürt Fabrikası.

■Sivas Çimento Fabrikası.

■Karabük Demir Çelik Fabrikası.

Gibi dev fabrikalar da Atatürk döneminde planlanmış, imalata geçmiş ve bu ülkenin hem maddi, hem manevi birer servetleri olmuşlardır.

İşte yukarıdaki tüm bu fabrikalar, sadece birer beton ve makine yığını tesisler bütünü değil, aynı zamanda birer “sosyal fabrika”ydı.

Ve Atatürk’ün de dediği gibi, “her fabrika bir kaleydi

Şimdi malesef o kalelerin tamamı yıkıldı, satıldı, başka ellere geçti.
Ne sosyallik kaldı, ne de fabrika.

 

 

İzmir Fatihi Yüzbaşı Şerafettin Bey ve ÜÇÜNCÜ KILIÇ

Milli mücadele’nin dönüm noktası olan Sakarya Meydan Muharebesi kazanılmış, Türk Milleti’nin morali yerine gelmişti.

Sadece Türk Milleti’nin mi?

Tüm Türk ve İslam Coğrafyası coşkuluydu bu zafer sonrasında.

Artık Türklerin 1699’dan beri süregelen geri çekilmesi son bulmuş, düşman Polatlı’da durdurulmuş hatta fevkalade yıpratılmıştı. Artık herkes bir taarruz bekliyor ve istiyordu.

İşte Ocak 1922’de ta Buhara’dan bir heyet geldi Ankara’ya. Hem zaferin coşkusunu paylaştılar, hem de taarruz için moral ve destek verdiler.

Heyet Buhara’dan boş gelmemişti. Yanlarında Buhara Halkı adına 3 değerli kılıç getirmişlerdi.

Kılıçlardan biri Başkomutan Mustafa Kemal’e verildi, 2. Kılıç İsmet Paşa’ya takdim edildi. Peki ya 3. Kılıç? 3. kılıç kimin içindi?

Buhara Heyeti’nin temsilcisi bu 3. kılıcın İzmir’e ilk girecek komutana verilmesini rica etti Mustafa Kemal’den.

Evet bu da gösteriyor ki İzmir ve İzmir’in kurtarılması o dönem için hem Türk, hem İslam dünyası için bir “Kızıl Elma” idi. Mustafa Kemal seve seve kabul etti bu teklifi.

26 Ağustos Sabahı taarruza başlamak üzre olan her askerin, her komutanın rüyalarını süslüyordu bu kılıç.

Ve işte 26 Ağustos sabahı Kocatepe’den Afyon’a, oradan Dumlupınar’a, Uşak’a ve nihayetinde İzmir’e doğru başlayan bu Büyük Taarruz’un sonunda 9 Eylül 1922’de ilk Türk Süvarileri İzmir’e girmeye başladı. Bu ilk süvari birliklerimizin başında da Fahrettin Altay Paşa’nın gözbebeği, akıncı Yüzbaşı Şerafettin Bey vardı. Daha sonra “İzmir” soyismini alıp İzmir Kızıl Elmasını ömrü ile bağdaştıran Şerafettin Bey, aynı zamanda İzmir Hükümet Konağı’na çıkıp Yunan Bayrağını indirip yerine şanlı Al Bayrağımızı diken komutanımızdır.

Ve savaşın bitimi, İzmir’in kurtulması ile birlikte işte bu Buhara’dan gelen 3. Kılıç Yüzbaşı Şerafettin Bey’e verildi. Şerafettin Bey bir ömür boyu bu kutlu armağanı bir şeref göstergesi olarak yanından ayrılmadı, ona sahip çıktı son nefesini verene kadar.

Ammavelakin Şerafettin Bey’in vefatından sonra kılıç eşi tarafından müzeye verilmek üzre İstanbul Valiliğine teslim edildi, daha sonra da kayboldu. Kılıç hiçbir zaman müzeye verilmedi, müzeye konulmadı.

 

SEVR’i İMZALAYAN HEYET

Sevr Antlaşmasını imzalamak için görevlendirilen Osmanlı Heyeti.
Soldan 2. sıradaki fesli olan Hain Damat Ferit.
Damat Ferit’in sağındaki isim Rıza Tevfik, Solundaki isimler ise, Maarif Nazırı Mehmet Hadi Paşa, diğeri ise Bern Konsolosu Reşat Halis Bey.
Heyetin içinde bulunduğu gemi ise İtilaf devletlerine ait bir savaş gemisi.
Düşman gemisi ile barış antlaşması imzalamaya gitmeyi kime nasıl açıklayabilirsiniz ki?
O antlaşma nasıl bir barış antlaşması olabilir?

VAHDETTİN’in SATTIĞI ve KİRAYA VERDİĞİ CAMİLER

Chp’ye ve Cumhuriyet Türkiyesine mal edilmeye, yamanmaya çalışılan ibadet yerleridir.

Evet, hain olduğu kadar işbirlikçi bir padişah olan, bu yüzden de müslüman dünyasında hiç de itibar görmeyen, iplenmeyen bir halife olan Vahdettin’in bu vatana ettiği ihanetlerden biri de İstanbul’daki bazı camileri satması ve/veya kiraya vermesidir.

Vahdettin’in sattığı camiler şunlardır;

taksim mehmetçik camii;
vahdettin’den önceki dönemde fransızlara satılan taksim kışlasının içinde kalan bu cami o dönem satış işleminden muaf tutulmuştu. lakin vahdettin döneminde kışlanın içindeki bu cami de fransız istanbul emlak şirket-i osmaniyesi adlı şirkete 7000 lira bedelle satılmıştır.

ayasofya camisi mahzeni.

mustafa ağa camii 1300 lira bedelle harunaçi efendi’ye satılmıştır.

zeynep sultan camii; sultan mahmud türbesinin karşısında bulunan cami satılmıştır. bugün büfe olarak işletilmektedir.

sultan mahmud türbesinin yakınındaki bir cami daha satılmış, burası yıkılarak depo yapılmıştır.

kiraya verilen camiler;

•üsküdar’daki tahir efendi camisi depo olarak kullanılmak üzere amerikalılara kiraya verildi.

bereketzade camisi; rum bir tüccara kiralanmıştır.

beyoğlu hüseyin ağa camii;
beyoğlu’nda bulunan bu cami de önce satılmak istenmiş, ama gelen tepkiler nedeniyle satışından vazgeçilip kiraya verilmiştir.
camiyi kiralayan şirket cami bahçesindeki araziye apartman yapmak istemiş, ama kurtuluş savaşı kazanılınca kira sözleşmesi iptal edilip buna izin verilmemiş, cami ve arazisi atatürk’ün talimatıyla vakıflar müdürlüğüne devredilmiştir.
tamiratın ardından da caminin hemen önüne şu yazı yazılmıştır;

bunlar dışında vahdettin tarafından satılan ve kiraya verilen medreseler, mezarlıklar, imaret ve hamamlar da vardır.
bunlardan bazıları şunlardır;

•laleli’de sultan mustafa han medresesi önce satılmış, sonra yıkılmış ve yerine laleli apartmanları yapılmıştır.

•üsküdar’daki acıbadem dergâhı yıkılıp yerine yabancı bir şirket tarafındantramvay fabrikası yapılmıştır.

•bahçekapı’daki hamidiye medresesi kiraya verilmiştir.

•eyüpsultan’daki mihrişah imareti ardiye olmak üzere kiraya verilmiştir.

•kasımpaşa-beyoğlu müslüman mezarlığı satıldı.

•taksim’deki ermeni mezarlığı general harrington’a tahsis edilmiş, general de buraya futbol sahası yaptırmıştır.

evet, işte iktidarları döneminde sayısız cami yıktıran ama yine de utanmadan “chp döneminde camileri ahır yaptılar
diyen akp’lilerin vahdettin sevgisinin nedenlerinden biri…
cami düşmanlığı bunların ortak noktalarıymış demek ki.

 

SALTANAT ŞURASI

Siz hiç “Saltanat Şurası” diye bir şey duydunuz mu?
Saltanat Şurası; Hain Vahdettin ve ondan daha fazla hain olan Damat Fer-İT’in Türk Yurdunu işgal planı olan Sevr Antlaşmasını onaylatmak için nazırlar, paşalar ve bürokratları bir araya getirerek yaptıkları toplantıdır.

Damat Fer-İT, Vahdettin’i adeta bir kukla gibi oynatarak saltanat şurasını yönetmiş ve bir oldu bittiye getirerek hile ve desise ile Sevr Antlaşmasını şura üyelerine kabul ettirmiştir.

O toplantıda olanlar içinde bir tek Topçu Feriki Ali Rıza Paşa itiraz ederek olumsuz oy kullanmış ve bunun “VATANA İHANET” olduğunu söylemiştir.

Topçu Feriki Ali Rıza Paşa’nın ömrü Milli Mücadeleye katılmaya vefa etmemiş bir süre sonra hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Ali Rıza Paşa’nın ölümü sonrası Mustafa Kemal, Ali Rıza Paşa’nın
oğlu Fazıl Rıza Bey(Atabek)’e gönderdiği telgrafta şunları yazmıştır;

“vatanımız, babanızın umduğu gibi inşallah kurtulur da hepimiz halâs buluruz. taziyetler, gözlerinizden öperim.� (Mustafa Kemal).”

İşte Mustafa Kemal’in telgfrafında da temenni ettiği gibi Vatan milletin azmi ve mücadelesi ile kurtulmuş, Ali Rıza Paşa’nın ruhu da Halas’ın huzuru ile şad olmuştur.

Bizler Damat Ferit’lerin, Vahdettin’lerin, Ali Kemal’lerin, Said Molla’ların, Dürrizade Abdullahların değil, Mustafa Kemal’lerin, Topçu Feriki Ali Rıza Paşa’ların, Mareşal Fevzi Çakmak’ların, Reşat Çiğiltepe’lerin, Topal Osman’ların evlatlarıyız.

Bizler Sevr köpekliğinin değil, Lozan asaletinin yansımasıyız…

BERÇ KERESTECİYAN TÜRKER

Atatürk’ün Bandırma vapuru ile Samsun’a hareketinden hemen önce Berç Keresteciyan adlı Ermeni, Mustafa Kemal’in avukatı olan Sadettin Ferit Bey’e şu uyarıyı yapıyordu;

“Siz, Paşa Hazretleri’nin hem avukatı, hem zannederim yakın dostusunuz. Paşa hazretlerinin bindiği vapur Boğaz dışında bir İngiliz torpidosu tarafından batırılacak. İkaz ediyorum. Lütfen Paşa Hazretleri’ne iletiniz, kıyıdan gidiniz…”

Bu değerli istihbarat sayesinde 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Samsun’a hareket eden Bandırma vapuru sahili takip ederek Samsun’a ulaşıyor ve Milli Mücadelemiz fiilen başlıyordu…

Filhakika Berç Keresteciyan Kurtuluş Savaşımızın en yoğun dönemlerinde de iş başındaydı.
O’nun İstanbul’dan temin ettiği ilaçlar, tıbbi malzemeler takalar ile İnebolu’ya oradan da cephe hastanelerine taşınıyordu.
Berç Keresteciyan İstanbul’dan İnebolu’ya müthiş bir sevkiyat organizasyonuna imza atan KARAKOL ÖRGÜTÜ’nün vatanperver bir mensubuydu…

İşte Türk Kurtuluş Savaşına yapmış olduğu bu muazzam katkılar dolayısıyla kendisine bizzat Atatürk tarafından “TÜRKER” soyadı verilmiştir.

Ruhu Şad, Mekanı Cennet Olsun…

DÜNYA ATATÜRK YILI-1981

1978 Yılında toplanan Unesco Paris Konferansında alınan karar ile 1981 yılı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e ithaf edilmiş, 1981 yılında yapılacak tüm etkinliklerde Atatürk’ün yad edilmesi ve onun fikirlerinin benimsenmesi ve tartışılması karara bağlanmıştır.
Aşağıdaki belge 1978 Unesco Paris Konferansı kitapçığının 69. sayfasında bulunan konu ile ilgili maddeleri içeren belgedir.
Paris Konferansının tam metni için Unesco’nun resmi dökümanlarına şuradan ulaşabilirsiniz;

114032e.pdf erişimi için tıklayın

İSTANBUL’DAKİ DİKİLİTAŞLAR…

`Theodosius Dikilitaşı`;

`örme dikilitaş`;

`yılanlı sütun`;

`çemberlitaş`;

`kıztaşı`;

`gotlar sütunu`;

bunlardan başka bilinen ama günümüzde yerinde olmayan `Jüstinyen Sütunu`, `avrat taşı` olarak bilinen `Arkadios Sütunu` gibi dikilitaşlar da vardır.

tabi bunların dışında bir de osmanlı döneminden kalan `nişan taşları` vardır.
nişan taşları, padişahların ve önemli devlet adamlarının nişan ve atıcılıktaki başarılarını ölümsüzleştirmek üzre dikilmiş taşlardır.
hatta bu taşlar istanbul’un bir semtine de adını vermiştir.

nişantaşı’nda biri 3. selim’e, diğeri 2. mahmut’a ait olan 2 dikilitaş vardır, semtin adının kaynağı da bu taşlardır.

sultan 3. selim nişan taşı;

2. mahmut nişan taşı;

istanbul’da hem 3. selim’in, hem de 2. mahmut’un adına birkaç farklı nişan taşı bulunur.

topkapı sarayı’nın denize doğru alt kısmında bulunan “lahana ve bamya” taşları da bunlardan ikisidir.

buradaki “lahana taşı” sultan 3. selim’in bir yumurtayı 400 adım mesafeden vurması anısına dikilmiştir.

keza aynalıkavak’taki dikilitaş da 3. selim’in bir başarısının izlerini taşır;

yine nişantaşı’nda bulunan abdülmecid nişan taşı da günümüzde gayet sağlam durmaktadır;

beşiktaş-dikilitaş’taki sultan 2. mahmut nişan taşı;

`tozkoparan iskender` nişan taşı;

anadolu yakasında, acıbadem semtinde de `doğancı dikilitaşı` bulunur.

PAYİTAHT ABDÜLHAMİD DİZİSİNDEKİ TARİHİ HATALAR…

payitaht-abdulhamid-dizi

Payitaht Abdülhamid dizisi nihayet başladı.

Fakat dizi 1896 yılı itibariyle süregeliyor. 1896 Yani Sultan Abdülhamid’in tahta geçişinin 20. yılı. Dizideki zaman diliminden evvelki 20 sene zarfında meydana gelen olaylardan hiç bahsedilmedi. Belki ilerleyen bölümlerde flashbackler yapılıp geçmiş dönemin olaylarına yer verilir. Şimdilik bilemiyoruz. Ama 93 Harbi ile başlayan, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Teselya, Somali ve Habeşistan’ı kaybettiğimiz felaketler zincirine yer verilir mi? Sanmıyorum…

Keza Duyun’u Umumiye idaresi’nin kurulması ve Osmanlı’nın gelirlerinin bu idareye devri de dizinin işlendiği tarihten önce. Yani anladığımız kadarıyla bu olaylara dizide şahit olamayacağız…

Dizide gördüğümüz ilk bariz hata Abdülhamid Han ve ailesi.

Dizide Abdülhamid Han’ın bir eşini ve iki çocuğunu görüyoruz. Oysa dizinin geçtiği zaman diliminde bu eş ve çocuklar dışında sarayda yaşayan pek çok eş ve çocuğu daha vardır Abdülhamid Han’ın.

Örneğin; Bedrifelek Kadınefendi…
Evet, dizideki zaman diliminde Bedrifelek Kadınefendi’de padişahın eşlerindendir. Şehzade Mehmet Selim Efendi, Şehzade Ahmed Nuri Efendi ve Zekiye Sultan’ın valideleridir.
Üstelik sarayın “Baş Kadınefendi”sidir.
Bu durumda, Bedreifelek Hanım dururken Bidar Sultan’ın esamesi bile okunmaz.

Bunun dışında Safinaz Nur Efzun Kadınefendi de vardır sarayda.
Kendisi Abdülhamid’in eşidir. Safinaz Hanım da İkinci Kadınefendi’dir.

Ayrıca Şehzade Burhanettin Efendi de saraydadır. Onun da annesi Fatma Naz Hanımefendi’dir. Ama onlar da dizide yoktur.

Dizinin geçtiği zaman diliminde henüz bebek olan Şehzade Abdürrahim de yoktur dizide.
Oysa ki ailesine bağlı bir baba profili olarak dizide yer alan 2. Abdülhamid’in henüz bebek olan şehzadesine düşkünlüğü de gösterilebilirdi pekala.

Dizide göze çarpan bir diğer ayrıntı, devrik padişah V.Murat’ın Çırağan Sarayı’ndaki yaşamı. Dizide V. Murat Çırağan Sarayı’nda kızları ile yaşıyor, ama kimse ile konuşmuyor, akıl sağlığını yitirmiş bir halde gösteriliyor. Evet V. Murat, Çırağan Sarayı’na kapatıldığı ilk dönemlerde akıl sağlığını kaybetmişti, lakin zamanla düzeldi ve dizinin geçtiği tarihten çok önce sağlığına kavuştu hatta kızları ile birlikte besteler yapmaya başladı…

Dizide Abdülhamid’in İngiltere Kraliyet sarayına yerleştirdiği bir ajanı var. Ajan, Sultan’a istihbarat brifingi veriyor. Ama burada bariz bir hata mevcut.

Ajanımız brifingde harita üzerinde Osmanlı’ya dair İngiliz emellerini gösteriyor.
Buna göre gelecekte Kıbrıs’ta İngiliz hakimiyeti, İngiliz planlarında yer almakta.
Tabi bu konuşma 1896 yılında yapılıyor.
Oysa Kıbrıs’a İngiliz bayrağı tam 18 sene önce yani 1878’de çekilmiş bile.

Abdülhamid han israfa, müsrifliğe karşı bir portre çiziyor. Kahvaltı sofrasındaki zenginlikten rahatsızlık duyuyor ve sofranın fazla kalabalık olduğunu söyleyip kızıyor.

Oysa ki aynı zaman diliminde kendisi bizzat devlet hazinesinden yeğeni Hatice Sultan için saray yaptırıyor. Devlet hazinesi tabi Duyun-u Umumiye’nin kontrolünde ve yeğenine yaptırdığı saray da dış borçtan gelen parayla yapılıyor…

Bir de zikir sahnesi var…Abdülhamid zikre bizzat iştirak ediyor.

Evet Abdülhamid Han iyi bir mümin, iyi bir müslümandı. Ama ondan evvel Türkçü ve Turancı biriydi. Üstelik bu tip tarikatlara, dergahlara da prim vermeyen biriydi. Böyle birinin zikre dahil olması Abdülhamid Han’ın yaşantısı ve kişiliğine uyuşmuyor.

Ama bu saçma zikir olayı bu tip dizilerde adeta bir “ürün yerleştirme” gibi. Diriliş Ertuğrul’da bile zikir sahnelerine şahit olduk nitekim.

Bir de teknik bir hata mevcut. Dizide Abdülhamid Han’ın eniştesi Damat Mahmut Celalettin Paşa, Hicaz demiryolu’nun İstanbul’dan Medine-Mekke’ye 1300 km uzunluğunda olduğunu söylüyor, burada bir mesafe hatası var tabi. Hicaz demiryolu’nun 1300 km uzunluğu doğrudur, ama bu mesafe sadece Suriye-Ürdün ve Suudi Arabistan topraklarında kalan uzunluktur. Halep-İstanbul arasındaki mesafe Hicaz Demiryolu’na dahil değildir.

Bütün bunlara rağmen dizi, kurgu ve işleyiş olarak gayet güzeldir ilk bölüm itibariyle. Tabi ki hatalar olacak. Sonuçta bir belgesel değil, dizi yapılıyor. O kadarını da maruz görmek lazım, yeter ki maksatlı ve propagandaya dönük olmasın…

PAYİTAHT ABDÜLHAMİD…

payitaht

Payitaht Abdülhamid dizisi başlıyor. Hayırlı olsun.

Henüz başlamamışken dizi ile ilgili birtakım sorularım olacak.

1-Acaba dizide Duyun-u Umumiye’ye ülkeyi nasıl teslim ettikleri gösterilecek mi?

2-Payitaht Abdülhamid dizisinde 2.Abdülhamid’in “Latin alfabesine geçmek istediği” ve bununla ilgili çalışmaları gösterilecek mi?

3-Payitaht Abdülhamid dizisinde ilk Türkçe Ezan’ın Abdülhamid’in onayı ile okutulduğundan bahsedilecek mi?

4-Payitaht Abdülhamid dizisinde Abdülhamid Han’ı canlandıran oyuncu, gerçek Abdülhamid’in yaptığı gibi ROM içecek mi?

5-Payitaht Abdülhamid’te dünyanın ilk denizaltılarının ve savaş gemilerimizin darbe yaparlar korkusuyla haliç’te çürütüldüğü gösterilecek mi?

6-Payitaht Abdülhamid dizisinde Said’i Nursi adlı meczubun bizzat Abdülhamid Han tarafından akıl hastanesine gönderilmesi gösterilecek mi?

7-Payitaht Abdülhamid dizisinde 1492’den beri Yahudilerin en çok toprak satın aldıkları dönemin Abdülhamid Han dönemi olduğu belirtilecek mi?

8-Payitaht Abdülhamid dizisinde Mehter Marşı falan olacak mı? Mehteran o dönem yasaktı o bakımdan…

9-Payitaht Abdülhamid dizisinde Yeşilköy’e Rus Anıtı yapılması ve Rus Anıtı’nın yapımına karşı çıkan bir gencin katledilmesi gösterilecek mi?

10-Payitaht Abdülhamid dizisinde Efelerin neden dağa çıktıkları konusu işlenecek mi? Efeler neye isyan edip dağa çıktılar?

11-Payitaht Abdülhamid dizisinde Mısır, Kıbrıs, Girit, Sudan, Tunus, Bulgaristan, Bosna ve Teselya’nın kaybedildiği de gösterilecek mi?

12-Payitaht Abdülhamid dizisinde DARWİNİZM’in okullarda felsefe derslerinde okutulduğu da işlenecek mi?

Evet, bu soruların cevabını merakla bekliyorum.
bakalım görelim Abdülhamid dönemi nasıl yansıyacak ekranlarımıza…

OSMANLI DÖNEMİ POSTA PULLARI…

Osmanlı döneminde basılan ve tedavülde olduğu dönemin durumuna, olaylarına ve devlet politikasına ışık tutan pullardır.

hamidiye zırhlısı;

hamidiye
cepheye giderken ailesine veda eden asker;

şirket-i hayriye pulu;

sultan mehmet reşat;
resat

Edirne-selimiye camii;

osmanlı fiskal pulu;

hilal-i ahmer cemiyeti pulu;

kız kulesi;

rumeli hisarı;

alman çeşmesi;

süleymaniye camii;

20. yy başı osmanlı pulu;

ortaköy camii;

savaş dönemi posta pulu-1915;

2. abdülhamid tuğralı osmanlı pulu;

beyazıt meydanı;

çemberlitaş;

boğaz manzarası;

kağıthane;

osmanlı hilali(1888)

osmanlı hilali(1894)

osmanlı gelir idaresi pulu;

çanakkale;

merkez postane;

theodosius dikilitaşı;

fenerbahçe burnu ve feneri;

izmir limanı;

KURTULUŞ SAVAŞI KONULU ROMANLAR…

Dünyanın en haklı ve en farklı harplerinden olan ulusal kurtuluş savaşımızı konu alan romanlardır.

Her Türk vatandaşının bunların tamamını, ya da bir kısmını muhakkak okuması gerekir, bu romanların en önemlilerini liste halinde derledik.

Bunlardan bazıları;

• halide edip adıvar-ateşten gömlek.

• tarık buğra-küçük ağa.

kucuk-aga

• Turgut Özakman-Şu Çılgın Türkler.

su-cilgin

• turgut özakman-cumhuriyet; türk mucizesi.

• yakup kadri karaosmanoğlu-yaban.

• Yakup Kadri Karaosmanoğlu- Sodom ve Gomore.

• mehmet rauf-halas.

halas

• Kemal Tahir-Esir Şehrin İnsanları.

• kemal tahir-Yorgun Savaşçı.

• hıfzı topuz-çamlıca’nın üç gülü.

• rıfat ılgaz-halime kaptan.

• ilhan tarus-var olmak.

• ilhan tarus-vatan tutkusu.

• halide edip adıvar-vurun kahpeye.

• samim kocagöz-kalpaklılar.

• samim kocagöz-Doludizgin.

• Hasan İzzettin Dinamo-Kutsal İsyan.

• Ahmet Hamdi Tanpınar-Sahnenin Dışındakiler.

• Talip Apaydın-Toz Duman İçinde.

• talip apaydın-vatan dediler.

• ilhan selçuk-Yüzbaşı Selahattin’in Romanı.

• Attila İlhan-Allahın Süngüleri: Reis Paşa.

• atilla ilhan-sırtlan payı.

 

• ayşe kulin-veda.

 

AVRASYA TÜNELİ II.ABDÜLHAMİD ve NEO OSMANLICILAR…

abdul

Evet, avrasya tüneli ii. abdülhamid han‘ın hayaliydi.
Abdülhamid Han’ın pek çok hayali vardı, yapmak isteyip de yapamadıkları…

Örneğin;
Latin harflerine geçmeyi ii. Abdülhamid Han düşünmüştü, bunla ilgili çalışmalar yapmıştı.
ii. Abdülhamid Han, Osmanlıca alfabesinin hem medeni bir devlete yakışmadığının bilincinde, hem de halkı cahil bıraktığının, halk tarafından öğrenilemediğinin farkındaydı.
Bu sebeple ii. Abdülhamid Han latin alfabesine geçme, uydurma Osmanlıca’dan kurtulup öz Türkçe’ye yönelme çalışmaları yapmış, talimatlar ve teşviklerde bulunmuştur.

Abdülhamit Han, saltanat makamından indirildikten sonra kaleme aldığı “siyasi hatıralarım kitabında naklettiği bilgilerde latin harflerine geçilmesi yönündeki düşüncelerini şöyle açıklamıştır;
“”Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.” “ (Siyasi Hatıralarım, sayfa 192)
Ama fevkalade zor olan bu geçiş sürecini nihayete erdirememiştir.

ii. Abdülhamid Han, dünya ile entegre olmuş, çağı yakalamış bir osmanlı hayal ediyordu.
Yukarıda belirttiğimiz harf devrimine paralel olarak Hicri takvimi bırakıp, Miladi takvime geçme düşüncesine de sahipti ii. Abdülhamid.

Belki inanmayacaksınız ama “şapka devrimi” dediğimiz kılık kıyafette modernleşme sürecini başlatan, hatta bunu yurt sathına yaymak isteyen de yine ii. Abdülhamid Han’dır.

Bunlardan başka bir de kapitülasyonları kaldırmayı düşünüyordu Abdülhamid.
Kapitülasyonları kaldırmak ve milli bir ekonomiye sahip olmak, fabrikalar, işletmeler kurmak hep onun hayaliydi.
Bunun için de eğitime önem vermenin şart olduğuna inanıyordu.
Bizzat kendi parasıyla onlarca genci yurtdışında okutmuş, Türk mühendisler, Türk doktorlar, Türk hukukçular yetişmesine sebep olmuştu.

Bütün bunları yaparken Abdülhamid’in çok daha büyük bir hayali vardı.
demokrasi ve cumhuriyet rejimine geçmek

Evet, yanlış okumadınız.
Abdülhamid, tüm bu reformları planlarken aklında ülkesi için çağdaş, modern bir yönetim modeli vardı.
İngiltere’deki monarşik demokrasiyi Osmanlı’ya getirmek…

Şimdi geldiğimiz noktada neo osmanlıcılar diye tanımladığımız, Osmanlı ile ilgili bir şey bilmeyen, ama pek çok şey söyleyen milyonlarca cahil var malesef.
Okumadıkları, öğrenmedikleri için laf da anlatamıyorsunuz.

İşte bunlar, yukarıda bahsettiğim ii. abdülhamid’in yapmak isteyip de yapamadığı devrimleri hayata geçiren mustafa kemal atatürk‘ten ve Cumhuriyet rejiminden hoşlanmaz, nefret ederler.
Oysa ii. Abdülhamid hakkında yeterli bilgileri olsaydı, Abdülhamid’in düşündüğü pek çok devrimi Atatürk’ün gerçekleştirdiğini bilir ve bugünkü düşüncelerinden utanırlardı.
Ama bugün bunlar ne yazık ki Atatürk ile Abdülhamid’i oylama, kıyaslama ve hatta yarıştırma gafleti içindeler.

Sizler daha 36 Osmanlı padişahını sayamayan, ii. Abdülhamid Han’ın mezarını dahi bilmeyen insanlarsınız.
Okumuyor, öğrenmiyorsanız, bari utanın.
İnsanlık onuru bunu gerektirir zira.

 

DİRİLİŞ ERTUĞRUL DİZİSİNDE GÜNDÜZ ALP

Tarihi kayıtlarda Osman Gazi’nin abisi olarak geçen Gündüz Alp, Ertuğrul Gazi’nin büyük oğludur.

Lakin Diriliş Ertuğrul’un 23 Kasım 2016 tarihinde yayımlanan bölümünde henüz çocuk yaştayken öldürülmüştür. Oysa tarihi kayıtlarda geçen Gündüz Alp yetişkin bir ömre kadar uzanıyor, hatta Ertuğrul Gazi’den sonra Kayı Boyu’nun beyi olmak için kardeşi Osman Gazi ile mücadele ediyor.

Yani Gündüz Alp çocuk yaşta ölmemiş, yetişkin kişiliğe ulaşmış ve Osman Gazi ile giriştiği beylik mücadelesini kaybetmesine rağmen yine de kardeşinden ayrılmamış, Bizans üzerine düzenlenen bir akında şehit olmuştur.

İş bu Gündüz Alp’in soyundan gelenler bugün hala bulgaristan, trakya, bursa, balıkesir’in bazı köylerinde varlığını sürdüren ve amucalar ya da amuca kabilesi olarak tanımlanan türkmenlerdir.

Türk Tarihi açısından önemli bir dönemin işlendiği yüksek bütçeli ve bol reytingli bir yapımda bu tip basit ve bariz hatalar yapılması kabul edilemez bir şeydir.

DÜZELTME: Neyse ki bir önceki bölümde öldüğü gösterilen Gündüz Alp’in bir şekilde yaralı olarak kurtulduğunu yeni bölümde gördük. Böylece bu sorun ortadan kalkmış oldu.

gunduz

İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRKLERDE ÇOCUK EVLİLİĞİ ve PEDOFİLİ

Çocukların erken yaşta evlendirilmesi, eş yapılması ve çocuklara yönelik cinsel istismarlar soysuz toplumların adetleridir. Bu sebeple ve tarihi gerçekler ışığında İslamiyet öncesi Türk toplumunda yaşı küçük çocuklarla evlenmek ve çocuk istismarı yoktur.
Türkler İslamiyete girişle birlikte çocuk evlilikleri, pedofili gibi kavramlarla tanışmıştır.

Türk kültüründe çocuğa “bala” denir ki, “bala” sıfatı bir kutsiyet taşır.
Hatta kız çocuklarında bu sıfat pekiştirilerek “aybalam” şeklinde kullanılır.

Örneğin, ölen kahramanların mezarlarının başına dikilen taşlara “bal bal” adı verilir ki bu bal bal kelimesi ile bala kelimesi aynı kökten gelir.

Filhakika zaten Türk geleneğinde “aile” kavramı büyük önem taşır.
Kadın erkeğin ““i ve tamamlayıcısıdır.
Bu yüzden Türklerde aile kurma, düğün(toy), ölüm(yuğ) ve ad koyma gelenekleri çok önemlidir.

Türklerin binlerce yıl iç içe yaşadığı çin kültüründe de görülen çocuk evlilikleri ve pedofili alışkanlığına rağmen Türkler tarihin hiçbir evresinde bu sapkın davranışa yeltenmemiş, alet olmamışlardır.

Yine Türkler’deki söz kesme, nişan-nişanlanma adeti de sırf bu pedofili sapkınlığın önüne geçebilmek içindir.
Evlenecek kız ve erkek için önce söz kesilir, kız ve erkeğin birbirlerini yeteri kadar tanıması amaçlanırdı.
Bakınız bu söz kesme olayında şöyle bir detay var ki bu da Türk Milletinin asaletinin, kız çocuklarına, kadınlara verdiği değerin emsalsiz bir göstergesidir.
Şöyle ki, Türkler söz kesme merasimini at üzerinde yapmaktaydılar. İki tarafın aileleri at üzerinde görüşme yerine geliyordu.
Kız, bir rızalık sembolü göstererek isteğini belirtebiliyordu. (bu sembol genellikle mendil olurdu.)
Bu durum aile içerisinde babanın sonsuz bir velayet hakkı olmadığını göstermesi açısından önemlidir.

Yani kızın da evlilikte rızası ve söz hakkı bulunmaktaydı.
kız istemediği biri ile evlendirilemez,
mal gibi alınıp satılamazdı
Türklerde evlilik kararlarında kızın söz hakkı ve razı olması gerekmektedir.

Bu durum İslamiyet sonrasında da oğuzlar ve karluklar‘da da devam etmiştir..
Evlendirilecek kız ve erkek çocuklar yeterli olgunluğa ulaşacakları zamana kadar nişanlı kalır, yeterli olgunluğa ulaştıklarında ise törenin gerektiği şekilde evlenirlerdi.

türklerde toplum içerisinde kadın ve erkeğin görüşmeleri doğaldı ve sosyal hayat içerisinde çağdaşı olan kavimler gibi bunu sınırlandırıcı kayıtlar, kurallar bulunmuyordu.

kadın ve erkeğin evlilik öncesi özgürce görüşebilmelerine rağmen türklerde veled i zina yoktu.
hem terim olarak karşılaşılmadığı gibi hem de ırza geçilme vakalarında sergilenen katı tutum bunda etkiliydi.
Çünkü türklerde zina en büyük suçlardan biriydi.
Lakin suçluyu cezalandırma hakkı fertlerin değil devletindi.
Tecavüz suçlarında ölüm cezalarının uygulanışında karluk türkleri suçluyu yakmayı, göktürkler atlara bağlayarak vücudu ayırmayı sistemleştirmişlerdi.
uygurlarda ise ölüm cezası bulunmuyordu. Üçyüz değnek ile maddi bir ceza veriliyordu.

İşte böyle asil bir millet, kadına, kız çocuğuna böylesine değer veren bir millet ne oldu da bugün pedofiliyi, tecavüzcü ile mağduru evlendirmeyi tartışır oldu?
Üstelik içimizde bu ortadoğu soysuzluğunu savunanlar var ne yazık ki…

turk-kizlari

KORE GAZİSİ SÜLEYMAN ve KORELİ KIZI AYLA…

Dünyada her milletin ordusu vardır, askeri vardır.
Ama Türkler için bu durum biraz farklıdır.
Türkler askerliği bir sanat olarak icra eden yegane millettir dünyada.
Az sonra okuyacaklarınız da bunun ıspatı niteliğindedir.
Ama peşinen söylemeliyim ki ağlamaya hazır olun…

Kore Savaşı’nın en çetin merhaleleri, Türk askerleri Çin ordusunu püskürterek onların elindeki Güney Koreli esirleri kurtarıyor, bu esirler arasında anne babaları öldürülmüş çocuklar da var ne yazık ki…

İşte bu çocuklardan birini 25 yaşındaki süleyman birbiley adlı asker alıyor ve ona “ayla” ismini vererek 5 yaşındaki kız çocuğuna adeta kendi kızı gibi davranıyor, onunla ilgileniyor.

Ayla’da Süleyman’ı babası biliyor ve onunla hiç ayrılmak istemiyor.
Fakat savaş sona eriyor ve Türk askeri’nin anavatana dönmesi gerekiyor.
Süleyman Ayla’yı gerçekten evlat edinmek ve Türkiye’ye götürmek istiyor, fakat buna müsade edilmiyor.
Baba kız ne yazık ki savaş sonunda ayrılıyorlar.

Süleyman Birbiley Ayla ile ayrılışlarından tam 60 yıl sonra kızını bulmak ve ölmeden önce kızına kavuşmak için harekete geçiyor.
Kore Gaziler Derneği nezdinde girişimde bulunuyor.
Gaziler derneği de Kore makamlarına durumu iletiyor.

Ve netice alınıyor.
Güney Kore televizyonu Ayla’yı buluyor ve Süleyman Bey ile Ayla’yı buluşturmak, baba ve kızı kavuşturmak için harekete geçiliyor.

Ayla tam 65 yaşında çoluğa çocuğa karışmış, hatta torun sahibi olmuş.
Süleyman amca da eşini yanına alıyor ve soluğu Kore’de alıyorlar.

Ve mutlu son.
Bu mutlu sonu ifade edecek kelime bulamıyorum.
En iyisi siz videosunu seyredin;

Süleyman bey, eşi ve Ayla;

Süleyman Amca kızı Ayla’ya kendi elleri ile Türk lokumu yediriyor.

 
Süleyman amca, eşi, Koreli kızı ve Koreli torunları;

kore-ayla
Yahu nasıl bir hikaye bu böyle?
Resmen darmadağan etti beni. hala ağlıyorum. yazarken bile gözlerim yaşlı…

Belgeselin tamamını şuradan seyredebilirsiniz;

Belgeselin orijinal adı:
“Ayla: My Korean daughter”

BÜYÜK TAARRUZ’DA ŞEHİT OLAN BABA OĞUL…

dumlupınar şehitliğine giderseniz şayet, en tepedeki büyük mehmetçik anıtına çıkarken merdiven basamaklarının sağında bir baba-oğul anıtı vardır.
bu anıtta yağız bir türk askeri ve kucağında yaşlı bir başka asker tasvir edilir.

Çetmilli Ali Çavuş ve Oğlu Mehmet Onbaşı Anıtı.

Çetmilli Ali Çavuş ve Oğlu Mehmet Onbaşı Anıtı.

 

işte yukarıdaki görselde tasvir edilen kahramanlar, baba-oğul kurtuluş savaşında şehit verdiğimiz çetmilli ali çavuş ve oğlu onbaşı mehmet‘tir.

1912’de balkan savaşı patlak verdiğinde çetmilli ali çavuş savaşa katılmak üzre evinden çıktığında geride bıraktığı oğlu mehmet henüz 8 yaşındadır.
ali çavuş balkan savaşlarından sonra takip eden yıllar içinde sırasıyla, galiçya, hicaz, yemen vekafkasya’da cepheden cepheye koşarak 11 yıl köyünden ve ailesinden uzak kalmış, milli mücadele başlayınca da doğu cephesinden
kurtuluş savaşı‘na koşmuştur.

bu geçen 11 yıl boyunca mehmet büyümüş, yağız bir delikanlı olmuş, o da babası gibi milli mücadeleye katılmak için orduya yazılmıştı.

baba ve oğulun yolları nihayet cephede kesişir.
dumlupınar’da başkomutanlık meydan savaşında 19 yaşındaki alay sancaktarı mehmet onbaşı ile ali çavuş karşılaşırlar.
birbirlerine sarılıp hasret giderirler.
lakin bu sevinç ve bu kavuşma, hasret giderme bir hayli kısa sürer.
kavuşmanın sabahındaki süngü hücumunda çetmilli ali çavuş şehadet şerbetini içer.
onbaşı mehmet babası ile bir kez daha gurur duymuştur.

babasının şehit olmasının üzerinden henüz 3 gün geçmişken onbaşı mehmet’te 31 ağustos günü izmir’e ilk giren birliklerimizin içinde şehit düşer.

böylece baba ve oğul ikisi de şehit olarak birbirlerine kavuşmuş olurlar.

yukarıdaki görselde gördüğünüz bronzdan yapılmış bu ikili heykelde genç oğul şehit babasını kucağında taşımaktadır.
anıtın altındaki mermer kitabede ise bu hikaye anlatıldıktan sonra “yüce kahramanları minnet ve şükranla anıyoruz” şeklinde yazı vardır.

ruhları şad olsun.

YUNAN ORDULARI BAŞKOMUTANINI ESİR ALAN ÇAVUŞ…

Büyük Taarruz’un ismi pek zikredilmeyen kahramanlarından biri olan AHMET ÇAVUŞ’tur.

Savaştan evvel Afyon cezaevinde gardiyanlık yapan bu kahraman asker, esir aldıkları Yunan askerlerinin içinde Yunan orduları başkomutanı nikola trikopis olduğunu bilmiyordu, işin bir başka ironik yanı da, Ahmet Çavuş tarafından esir alınan General Trikopis de Yunan orduları başkomutanı olduğunu henüz bilmiyordu, başkomutan olduğu kendisine Uşak’ta huzuruna çıktığı mustafa kemal atatürk tarafından bizzat tebliğ edilmiştir.

general trikopis, esir alınış anını şu şekilde aktarıyor;

“her tarafımız türklerle çevrilmişti. esir olacağımızı anlamıştık. bizde kılıcı düşmana teslim etmek küçüklük sayılır. durumun kötüye gittiğini gören yaverim, bir ara yanıma gelerek:
‘generalim kılıcını imha edelim’ dedi.
derhal kılıcımı verdim. önümde parçaladı.
bu sırada atım da vurulmuştu.
başka bir atla çemberi yarıp kaçmaya çalıştım. olmadı yakalandım.
atımdaki süvari kılıcını da aldılar.
ve beni ilk defa garp cephesi komutanı ismet paşa’nın yanına götürdüler. daha sonra mustafa kemal’in huzuruna çıkardılar.”

ahmet çavuş ise bu esir edişinin hikayesini şu şekilde aktarıyor;

“keşif için üç kişi dağa(elmalıdağ) tırmanmağa başladık.
yanımda saatli, tetikli, fitilli olmak üzere 11 bomba vardı.
arkamızdan da kırk kişi yollayacaklardı.
alaca karanlıkta tepenin bir boyun noktasına vardığımız zaman, 5 – 10 zabitin oturduklarını gördüm.
derhal bombalardan birisini yakalayarak, davranmayın, teslim olun, diye haykırdım. hepsi, ellerini kaldırdılar.
arkadaşlarım da yanına gelmişlerdi. ben önümüzde duran bir zabitin atını yularından yakalıyarak çektim.”

sordular:
-“ne kadar kuvvetiniz var?” dediler.
-“üç ordu, dedim. tamamen muhasara altındasınız. ya teslim olacaksınız, ya sizi gurup ateşine vereceğiz.”
-“hangi kıtaya kumanda ediyorsun?” dediler.
-“alay kumandanıyım”, dedim.

rütbemi sordular?

-“başçavuş…” dediğim zaman hepsi hayret içerisinde kalmışlardı.

hayretlerini gidermek için devam ettim:

-“bizde onbaşıdan fırka kumandanı bile var”, dedim.

onlara, torbalarımızdan peksimet çıkararak verdik. onlar da bize, bol bol sigara ikram ettiler.
ceplerimizi doldurduk.
biz onları böylece esir aldıktan epey sonra kaymakam hüseyin hüsnü beyle tabur kumandanımız fuat bey geldiler.

hüseyin hüsnü bey, esir zabitlerin içerisinden birisini, eliyle işaret ederek bana sordu:

-“bu zabitin kim olduğunu biliyor musun?”
-“ne bileyim, dedim. elin düşmanı… babamın oğlu değil ya!…”

fuat beyin gözleri faltaşı gibi açılmıştı:

-“trikopis, trikopis, diye haykırdı. yunan başkumandanı…”

trikopis’i uşak’a kadar getirdik.
orada bana bir istiklâl madalyası yazdılar. trikopis’in esvaplarını da bana hediye ettiler. geçen seneye kadar bu esvapları giyerdim.
şimdi bunlar azıcık eskidi. sokağa pek gelmiyor. evde saklıyorum…

Görsel-1) Ahmet Çavuş.

Görsel-1) Ahmet Çavuş.

Görsel 2 ve 3) Ahmet Çavuş’un kabri.

 

AHMET ÇAVUŞ BELGESELİ/NTV.

YILDIRIM KEMAL…

Afyonkarahisar’dan Uşak yönüne doğru giderken kuzeye doğru sapıp Zafertepe mevkiini ziyaret ederseniz yolunuzun üzerinde bir köy vardır. Yıldırımkemal köyü.
Afyon ilinin Sinanpaşa ilçesine bağlı bu köy, Büyük Taarruz-Başkomutanlık Meydan Muharebesinde önemli bir yere sahiptir.

Köyün adı, büyük taarruz sırasında Konya’da tedavi gördüğü hastaneden kaçarak fahrettin altay paşa’nın süvari tümenine katılan ve emrindeki 30 kahraman süvari ile düşman kuvvetleri ile yaptığı çarpışmada şehit düşen İzmirli süvari subayı “Yıldırım” lakaplı Kemal Bey’den gelmektedir.

28 ağustos 1922’de 5. Süvari Kolordusu’nun, çekilmekte olan ve eğret bölgesindeki ihtiyatta bulunan Yunan kuvvetlerine baskınlar yaptığı sırada, İzmir’e ilk gidecek süvari kıtasının başında bulunmak üzere görevlendirilen Yıldırım Kemal, Küçükköy istasyonu yakınındaki çarpışmalarda 30 arkadaşı ile birlikte şehadet şerbetini içmiş bir Milli Mücadele kahramanıdır.

Bu sebeple eski adı Küçükköy olan mevkiye, Yıldırımkemal ismi verilmiştir.

Görsel-1) Yıldırımkemal Şehitliği.

Görsel-1) Yıldırımkemal Şehitliği.

 

Görsel-2)Yıldırımkemal şehitliği kitabesi.

 

Görsel-3)Yıldırımkemal tren istasyonu.

EK: Yıldırımkemal Köyü Google Maps Konum.

ZAFER YOLU…

30 Ağustos Zaferimizin parçalarından biri olan “zafer yolu” bizim tarihimizin dönüm noktalarından biridir.
Zafer yolu, büyük taarruza hazırlanan kahraman ordumuzun, düşman kuvvetlerinin bulunduğuafyon müstahkem mevkii‘ni tek hamlede parçalamak adına kocatepe civarına yaptığı yığınağın tanımlamasıdır.
başlı başına bir kahramanlık destanıdır zafer yolu…

Görsel 1: Kocatepe Zafer yolu.

Görsel-2: Kocatepe Zafer Yolu 2

tarihler 17 ağustos 1922’yi gösterdiğinde mustafa kemal, ankara’dan gizlice ayrılıyor, önce konya’ya, sonra da akşehir’e geçerek kurmaylarına resmen büyük taarruz’u tebliğ ediyordu.
26 ağustos günü sabaha karşı türk ordusu bütün kuvvetleri ile kocatepe’den afyon’a doğru saldırıya geçecek ve ivedilikle netice alınacaktı.
20 ağustos sabahı ise ankara gazeteleri mustafa kemal’in çankaya köşkünde bir davet vereceğini yazıyordu.
—————-
kısa not: bakınız o dönemin milli mücadele ruhunu çok güzel yansıtan bir hamledir bu. ankara medyası tamamen milli mücadele ruhu ile büyük taarruz harekat planının bir parçası oluyor. milli çıkarlara uygun bir şekilde hareket ederek büyük taarruz hazırlıklarına zaman kazandırıyor ve düşman istihbaratı yanıltılıyor. günümüz medyasına ve bunların davranışlarına baktığımızda bu olağanüstü ve alkışlanası bir vatanperverlik örneğidir.
—————

evet, bütün dünya böylece mustafa kemal‘in ankara’da vereceği davete hazırlık yaptığını, ankara’da olduğunu düşünürken, mustafa kemal zaman kazanıyor ve kurmayları ile görüşüp, türk ordusunu denetleme fırsatı buluyordu.

bu öyle bir orduydu ki, 4 gün boyunca 100 kilometreden ziyade bir mesafeyi sadece geceleri yürüyerek katetmiş ve afyon’un güneyinde konuşlanmıştı.
tam 4 kolordu asker, 100.000 asker, binlerce at, yüzlerce top arabası…
gündüzleri gölgeliklerde dinleniyor, sonra gece boyu hiç durmadan yürüyordu.
zafere doğru, zafer yolundan yürüyorlardı.

20 ağustos’ta ordu’nun yürüyüşü bitmiş, 20 ağustos’u 21 ağustos’a bağlayan gece hava karardığında ordusuna erzak ve mühimmat taşıyan bir milletin yürüyüşü başlamıştı.

türklerin tek bir kurşunu vardı. ve o tek kurşunu da bu büyük taarruz‘da harcayacaklardı.
büyük taarruzun planı o güne değin görülmemiş bir risk içeren, askeri literatürde “deli saçması” olarak tanımlanacak bir plandı.
dünya savaş tarihinde daha önce hiç böyle bir imha taarruzu yapılmamıştı ve yapılmayacaktı.
ama türk milleti buna mecburdu.
ani baskın, ivedilikle sonuca gitmek lazımdı.

Görsel-3: Başkomutanlık Meydan Muharebesi Planı.

e zafer yolunda sevkiyat başlamıştı.
şuhut yönünden kocatepe’ye ve afyon’u çevreleyen tüm müstahkem mevkilere büyük bir sevkiyat yapılıyordu.

sevkiyatı yapanlar kimlerdi?

köylüler, halk, asker, subay herkes.
hatta anadolu’nun türlü hayvanatı…öküzler, beygirler, katırlar, eşekler, köpekler bile bu kutlu zafere sebep olacak sevkiyatı birlikte yapıyorlardı.

şuhut dağlarından afyon tepelerine.
kiminin ayağı çıplak, kiminin kolu kırık.
kimi ateşli, kimi gebe, kiminin kucağında çocuğu…

halk ve asker birlikte.
bomba taşıyordu, mermi taşıyordu, top arabası itiyordu.

hepsi de imanlıydı amma.
birinin bile kazanılacak zaferden şüphesi yoktu.
çünkü onların hepsi aynı amaç doğrultusunda ilerliyordu.
kadını, erkeği, çocuğu, genci, yaşlısı…
hep birlikte onlarca kilometre yol katetti.
bir yudum suyunu, bir parça ekmeğini kahraman mehmetçik ile pay etti.

kurtarılacak bir vatan vardı o dağların arkasında.

ve binlerce asker, binlerce insan yürüdü durdu zafere, zafer yolu’ndan.
afyon’a taarruz edecek bir ordu sevkedildi elbirliğiyle zafer yolu’ndan.

anlamamıştı düşman,
bu asil sevkiyattan, zafer yolundan yapılan bu asil ve kutlu yürüyüşten haberdar olmamıştı.
bırak yunan’ı, ingiliz’i de, fransız’ı da şaşkındı.

haberleri olmamıştı.
ta ki 26 ağustos sabahı türk topçusu en müstahkem mevzilerini dövene kadar.
nereden gelmişti bunlar?
kimlerdi?
nasıl bir güç bir gecede onları tam da tepelerine bindirmişti…

işte o zaferi birlikte yürüyen halk ve asker beraber kazandı 30 ağustos’ta.
kocatepe’den dövülen her bir düşman mevzisinde halk ile askerin ortak çalışması, fedakarlıkları vardı.

halk ve asker birlikte kazanmıştı zaferi…

işte zafer yolu, bu kutlu zaferimizin en önemli kilometre taşlarından biridir.
şuhut’un ayazlı dağlarında yazılan bir kahramanlık destanıdır zafer yolu.

Görsel-4: Şuhut, Zafer Yolu takı.

 

Görsel-5: Şuhut-Kocatepe Zafer Yolu Haritası.

 

EK: ZAFER YOLU BELGESELİ/NTV.

Osmanlı’da bir Paralel Devlet Yapılanması: NAKİB-ÜL EŞRAF…

Osmanlı’da paralel devlet, paralel yapı var mıydı?
Evet vardı.

nakib-ül eşraf, bir nev’i osmanlı paralel devlet yapılanmasıydı.

Kelime anlamı olarak “ali evladı müfettişi” anlamına gelen nakib-ül eşraf, yıldırım bayezid zamanında kurulmuştur.
Peygamber sülalesinden gelenlerin (seyyid) kaydını tutma amaçlı bu kurum bir devlet yapılanması gibi örgütlenmiştir.
Sonraki yıllarda ise bir nevi devlet içinde devlet haline gelmiş, hatta bazı durumlarda devlet otoritesinin de üzerine çıkmıştır.

Kurumun başında bir sadrazam nakip bulunmakta, vilayetlerde Nakib-ül eşraf ve bunların olmadığı yerlerde de Nakib ül Eşraf Kaymakamları görev yapmaktadır, Seyyid soyundan gelenler için aktarılan para ve savaş ganimetlerini toplanmış, seyyidlerin dava ve diğer sorunlarıyla alakadar olunmuştur.

Osmanlı’da ne suç işlerlerse işlesinler seyyidleri katiyen kadılar yargılayamazlar, nakib-ül eşraflar yargılarlardı.
Bu da bu kurumun “devlet içinde devlet” olduğunun en önemli delilidir.

Yıllar içinde yozlaşan bu kurum gayri resmi de olsa halen devam etmekte midir?
Bilmiyoruz, ama Osmanlı’da elinde seyyidlik belgesi olanların çok ballı olduğu, vergiden ve askerlikten muaf oldukları işte bu nakib ül eşraflar sayesinde kayıt altına alınmaktaydı.

Hatta bu yetkiyi elinde bulunduranlar seyyid’lik ile alakası olmayan kimseler için bile seyyidlik belgesi düzenlemişler, bu kişilerin bu imkanlardan faydalanmasını sağlamışlardır.

Artık seyyid belgesinin kimlere kaça satıldığını, bu işlerden kimin ne kadar çıkar elde ettiğini de dönemin mesullerine sormak gerek.

DÜNYADA FETÖCÜ YAPILANMA DERNEK ve KURULUŞLARI…

Evet sevgili okur, burası bir tarih sitesi, lakin 15 Temmuz 2016’da atlatmış olduğumuz FETÖCÜ DARBE GİRİŞİMİ sonrası bu terör örgütünün yapılanmasına dair birkaç satır yazmak istedim.

(BKZ: FETÖ MASONİK BİR ORGANİZASYONDUR) Yazımızda bu örgütün yapısının mason örgütlerine benzediğine değinmiştik. İşte şimdi böyle bir yapılanmanın kolları ve dallarını inceleyeceğiz.

Ülkemizi bir kanser gibi sarmış olan fetöcü organizasyonun, dünyayı da ne denli sardığı, kim ve kimlerle ve ne amaçlarla ilişkiler içerisinde olduğunu gösteren çalışma.

Türkiye Cumhuriyeti Devletini bu konuda daha önce defaatle uyarmıştık.

Bu terör örgütü lideri yurtdışında büyük saygı görüyor ve bunu Türkiye üzerinde bir proje olarak gördükleri için destekliyorlar, adını yüceltiyorlar.

Bakınız muhterem müminler.
fethullah’ı bize asla iade etmezler, etmeyecekler.

Kendileri için çalışan birini neden iade etsinler ki bize?
Neden göz göre göre kaybetsinler?

Yıllar önce yazdık, ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bundan hala haberi yok belli ki.

Fethullah Gülen adına yurtdışında sempozyumlar düzenleniyor, bröveler dağıtılıyor.
Hatta ve hatta bazı üniversitelerde “fethullah gülen kürsüleri” açılıyor ve faaliyetlerini sürdürüyor.

İşte bunlardan bazı örnekler.

üniversite kürsüleri;

1-)leuven üniversitesi fethullah gülen kürsüsü;


Tam ve orijinal adı: “Fethullah Gülen Voorzitter Academie Van de Katholieke Universiteit Leuven”dir.
Bu üniversite, Belçika’nın Leuven şehrinde bulunan üniversitedir. Eğitim dili genellikle Flamanca olup, bazı programlarında İngilizce eğitim verilmektedir.
https://tr.wikipedia.org/…katolik_%c3%9cniversitesi

Fethullah Gülen bu üniversiteye düzenli olarak bağışlar yapmaktadır.
En son bağışı da 15 Temmuz darbe girişiminden hemen evvel yaptığı iddia ediliyor;
kaynak link.

İddiaya göre Gülen 8 temmuz 2016’da Leuven Üniversitesine 1 milyon Euro bağış yapmış.
Üniversite “Gülen Kürsüsü” anlaşmasını 2016’nın henüz başında yenilemiştir.

2-)avustralya katolik üniversitesi f gülen kürsüsü;
Tam ve orijinal adı: “Fethullah Gulen Chair of Australian Catholic University”dir.
Kısa adı “acu” olan avustralya devlet üniversitesinde bulunan Fetöcü organizasyondur.
https://en.wikipedia.org/wiki/Australian_Catholic_University

Bu üniversitedeki Fethullah Gülen kürsüsü Kasım 2007’den beri faaliyetlerini sürdürmektedir.
http://www.acu.edu.au/about_acu/faculties,_institutes_and_centres/centres/inter-religious_dialogue/fethullah_gulen_chair

şurada da bir videosu var.

Şurada da Acu’daki Gülen Kürsüsünün konferans listesi var;
http://gulenconferences.com/australian-catholic-universitymelbourne/

3-)deakin üniversitesi fethullah gülen kürsüsü;
Avustralya’nın Melbourne kentindeki Deakin Üniversitesinde 2015 yılında faaliyete başlayan kürsüdür.

Avustralya’da Fetö’nün Katolik faaliyetleri son derece hızlı olmalı ki, acu bünyesinde kurulan kürsü yeterli gelmemiş olacak ki, ülkede 2. bir Fethullah Gülen kürsüsü kurulmuş.
Bu yeni oluşturulan kürsünün tam adı da; “fethullah gülen islami ilimler kürsüsü“dür.
https://www.deakin.edu.au/alfred-deakin-institute/news/news-archive/2015-archive/fethullah-gulen-chair-in-islamic-studies-intercultural-dialogue

4-)fethullah gulen chair ındonesia:
Endonezya-Jakarta’daki “Şerif Hidayetullah İslam Üniversitesi” bünyesinde 2009 yılında oluşturulmuş kürsüdür.

Ne güzel değil mi?
Hem Katolik üniversitesine bağış yap, konferanslar ver, hem İslam üniversitesinde.
Hangi bayrağa hizmet bu?

Soruyorum,
2013’te Akp ve cemaatin arasının açıldığı ve Fethullah Gülen’in terörist ilan edildiği tarihten günümüze, Bunlar için bir girişim yapıldı mı?
Bunların kapatılması için bir çalışma?
Bir talep?
Birşeyler yapıldı mı?

Yoksa bunlar hala duruyor mu?

Soruyorum,
Bunların Belçika’da, Almanya’da ve sair ülkelerde açılan Pkk stantlarından ne farkı var?

Malesef devletimiz ehil eller tarafından yönetilmiyor.
İnsanlar işleri layikiyle yapmıyor ne yazık ki.

Oysa ki Hz Muhammed şöyle buyurmuştur;
işi ehline veriniz…”

Şimdi siz Fethullah Gülen ile, Fetö ile mücadele edecekseniz, işe önce onun yurtdışındaki vizyonunu yok etmekle başlamalısınız.

Bunu yapıyor musunuz?
Hayır.

Benden bir tüyo sizlere.
Yakında bir Abd üniversitesinde de fethullah gülen kürsüsü açılacak.
Gidin bulun ve gereğini yapın.

Bu üniversite kürsüleri dışında dünyaya bir kanser gibi yayılmış dernekler, enstütüler, kuruluşlar var.
bunlardan bazılarını da listeliyor ve görsellerini ekliyorum.

gulen ınstitute;
2007 yılında Houston/Teksas’ta kurulan enstütüdür.

gulen conference;

Logo tanıdık geldi değil mi?
Tanıdık gelmediyse bir de şuna bakın;


2009 yılında Los Angeles’te faaliyetlerine başlayan kuruluş, şimdi tanıdık gelmiştir sanırım.

alliance for shared values;
New York merkezli bu kurum, Abd’deki Fetöcü organizasyonların çatı kuruluşu olup, üye ve ortak kuruluşlar için işbirliği ve birleştirici bir unsurdur.
Peace Islands, Rumi Forum, Pacifica Institute, Institute for ınterfaith dialogue, Istanbul center ve Niagara Foundation bu birliğe üyedir.

pacifica ınstitute;
Kaliforniya merkezli ve Abd’nin batı eyaletlerinde faaliyetlerini sürdüren Fetöcü organizasyon.

peace ıslands ınstitute;
2004 yılında New Jersey’de kurulan Fetöcü organizasyon.
New Jersey , New York , Connecticut , Pennsylvania, ve Massachusetts’te faaliyetlerini sürdüren etkili bir kuruluştur.

rumi forum;
Washington merkezli Fetöcü kuruluş.
Abd’deki en etkili Fetöcü oluşumlardan biridir. Kentucky , Hampton Roads , Charlottesville ve Maryland’de şubeleri vardır.


burada da bonus olarak şunu vereyim;

İş bu yukarıdaki fotoğrafta Egemen Bağış’ın yanında görülen şahıs Rumi Forum adlı Fetöcü kuruluşun 2009’dan beri başkanlığını yürüten Emre Çelik’tir.

Emre Çelik darbe girişimi sonrası Beyaz Saray’da verilen bir davetten paylaştığı fotoğraflar ile ABD’nin Fetö’ye desteğini haklı çıkarmıştı adeta.


Bu fotoğraf henüz geçtiğimiz hafta sonu çekildi.(21 temmuz 2016)
Fotoğrafın çekildiği mekan Beyaz Saray.
En arkada gördüğünüz kişi ise Abd Başkanı Obama.
Obama’yı arka plana alıp bu fotoğrafı çekip sosyal mecralarda paylaşan birinin, orada bir “davetli” sıfatıyla bulunması gerekir.

Kaldı ki Rumi Forum’un başkanı olan bu kişi Beyaz Saray’daki o organizasyona davetliydi. İşte Beyaz Saray’ın Fetöcülere gönderdiği o davetiye;

Emre Çelik adlı Fetöcü şahıs sadece Obama ile poz vermiyor.
Hillary Clinton ile gayet samimi şu fotoğrafı da paylaşıyor ki, Fetö’ye olan Abd desteğinden kimsenin şüphesi olmasın.
işte o skandal foto;

Bunlar ABD‘nin Fetöcü yapılanmaya, terör örgütüne destek vermesinin kanıtı değildir de nedir?

geçelim.
istanbul center;
Florida ve Abd’nin güneydoğu eyaletlerinde faaliyette bulunan Fetöcü organizasyon.

niagara foundation;
Chicago merkezli vakıf Indiana , Iowa , Michigan , Minnesota , Missouri , Ohio , Wisconsin’de de şubeleri bulunan Abd’deki Fetöcü organizasyon.
Abd’de epey etkili bir kuruluştur.



turquoise harmony ınstitute;
Güney Afrika  “dinler vakfı” olarak 2006 yılında kurulan organizasyon.
halihazırda Güney Afrika’da Johannesburg , Pretoria , Durban ve Cape Town’da etkinliklerini sürdürmektedir.

indialogue foundation:
2005 Yılında Yeni Delhi’de kurulan ve Hindistan genelinde Chennai, Heyderabad , Kalküta , Bengalore ve Mumbai’de şubeleri bulunan organizasyon.

intercultural dialogue platform;
2000 yılında Belçika’nın Brüksel şehrinde kurulan ıdp gibi hem Belçika ve Avrupa bağlamında, kültürler ve dinler arası diyalog , sosyal uyum ve barış içinde bir arada yaşama gibi konularda tartışma ve analizler yapan dernek.

finland dialogue association;
Helsinki’de 2004 yılında kurulan dernek.

forum für ınterkulturellen dialog berlin e.v:
Almanya’da 2002’den beri faaliyet gösteren Fetöcü organizasyon.

malaysian turkish dialogue society:
Malezya-Kuala Lumpur merkezli, iş ve sosyal amaçlı dernek.


formosa ınstitute:
Gülen Cemaati’nin Tayvan(Formoza)’daki kuruluşu.

anatolia cultural and dialog center:
2007 yılında Hong Kong merkezli kurulan ve halihazırda Abd ve Kanada’da da faaliyetlerini sürdüren kuruluş.

dunaj ınstytut dialogu:
2008 yılında Polonya-Varşova’da kurulan dernek.

tevere ınstitute:
2007 mayıs ayında İtalya-Roma’da kurulan dernek.
Vatikan ile ilişkileri düzenleyen bu dernek Fetö için fevkalade önemli bir kuruluştur.

rumi forum of pakistan:
Pakistan’ın İslamabad , Lahor , Karaçi ve Multan şehirlerinde temsilcilikleri bulunan ve sözde kültürler arası diyaloğu geliştirmek adına oluşturulan, Abd merkezli “Rumi Forum”a bağlı kuruluş.

Görüldüğü üzre söylemleri hep barış, dinler arası diyalog falan, ama halkın üzerine ateş açmaktan, sınav sorularını çalarak insanların haklarını gaspetmekten, devlet mevkilerine kendi adamlarını yerleştirip görevi kötüye kullanmaktan da geri kalmıyorlar hiç.

İddia ediyorum, yukarıda örneklerini verdiğimiz, linklerini, görsellerini sunduğumuz üniversite kürsülerinden, ne Mit’in, ne Dışişleri’nin dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletinin haberi yoktur.
Bu vesile ile bir dikkat çekebilirsek ne mutlu bize.

Unutmayalım!
Fetö bir kanserdir.
Sadece ülkemizi değil, tüm dünyayı sarmıştır.

 

FETÖ MASONİK BİR ORGANİZASYONDUR…

fetö’nün yurtiçi ve yurtdışı yapılanmasına bakıldığında varlığı binyıllara dayanan bir organizasyonun izlerini hissederiz.

semboller, gizlilik, şifreleme yöntemleri, dışa kapalılık, mensuplarını kendilerinin seçmesi gibi kriterler, fetö yapılanmasının masonik organizasyonu rol model aldığının ispatıdır adeta.

zaten bugün fetöye sahip çıkanlara baktığımızda da bunların arkasında masonik kurum ve kuruluşları görmekteyiz.

masonlarda semboller çok önemlidir.
horus’un her şeyi gören gözü, gönye-pergel, 7 kollu şamdan, jakin ve bohaz sütunları nasıl masonik sembollerse, fetö’de de bu tip semboller vardır.
fetöcüler pek çok yapılanmasında, masonların kullandığı şu sembolleri kullanmışlardır;

örneğin;

bir başka örnek, bank asya logosundaki piramit ve kimse yok mu derneğinin logosundaki horus’un her şeyi gören gözü;

ya da bu semboller gibi kendi sembollerini yaratmışlar, ilişkide oldukları kurum ve kuruluşlarda bu sembolleri kullanmışlardır.
örnek;

şüphesiz ki bunlar alelade benzetmeler değil.
tesadüfi değil.

fetöcü yapılanmanın kullandığı bir başka masonik taktik din istismarıdır.
bugün bir mason olabilmek için ilk şart “herhangi bir dine inanmak”tır.
yani şayet bir semavi dine mensup değilseniz, bir inancınız yoksa mason olamıyorsunuz.

fetö’nün en iyi yaptığı şey de din istismarıdır.
din onlar için bir amaç değil, araçtır.
kendilerini dindar gösterip, toplumun birleştirici çimentosu olan dini makam ve mevki ele geçirmekteki bir amaç olarak çok güzel kullanırlar.
bugün masonlukta farklı dinlerden bir araya gelen insanlar ortak bir amaç için nasıl çalışıyorsa, fetö’de de aynı durum mevcuttur.
(bkz: dinler arası diyalog) bunun en güzel örneğidir.

Fetöcüler kendi çıkarları için dini farklılık gözetmeksizin, her türlü oluşumla işbirliğine gidebilirler.

dinler arası diyalog saçmalığı ile, örgütün gerçek hedefine yandaş toplanmaya çalışılmaktadır.

işte dinler arasında verilmeye çalışılan bu “sevgi” ve “barış” mesajları, aslında örgütün barış yanlısı, hümanist bir örgüt olduğu algısını yaratmaktır.
dünyanın çeşitli yerlerindeki katolik üniversitelerinde ve islami üniversitelerde oluşturulan “fethullah gülen kürsüleri” ve buralara yapılan milyon dolarlık bağışlar, hep bu mesajı vermek ve bir algı yaratmak içindir.
http://bit.ly/2aopGlK

ne güzel değil mi?
hem katolik üniversitesine bağış yap, konferanslar ver, hem islam üniversitesinde.
hangi bayrağa hizmet oluyor bu?

“ben fetöcü olacağım, cemaate gireceğim…”
bu şekilde düşünen ve cemaate girmek isteyen hiç kimse cemaate dahil olamaz.
cemaate dahil olmak için sizi cemaat üyesi birinin alıp toplantılara götürmesi, size referans olması, kefil olması gereklidir.
aynı uygulama mason localarında da mevcuttur.
“ben mason olmak istiyorum..” deyip mason olamazsınız, bir masonun referansı ile ancak mason adayı olabilirsiniz.

 

şifreleme…gizlilik…
masonik organizasyonlardaki en önemli ayrıntılardan biri de gizlilik ve şifrelemedir.
masonlar adeta şifrelerle konuşur, anlaşır.

yapacaklarını hiçbir şekilde açık etmezler.

aynı gizlilik ve şifrelemeyi fetö organizasyonunda da görüyoruz.
örneğin son 15 temmuz darbe girişiminde, “darbecilerin cebinden çıkan okunmuş 1 dolarlık banknotlar…”
bu banknotlar, darbecilerin birbirini tanıması için bir şifreleme sistemi.

ne garip ki bu 1 dolar da masonik bir sembol.

 

yönetimi ele geçirme arzusu
masonluğun olmazsa olmazıdır.
bir bölgede faaliyete başlayan masonik grupların ilk hedefi o bölgedeki yönetimi ele geçirmektir.
bunun için devletin üst kademelerindeki her makamı ele geçirirler, ya da kendilerine yakın isimleri bu mevkilere getirmeye çalışırlar.
örnek: (bkz: p2 mason locası), (bkz: tapınak şovalyeleri)
masonlar bu hedefe ulaşabilmek için her yolu denerler.
para, suikast, zor kullanma, rüşvet, yolsuzluk vs.

aynı uygulamaları fetö de kullanır.
devleti ele geçirmek için senelerce bıkmadan usanmadan çalışırlar.
devletin tüm kademelerine yerleşmek için yapmayacakları yoktur.
rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, sınav sorularını çalma vb…bunları hepimiz biliyoruz artık.

dünya genelinde muazzam organizasyon
masonlar dünya genelinde muazzam organize olmuştur.
dünyanın farklı yerlerinde farklı isimler altında olsalar da, amaç aynıdır.
örneğin; bilderberg, b’nai b’rith, cfr, skulls and bone society, thule gibi…

fetöcüler de masonların dünya çapındaki bu organizasyonuna benzer yapılanma içindedirler.
dünyanın farklı ülkelerinde farklı konseptlerde ama aynı amaç doğrultusunda hareket eden pek çok fetöcü dernek, kuruluş, örgüt vardır.
örneğin; gulen ınstitute(abd), turquoise harmony ınstitute(güney afrika), indialogue foundation(hindistan), intercultural dialogue platform(belçika), formosa ınstitute(tayvan), dunaj ınstytut dialogu(polonya) ve bunlar gibi onlarca kuruluş daha.

ayrıca fetöcü bu organizasyonun daha işlevsel olabilmesi için konfederasyon sistemleri de vardır.
yani belirli bir coğrafyada birkaç örgüt bir araya gelip bir çatı örgüte bağlanır ve bu çatı örgüt ile ortak hareket edilir.
örneğin amerika’daki, peace ıslands, rumi forum, pacifica ınstitute, ınstitute for ınterfaith dialogue, ıstanbul center ve niagara foundation gibi fetöcü kuruluşlar alliance for shared values adlı bir çatı örgütün altında birleşmiş durumdadırlar.

 

örgüt hiyerarşisi
bilindiği üzre masonlukta tam 33. derece vardır.
masonluğa girişte “çırak” olarak girersiniz, sonra sırasıyla “kalfa” ve “usta“lık mertebelerinden sonra gerçek masonluğa adım atar sırasıyla “ketum üstat“, “mükemmel üstat” ve “sır katibi” gibi derecelerle yükselirsiniz. bunlar gibi tam 33 derece vardır ve her bir derecenin farklı isimleri vardır.

gülen cemaatinde de hiyerarşi çok önemlidir.
fetö’ye bir “şakirt” olarak girersiniz, “talebe” olursunuz, “abilik ya da ablalığa” yükseldikten sonra “hoca” ve “imam” gibi mertebeler alırsınız.
imamlık mertebesi de kendi içinde bir hiyerarşik düzene tabidir.
semt imamı, kurum imamı, askeri imam gibi.
fetö’nün hiyerarşik yapısı tam olarak şu şekildedir;

lakin ilginçtir ki fethullah gülen bu hiyerarşik düzende “kainat imamı” gibi bir mertebeye sahip olup kendisini adeta tanrısallaştırmıştır.
masonlarda bu tip tanrısallaştırma yoktur.

özet olarak yukarıda belirttiğimiz tüm bu örnekler ışığında fetö’nün masonik organizasyonu kendine rol model aldığını, masonik usullerde dizayn edildiğini ve dolayısıyla mason örgütlerinin tesis etmek istediği “yeni dünya düzeni” amacına hizmet ettiğini kolaylıkla söyleyebiliriz.

 

 

ARAP İHANETİ GÜNÜMÜZDE DE DEVAM EDİYOR…

araplar oldum olası bir ihanet toplumu olmuşlardır.
bunu yıllar önce yazdığımız ve belgelere dayandırdığımız (bkz: Çağlar Boyu Arap İhanetleri)
başlıklı yazımızda sunmuştuk.

ama araplarda ihanet ve soysuzluk hiç bitmez.
yıllar öncesi yaptıkları ihanetlere kaldıkları yerden devam ediyorlar.

bugün pek çok arap ülkesinin bayrağı, arapların ihanetinin bir yansımasıdır.

osmanlı’ya ihanet eden hain arapların kullandığı bayrak bugün filistin, ürdün gibi ülkelerin bayrağıdır, aynı zamanda öso denilen teröristler de bizzat lawrence’in dizayn ettiği bu bayrağın renklerini kendi bayraklarında kullanmaktadırlar.

arapların bu isyanı ve isyanın bayraklarına yansımasının günümüzdeki en önemli örneklerinden biri de
ürdün dinarı üzerine işlenmiştir.

yukarıdaki görselde bugün hala tedavülde olan ürdün dinarını görüyorsunuz.
1 ürdün dinarı üzerindeki adam, şerif hüseyin‘dir. (hüseyin bin ali)
kendisi, ingilizlerle işbirliği yapıp, meşhur ingiliz casusu lawrence’la beraber
osmanlı ordusuna saldıran arapların lideri.

paranın diğer yüzünde, altta, ingilizce olarak “great arab revolt” yazıyor,
yani “büyük arap isyanı

işte üzerinde “büyük arap isyanı” yazan bu para bugün “müslüman din kardeşlerimiz”in elinde dolaşıp duruyor.
onların hafızalarındaki türk düşmanlığını onlara her an hatırlatmaya devam ediyor.

arapların günümüzdeki en önemli ihanetlerinden biri de sözde ermeni soykırımını desteklemeleri,
kabul etmeleridir.

işte uğurlarına milyarlarca dolar yardım topladığımız, israil ile ilişkilerimizi kopma noktasına getirdiğimiz filistin.
sözde ermeni soykırımının 100. yılı anısına filistin devleti pul bastırıyor;

sadece filistin mi?

suriye’nin başkenti şam’da, şam belediyesi tarafından sözde soykırımın 100. yıldönümü nedeniyle
bir meydana “ermeni soykırımı kurbanları meydanı” adı verildi.

suriye ile birlikte lübnan da sözde ermeni soykırımını tanıyan ülkelerden biri.
lübnan parlamentosunun aldığı karar ile 24 nisan günü, “soykırım kurbanlarını anma günü”
ilan edilmiştir.

aşağıda erivan’daki sözde soykırım anıtını ziyaret eden arap devlet adamlarını görüyorsunuz;

bu arada yine filistin, olmayan bir kürdistan’ı tanımış, kürdistan ile ilişkiler kurmuştur.
2012 yılında “al nakba kupası” adı altındaki bir futbol turnuvasında filistin, kürdistan ülkesinin varlığını resmen kabul etmiştir; Kaynak;

bütün bunların pkk ile ilişkileri de malum herkesin bildiği bir durum.

ayrıca ülkemizde başımıza gelen hiçbir trajik olayda, verdiğimiz şehitlerde,
bombalı saldırılarda arap dünyasından bir tepki gelmemesi,
bunların türk düşmanlığına yorulabilir pekala.

evet,
onlara biz “kardeşim” dedikçe onlar eski alışkanlıkları olan hainliklerine devam ediyorlar.
gelecekte de edecekler.

unutmayın ki araplarda hainlik bitmez.

ÇANAKKALE’DE ŞEHİT OLAN SURİYELİLER YALANI…

cumhurbaşkanımız recep tayyip erdoğan’ın saçma suriye politikasına destek olmak adına uydurulan yalandır.
buna göre çanakkale savaşlarında en fazla şehidi halep ve şam vilayetlerinden vermişiz.

peki bu doğru mu?

gerçekten çanakkale savaşlarında en fazla şehit verdiğimiz bölgeler bu vilayetler mi?
bu vilayetlerden çanakkale savaşlarına kaç kişi katıldı?
katılanlar arap mıydı?

öncelikle çanakkale savaşlarında verdiğimiz şehitlerin vilayetlerine bakalım.

çanakkale savaşlarında verdiğimiz şehit sayısı 57.000(elli yedi bin) dir. 11.000’de kayıp askerimiz var(akibeti meçhul)
bu 11 bin kayıp içinde firar edeni de var, esir düşüp akibetinden haberdar olunamayanı da.
yani toplam kaybımız 68-70 bin civarındadır.

şu an itibariyle genelkurmay’ın, daha doğrusu kara kuvvetleri komutanlığı’nın resmi internet sitesinde “çanakkale şehitleri”ne dair tek bir belge bulunmamakta.
eskiden vardı.
çanakkale’de şehit düşen kahramanlarımızın isimleri, baba adları, kütükleri, geldikleri iller vardı.
ama şu an bu suriye goygoyu dolayısıyla bu istatistiki bölüm kaldırılmış. kara kuvvetleri komutanlığı’nın resmi sitesinde böyle bir belge yok.
belli ki buraya girip suriyelilerin de suriye’de savaşıp şehit olduğu uydurması ortaya çıkmasın diye rica ile kaldırtılmış.

herneyse,
dedikodularla işimiz yok.
biz gerçeklere bakalım, kara kuvvetleri bilerek mi, rica ile mi kaldırdı emin değiliz. dedikodu yapmanın alemi yok.

suriyeci tayfa diyor ki;
“suriyelileri vatandaş yapalım, çünkü onlar osmanlı. çünkü onlar çanakkale’de savaştı, şehit düştü…”
hatta ileri gidiyorlar, “çanakkale savaşlarında en çok şehit veren 3 il” diye uydurma istatistikler paylaşıyorlar.
1-halep
2-şam
3-bursa.

halep 8000 şehit vermiş, şam da 6000.
rakamlar değişkenlik gösteriyor, ama yalanlar bir.

böyle yaparak suriyeli arapları yüceltmeye çalışırken bursa’nın, kastamonu’nun, konya’nın, balıkesir’in hakkını yiyorlar.
zira bursa, kastamonu, konya ve balıkesir çanakkale’de en fazla şehit veren illerimiz.

elbette çanakkale’de savaşmış, şehit düşmüş suriyeliler var.

ama bu suriyelilerin yüzde 90’ı türkmen. 

halep’in bir türk şehri olduğunu bilmeyenler, unutanlar, çanakkale şehitliklerinde “halep” yazılı levhaları gördüklerinde bu suriyeli mültecilerin atalarının gelip burada şehit düştüğünü zannediyorlar malesef.

çanakkale savaşlarında görev almış tam 4 tane “`halep türkmen taburu`” var.
çanakkale savaşlarında görev almış arap taburları da var.

ama çanakkale savaşlarında firar eden 70 bin de asker var ve bu firarilerin tamamı kürtler ve araplardan oluşuyor.

şehit düşen arap yok mu?
var tabi.

örneğin bugün suriye ve lübnan’da bulunan `mikdat aşireti` 50 civarında şehit vermiş. bu aşiretin tamamı şii-nusayri arap.

konu dışı not:
(mikdat aşireti örneğini özellikle verdim, birkaç yıl evvel lübnan’da türk vatandaşı kaçırmışlardı da stratejik derinlik uzmanı ahmet davutoğlu neden kaçırdıklarını anlamamıştı.
oysa mikdat aşireti 2. abdülhamid tarafından madalya ile ödüllendirilmiş bir aşiretti. ama yeni osmanlıcıların bundan da haberi yoktu.)

herneyse, rakamlar ile konuşmaya başlayalım yavaştan.

efendim 1914 yılı itibariyle osmanlı’nın halep vilayeti’nin nüfusu 1.100.000’dir.(bir milyon yüz bin)
iş bu tarihte halep vilayetine bağlı sancaklar şunlardır;

-halep sancağı.(halep, antakya, iskenderun, idlip gibi şehirler halep sancağının kazasıydı)
-antep sancağı,(antep, kilis vb)
-maraş sancağı,
-urfa sancağı,
-zor sancağı,
-cebelisemaan sancağı.

işte bu halep vilayeti toplamda 6 sancak merkezinden müteşekkil olup bu 6 sancak merkezinin 3 tanesinin tamamı bugün türkiye sınırları dahilinde olup, halep sancağının da pek çok kazası ülkemiz sınırları içindedir.

nüfustan gidersek, 1914 yılı halep sancağının 1 milyon 100 bin nüfusunun 700 bini bugünkü türkiye cumhuriyeti sınırları dahilindeki merkezlerdedir.

yani, 1914 yılında halep vilayetinden çanakkale savaşlarına katılabilecek toplam nüfus 400 bin civarındadır, bu nüfus içinde araplar, kürtler, süryaniler, yezidiler, ermeniler, rumlar ve türkmenler bulunmaktadır…

artık halep vilayetinden gelip de çanakkale’de silah altına alınmış kaç arap vardır varın siz hesap edin.
bu demografik bilgiler ışığında soruyorum, halep vilayetinden çanakkale’ye gelen araplar 8000 ya da 6000 şehit vermiş olabilir mi?
bu soruyu cevaplarken lütfen firar eden 70.000 askeri de hesaba katın.

halep vilayeti 1914 nüfus verileri;

geçelim.

evet geçelim en çok şehit verdiği iddia edilen bir başka merkez olan şam(suriye) vilayetine.
bu vilayetimizin de 1914 itibariyle nüfusu 950.000 civarındadır. bu nüfusunda yüzde 60’tan fazlası arap olan bu vilayetimiz değil çanakkale cephesine asker vermek, bizzat içinde bulunduğu filistin cephesine dahi asker göndermemiş, filistin ve sina cephelerinde türk askerleri çarpışırken bunlar lawrence’in başlattığı arap isyanına dahil olmuş ve osmanlı’yı arkadan vurmuşlardır.
sırf `megiddo muharebesi`nde osmanlı’ya karşı savaşan 50.000 suriyeli vatan haini vardır.

hemen yanıbaşında suriye-filistin-sina cepheleri varken, suriye(şam)vilayetinden gelip çanakkale’de savaşmak mantık dışıdır.
kendi cephelerinde savaşmamış şam araplarının çanakkale’de şehit düştüğünü söylemek cahilliktir, deliliktir, zır deliliktir.

ama hak yememek lazım.
çanakkale’de bazı suriyeli araplar var. tarih yazıyor onları.
örneğin kurmay binbaşı şamlı lütfi gibi.
şamlı lütfi su katılmamış bir hain ve ingiliz işbirlikçisidir. yanındaki suriyeli subaylar ile birlikte anafartalar muharebelerinde ingilizler ile işbirliği içinde bulunmuş, mustafa kemal tarafından cepheden uzaklaştırılmış, daha sonra döndüğü memleketinde yine ingilizler ile işbirliği içinde olduğundan dolayı vatana ihanetten idam edilmiştir.
keza suriyeli lütfi gibi binbaşı mustafa da şamlı bir vatan hainidir, o da vatana ihanetten dolayı idam edilmiş bir suriyelidir.

bu anafartalar muharebelerindeki suriyeli ihanetine şurada değinmiştik;  (bkz: Çanakkale’de Osmanlıya ihanet eden Suriyeli…)

bunun dışında alman istihbarat raporlarına göre, çanakkale cephesinde silah altına alınan kürt unsur 12.000 iken, arap unsur(şii-sünni karışık) toplam 10.000’dir.
osmanlı ordusu’nun yönetimini elinde tutan almanlar çanakkale cephesi için 10.000 arap askere alıyor ki bunların içinde filistinlisi, ürdünlüsü de var, ama bizim suriye sevicileri çanakkale’de 14-15000 suriyeli’nin şehit düştüğünü ilan ediyor.
komediye bakın.

şimdi bütün bunların ışığı altında hala çanakkale’de halep’ten 8000, şam’dan 6000 şehit suriyeli kardeşimiz var diyecek çıkar mı acaba?

osmanlı devleti 1914 nüfus istatistikleri;

ÇANAKKALE’DE OSMANLIYA İHANET EDEN SURİYELİ

çanakkale de suriyeliler de şehit oldu geyiği yapanların nedense görmezden geldiği biri var.

kurmay binbaşı şamlı lütfi

şimdi sizlere bu suriyeli sünni arap’ın ihanet vesikasını aktaracağım ki belki “suriyeliler bizim kardeşimiz” demekten biraz olsun utanır, suriyeliler konusunda bir kez daha düşünürsünüz.

şamlı lütfi adına çanakkale cephesinde rastlıyoruz.

şamlı lütfi’nin ve beraberindeki suriyeli arapların yaptıklarını anafartalar grup komutanı albay mustafa kemal(atatürk)’in yaveri, teğmen cevat abbas(gürer) şöyle anlatıyor.

alıntı
bütün subaylar ve erler, çok kere aç, susuz, uykusuz savaşıyordu. bir gün şamlı lütfi adındaki kurmay binbaşının, yeni gelen iki teğmenle pek samimi olduklarını gördüm. aralarında arapça konuşuyorlardı.
“herhalde hemşerileridir, onu ziyarete gelmişlerdir” diye düşündüm.
fakat, binbaşı lütfi, az sonra bu iki teğmenin tayin emirlerini vererek görev yerlerinin belirlenmesini istedi.
bu talep içime bir kurt düşürdü.
tamamen önsezi ile o iki teğmeni muharip kuvvetlere değil, geri hizmete vererek araba kollarına memur ettik.
ama bu görev yerini binbaşı lütfi’nin onaylaması gerekiyordu.
elimdeki yazı ile onun yanına gittiğimde şiddetli ve öfkeli bir itirazla karşılaştım.
şamlı lütfi, yeni gelen teğmenlerin geri hizmete değil, muharip hatlara gönderilmesini istiyordu. üstlerini de ikna ederek bu isteğini yerine getirdi.
alıntı

şimdi burada mustafa kemal’in yaveri cevat abbas, şamlı binbaşı lütfi ve onun görevlendirmek istediği suriyeli iki teğmenden şüpheleniyor.
neden?
durduk yere şüphelenmesi sebepsiz.
illa ki bir sebebi olmalı.
keza, teğmenleri geri hizmete atamasına rağmen, şamlı lütfi buna şiddetle karşı çıkıyor ve üstleri ile konuşarak bu iki suriyeli teğmeni ısrarla muharebe hattına atıyor.
neden?

nedeni birkaç gün içindeki muharebelerde ortaya çıkıyordu.

cevat abbas, hâlâ bu işte hemşerilik gayretinin rol oynadığını düşünüyordu.
fakat öyle olmadığı kısa zamanda anlaşıldı. o iki arap teğmen, yanlarına birer çavuş da alarak, bir gece, kahramanca dövüşen birliklerimizin siperlerini terk edip düşman tarafına geçme alçaklığını gösterdiler.
bu hainlerin düşmana verdikleri bilgiler yüzünden anafartalar cephesindeki çarpışmalar şiddetlendi ve binlerce türk çocuğu şehit oldu.

şamlı lütfi’ye gelince;
harekat şube müdürü iken, ilk nöbetleri sırasında gösterdikleri kayıtsızlık sebebiyle, tümen kumandanı mustafa kemal, binbaşı şamlı lütfi ve onun gibi arap asıllı binbaşı mustafa’nın ellerine derhal ilmühaberlerini verip ordu emrine gönderdi.

bu ikisinin kayıtsızlığı cehaletlerinden ileri gelmiyordu, soylarının dürtüsüyle hareket ederek türk’ün başarısına hizmet etmekten kaçınıyorlardı. mustafa kemal, bunun hemen farkına varmıştı.

aradan zaman geçti.
cevat abbas, şamlı lütfi’nin suriye’deki 4. ordu emrine verildiğini duydu.
bu ordunun kumandanı, aynı zamanda geniş yetkilere sahip suriye valisi olan cemal paşa idi.

şamli lütfi, türk ordusunun gerilerinde arap isyanı hazırlayan kimselerle birlikte yakalandı ve idam edildi.
ihanet cezasını bulmuştu.

evet, şamlı lütfi suriyeli bir araptı.
osmanlı ordusunda yüksek mevkiye gelen, kuran üzerine, allah üzerine, şeref ve namusu üzerine vatana bağlılık yemini eden bir arap.

ama şüphesiz ki diğer soydaşları gibi o da kansızdı.
bu kansızlığı neticesinde de kendisine kucak açan osmanlı’ya ihanet etmekten geri kalmadı.
çanakkale ve suriye cephelerinde ingilizlerle işbirliği yaptı ve binlerce türk evladının kanına girdi bu hain…

şimdi merak ediyorum, çanakkale cephesinde suriyeliler savaştı ve şehit oldu diyenler, tek bir suriyeli arap’a dair bir kahramanlık hikayesi neden anlatamıyor.
neden kayıtlarda arapların herhangi bir kahramanlığı yok da, belgeler, komutanlar hep bunların hainliklerini anlatıyor?

siz hala suriyelilerin çanakkale’de bizimle birlikte savaşıp şehit düştüklerine inanıyor musunuz?

inanmayın.
rakamları, belgeleri de paylaşacağım.
bunun gibi başka örnekleri de paylaşacağım.

RESTORE EDİLİRKEN ÇÖKERTİLEN 2000 YILLIK KÖPRÜ…

Son zamanlarda ülkemizde yaşadığımız pek çok restorasyon facialarından bir başkası…

Evet, İzmit’te bulunan ve birkaç ay öncesine kadar üzerinden kamyon dahi geçebilen roma dönemine ait taşköprü, restorasyona alınıp güya tamir edilirken çökertildi.

köprünün restorasyon öncesi hali;

ve restore edildikten sonraki halleri;

Evet, üzerinden kamyon dahi geçebilen bu köprüden artık insan geçmesi bile tehlikeli, nitekim bunla ilgili uyarı levhaları da konulmuş.

KABE’NİN ÇATISINDAKİ ALTIN OLUK…

Hicaz’ın Osmanlı Hakimiyetinde olduğu dönemde Türkler tarafından yaptırılan ve Kabe’nin üzerine seyrek de olsa yağan yağmurların bereket getirmesi için yapılan bir oluk bulunmaktadır.

Oluk, saf altından olup, kıymetli bir sanat eseridir.

Altın oluk, Kabe’nin Hatîm’e bakan duvarının üst ortasında bulunur ve 1627’de yapılmıştır.

Kabe’deki Altın Oluk’un en önemli özelliği, oluğun yönünün Türkiye’yi göstermesidir. bu da “Kabe’den akacak suyun rahmeti ve bereketi ülkemizin üzerine gelsin” manasındadır.

SAMUMED ve OSMAN KİBAR…

Yiğit namıyla anılır, bilinen adıyla “Asfalt Osman”dır Osman Kibar.
Eski İzmir belediye başkanıdır kendisi.
Lakin dünya Asfalt Osman’ı değil, kendisi ile aynı adı taşıyan torunu Osman Kibar’ı tanıyor.
ne müthiş bir başarı, ne müthiş ve gurur duymamızı sağlayan bir öykü…

evet, asfalt osman’ın torunu büyüdü, amerika’ya gitti, burada bilim adamı oldu.
şimdi dolar milyarderi.
ama onu asıl meşhur eden şey ve onu gelecekte dünyanın en zengin insanları arasına sokacak olan şey “yaşlanmayı tersine çeviren ilacı” üretmeyi başarması…

bir türk, yaşlanmayı tersine çeviren (bkz: anti aging) ilacı ile önümüzdeki yıllarda çokça konuşulacak.
tarih bir türk tarafından yeniden yazılıyor nitekim.

SAMU

işte osman kibar, bu alanda çalışmalarıyla tanınan san diego merkezli “samumed” firmasının kurucusu ve aynı zamanda ceo’su.
forbes dergisi tarafından samumed firmasının şu anki piyasa değeri 12 milyar dolar olarak lanse ediliyor.

samumed’in en büyük iddiası, geliştirdiği ilaçların yaşlanmayı tersine çevirmesi. bu ilaçların bir kısmı aynı zamanda, dökülen saçları hiçbir ek işlem olmadan yeniden çıkartıyor; beyazlayan saçların da eski rengine geri dönmesini sağlıyor.
diğer ilaçları ise, eklem ağrılarını yok edip omuriliği onarabildiği iddiasını taşıyor.
şirket tarafından geliştirilen ve yine wnt eksenindeki diğer grup ilaçları ise, dizlerde yaşlanma etkilerini ortadan kaldırıyor, omurilik disklerini onarıyor ve akciğer kanseri tedavisinde yaraların iyileşmesini sağlıyor.

bu ilaçlardan bazıları insanlar üstünde test edilmeye başlandı bile.

12 milyar dolarlık samumed’in kurucusu, finansal direktörü, hukuk direktörü ve tıp direktörü türk.
bunların dışında şirkette başka türk isimler de çalışıyor.

ne yazık ki ülkemiz, bilim adamlarına, fenne, tıbba, araştırmalara yatırım yapmak yerine şu sıralar, diyanete, kutlu doğum haftasına, hafızlara, hocalara yatırım yapmayı tercih ediyor.
işte bu yüzden de bizler doğdukları topraklar yerine amerikalarda başarıyı bulan aziz sancar gibi, osman kibar gibi bilim adamlarımızla gurur duyuyoruz.

yine ne yazık ki, bu bilim insanlarının geliştirdikleri projelerden de en son yararlanacak olanlar yine biz türkleriz.

 

YABANCI ÜLKELERDE BASILAN ATATÜRK PULLARI

Ülkeler için pul basmak ve bu pullar üzerinde işlenen konular çok önemlidir. Pul basmak bir özgürlük-bağımsızlık alametidir ülkeler için.

Bu pullardan bazıları vardır ki çok özeldir. Özel insanlar için, özel günler için basılır,  hatırası çok önemlidir.

İşte bu pullardan “Atatürk Pulları” da Filatelistlerin gözbebeği olan pullardır.

ARJANTİN;

İRAN;

 

KKTC;

PAKİSTAN;

BANGLADEŞ;

atatürk pul

AFGANİSTAN;

 

TUNUS;

 

HİNDİSTAN;

 

MISIR;

GİNE;

 

MAKEDONYA;

 

MORİTANYA;

 

NİKARAGUA;

 

MARSHALL ADALARI;

 

ABHAZYA;

 

 

 

Bakü Fatihi; NURİ KİLLİGİL…

nuri paşa
Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil(paşa) bakü fatihi‘dir.
kafkas islam ordusu‘nun muzaffer kumandanıdır.

ingilizler, ruslar, ermeniler ve sovyet azerilerine karşı kafkas islam ordusu ile mücadele vererek bakü’ye girdiğinde henüz 29 yaşındadır nuri paşa.
bu dörtlü koalisyona karşı tam 12 zafer kazanmıştır.
ve o, o gün bakü’ye girmese idi, bugün azerbaycan bayrağında bir ay yıldız olmayacaktı.
ve hatta bir azerbaycan olmayacaktı bugün.

atatürk o’nun hakkında şöyle demiştir;
keşke benim de nuri gibi bir kardeşim olsaydı…”

nuri paşa da abisi gibi bir vatansever, abisi gibi bir turan sevdalısıydı.

zaten turan sevdası uğruna düşmüştü yollara, çıkmıştı seferlere.

o’nun adına yakılmıştı “kafkasya dağlarında çiçekler açar” türküsü, tıpkı abisinin adına yakılan “hoş gelişler ola kahraman enver paşa” türküsü gibi…

ve dahi herkes emindi ki, kurtuluş savaşı sekteye uğrasaydı, abi kardeş yeteceklerdi anadolu’nun imdadına.

nuri paşa’nın hayatında 1920-1937 arasındaki tarihlerde birşeyler eksik hep.
hatta 1937 değil de 1940’a kadar ne yaptığı gaip.

ama biz biliyoruz ki nuri paşa bu tarihler arasında da hep turan sevdasının peşinde koştu.

biz alla bilen” ve “tengri biz menen” diyen türkistan lejyonlarının yaratıcısı oydu.
sovyetler birliği işgali altındaki türklerden lejyonlar oluşturmak onun fikriydi ve almanya bu fikri hayata geçirmiş, son derece de başarılı olmuştu.

asıl başarı türkiye’nin almanya yanında savaşa girip güneyden sovyetler birliğine girmesi ile yakalanacaktı. ama bazı güçler nedense buna mani oldu.

1939’dan 1944’e kadar türkiye’nin yüzde 90’ı almanya’nın yanında savaşa girmeyi beklediyse de birileri buna engel olarak türkiye için büyük bir tarihi hataya imza attı.

oysa nuri paşa gerekli desteği de planları da hazırlamış, ankara’da gerekli kulisleri yapmış, gerekli taraftarı sağlamıştı.

olmadı.

nihayet savaş bitti.
ama nuri paşa’nın turan hayallerine ket vuranlar, nuri paşa’nın yaptıklarını unutamadı.
ondan intikam almak istediler.

beklediler,
beklediler…

türkiye cumhuriyeti’nin kendi tabancasını, kendi tüfeğini, top ve havan mermisini ürettiği sütlüce’deki killigil silah fabrikasına sabotaj tertiplediler.

o sabotaj sonrası yaşanan patlamada tam 27 kişi şehit oldu.
bu fabrika o gün patladığında tam 25 ülkeye ihracat yapıyor, silah satıyordu.
ama bu fabrika türkiye’de olmasına rağmen, türk silahlı kuvvetleri envanterinde bu fabrika’dan alınan tek bir mermi bile yoktu.

suriye, mısır, pakistan gibi ülkeler “biz alla bilen” diyen nuri paşa’dan silah alıyordu.

tabi ki ingilizler bu duruma çok kızıyorlardı, çok da baskı yapıyorlardı türkiye’ye.

“bu topraklarda hiçbir başarı cezasız kalmaz”dı, kalmadı da.
sütlüce’deki fabrika’da bir katliam yapıldı.

27 can şehit oldu.

güya bunlardan biri de bakü fatihi nuri paşa‘ydı. ama çıkan cesetler içinde nuri paşa’ya dair hiçbir şey yoktu.

o gün nuri paşa’nın hakka yürüdüğü gündü. ama nuri paşa’nın cesedi hiçbir zaman bulunamadı.

belki de birkaç moskof, birkaç ingiliz, birkaç ermeni köpeğinin daha canını almadan göçüp gitmedi bu dünyadan.

ruhu şad, mekanı cennet olsun…
nuri paşa2
—————————————————
özel not: bu toprakların öz evladı olan üç girişimcinin (nuri demirağ, nuri killigil, vecihi hürkuş) üçünün de önünü kesen adam, “milli şef” ismet inönü’dür.
bu üç ismin de önünün kesilmesi, yaptığı işlerin baltalanması bu ülkeye yapılan en büyük ihanetlerden birkaçıdır.
ingilizler ile gizli pazarlıklar ve alınan üç kuruşluk bahşişler bu ülkeye onlarca sene kaybettirmiş, bu topraklardaki komprador köpeklerinin yabancı sermaye ile halkın kanını yıllarca emmesi garanti altına alınmıştır.
evet ismet paşa’nın yaptığı olumlu şeyler, hizmetler unutulamaz muhakkak. ama bu vatanperver insanları harcayarak bu ülkeye verdiği zarar da tartışılmaz.

killigilta

GEYİKLİ BABA

geyikli3

GEYİKLİ BABA (BABA SULTAN)

Anadolu’nun bir Türk Yurdu olmasında büyük katkısı olan Horasanlı Erenlerden biridir.
Anadolu’ya Azerbaycan’ın Hoy şehrinden gelmiştir.
Menkibelerde geyik üzerine binip cenke katıldığından bahsedilmesinden ötürü “Geyikli Baba” lakabıyla anılmaktadır.
Geyikli Baba, Osman ve Orhan Gazi Hanların yakın silah arkadaşı Turgut Alp’in samimi dostudur.
Zaten kendisini Orhan Gazi ile tanıştıran da Turgut Alp’tir.

geyikli6
Orhan Gazi Geyikli Baba ile tanıştıktan sonra bu mühim manevi öndere İnegöl ve havalisini vakfetmek ister, lakin Geyikli Baba “Mülk Allahındır” diyerek kabul etmez. Israrlar sonucu Orhan Gazi’yi kırmamak adına bugün kabrinin bulunduğu köyde kendisi ve müritleri için bir dergah tahsis edilmesini ister sadece.
Geyikli Baba türbesinin içinde erenlerin yanında kabri bulunan zat ise Germiyanoğulları Beyliğinden bir saltanat sahibi olup, tacını ve tahtını bırakarak Geyikli Baba’ya yarenlik etmiş bir Gazi’dir.

geyikli5
Ayrıca bugün Türbenin hemen yakınındaki ulu çınar ağacı 700 seneden ziyade bir yaşa sahip olup bizzat Geyikli Baba tarafından dikilmiştir.

geyikliçınar2

geyikliçınar

geyikli çeşme

geyikli1

geyikli4

MALATYA’DA BULUNAN GÖKTÜRKÇE MEZAR TAŞI

Malatya’nın Arapgir ilçesine bağlı Onar köyünde bulunan mezar taşıdır.

malatya

malatya’nın arapgir ilçesi bilindiği üzre alevi-türkmen nüfusun yoğun olduğu bir ilçedir.
onar köyü de adını “onar sultan” adlı erenden alan bir alevi köyüdür ve türkiye’nin en eski cemevi bu köydedir.

bu göktürkçe mezar taşının seceresini iki şekilde açıklamak mümkün.

1)bizans ordusunda paralı askerlik yapmakta olup bizans tımar sistemi ile birlikte bölgeye yerleşen uz-peçenek-kıpçak türklerine ait olabilir.

2)malazgirt savaşı sonrası anadolu’ya gelen türk göçü ile birlikte orta asya’dan anadolu’ya gelen henüz müslümanlığı kabul etmemiş, bölgeye yerleşmiş gök tanrı inancına sahip türklere ait olabilir.

işte bu durumda şunu rahatça diyebiliriz ki;
“dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz…”

neticede her iki durumda da bu mezar taşı bir türk’e aittir.

ruhu şad olsun.

ATATÜRK’ÜN ADANA NUTKU

ermenilerin

Atatürk’ün Adana nutku, en az “atatürk ün bursa nutku” kadar önemli ve derin bir söylevdir.

atatürk’ün “türkiye türklerindir” fikrine dikkat çektiği ve türk tarihine derin göndermeler içeren, “ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur” dediği, vatandaşa milli bilinci izah ettiği, adana türk ocağı cemiyetinde, adanalı esnaflara yaptığı konuşmadır.

bu konuşmanın esasen ele alınması gereken, lakin türk milletini islam ile sentezlemeye çalışıp başka milletlerle kardeş yapma amaçlı saçma fikriyatın yıllardır sansürlemeye çalıştığı ana hatları şöyledir.

–alıntı–
efendiler…
ermenilerin ve sairenin bu verimli, bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur.
memleketiniz sizindir, türklerindir.
bu memleket tarihte türk’tü, o halde türk’tür ve sonsuza dek türk olarak yaşayacaktır.

gerçi bu güzel memleket eski asırlardan beri çok kere yabancı istilâlarına uğramıştı.

başlangıçta türk ve turanî olan bu ülkeleri iranîler zaptetmişlerdi.
sonra bu iranileri mağlûp eden iskender’in eline düşmüştü.
onun ölümüyle memleketler paylaştırıldığı zaman adana kıtası da silifkelilerde kalmıştı.
bir aralık buraya mısırlılar yerleşmiş, sonra romalılar istilâ etmiş, sonra doğu roma yani bizanslılar eline geçmiş, daha sonra araplar gelip bizanslıları koymuşlar; en sonunda asya’nın göbeğinden tamamen kaynayan türkler soyundan ırkdaşlar buraya gelerek memleketi, geçmiş ve asli hayatına iade ettiler.

memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı.
ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur.

bu bereketli yerler koyu ve öz türk memleketidir.

arkadaşlar, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve yetkisi olmadığı gibi, bu memleketi dışarıya muhtaç ettirmemek de size ait olan bir görevdir.

sanatın önemini takdir etmeli ve bu takdirin bugününün gereklerine göre, lâzım gelen araçlara yönelmekle olacağını anlamalıyız.
sizler ki çok çalışıyorsunuz. çok çalışanlar o oranda havaya, sakinliğe, dinlenmeye muhtaçtırlar.
–alıntı–

not: burada atatürk’ün ermeniler ile birlikte bahsettiği, “ermeniler ve saireler” ve “ermeniler ve diğerleri…” dedikleri ermeniler, kürtler, araplar vb gayri türk milletlerdir.
yani bu halkların türkiye üzerinde ne bir hakları, ne bir mirasları vardır.

türkiye, atatürk’ün de dediği gibi tarihte de türktü ve hep türk kalacaktır.
türkiye türklerindir, ne mutlu türküm diyene…

 

KAM DAVULU ve ÜZERİNDEKİ SEMBOLLER…

kam davulu

Çeşitli kaynaklarda, görsellerde, belgesellerde hep görürüz onu, kam(şaman) davulu denilen bu binlerce yıllık enstrüman, adeta Türk Tarihi ile iç içe geçmiş bir nesnedir.

Üzerinde garip şekiller bulunur, anlam veremeyiz çoğu zaman. İlgilenmeyiz belki de. Ama “Türk Kültürüne ait  binlerce yıllık bir nesnenin üzerindeki şekiller, çizgiler anlamsız, alelade şeyler olamaz” diye de düşünürüz elbette.

İşte Kam Davulunda bulunan semboller, çizgiler…Emin olun hiç biri anlamsız değil, hiç biri alelade şekiller değil…

1)Göğün Direği: Gök kubbeyi taşıyan kutsal direk. Direğin bir ucunda “uçmağ” diğer ucunda “kızıl tamu” bulunmaktadır.

2)Yer-Gök Çizgisi: Gök ile yeri ayıran çizgi.

3)Uçmağ: Ya da “Yukarı Gök” yani cennetin olduğu yer, Gök Tanrı’nın bulunduğu yerdir. İyi kişilerin ve savaşta ölenlerin tinleri  buraya yükselir.

4)Kızıl Tamu: “Aşağı Gök” yani cehennem olarak bilinen yer. Yerin yedi kat altındadır, Orada Erlik Han adındaki cezalandırıcı oturur. Kötü kişilerin tinleri, arınıncaya kadar Albız tarafından oraya götürülür.

5)Atlar: Türk kültüründe önemli bir yeri olan varlıklar da kam davulunda tasvir edilmiştir.

6)Sungur: Pek çok Türk aşiretinin ongun hayvanı olan sungur kuşları.

7)Alageyik: Yine Türk Kültüründe önemli bir yere sahip pek çok tamgada görülen ve bir çok boy tarafından ongun yapılan canlı.

8)Tabiat Ana: Türkler için doğa kutsaldır, doğanın, tabiatın bir ruhu olduğuna inanılır. Tabi ki tabiat ana tasfirinin de kam davulu üzerinde olması bu yüzdendir.

9)Türk-Turan Birliği: Türklerde birlik ve beraberlik çok önemlidir. Türk ve Turani topluluklar hangi devirde birleşmiş, birlik olmuşlarsa ortaya büyük devletler, büyük imparatorluklar çıkmış, birlik olan boylar yüksek medeniyetler kurmuşlardır. Bu sembolde de birliğin bir olmanın önemine dikkat çekiliyor.

10)Gökyüzü: Türkler tarafından kutsal sayılan ve Gök Bayrağa rengini veren, Türk’ün rengi olan mavilik.

11)Güneş ve Yıldızlar: Yine Türk kültüründe önemli bir yere sahip bir başka figür.

OSMANLI’ya SIĞINAN İNGİLİZ KORSANLAR

OSMANLI HİMAYESİNDE HOLLANDALI KORSANLAR…

“Osmanlı Himayesinde Hollandalı Korsanlar’dan sonra osmanlı’nın hoşgörüsü ile ödüllendirilen korsanlardır.

şüphesiz ki kaptan jack sparrow, ya da bizim bildiğimiz adıyla “yusuf reis” bunlardan biridir.

evet, o yusuf reis’in hayatı film karakteri kaptan jack sparrow’ailham olmuştur.

yusuf reis’in asıl ismi john ward‘dır. kendisi bir ingilizdir. protestandır.
john ward ingiltere-ispanya savaşı sırasında kraliçe’nin izniyle korsanlık yapmaya başlar ve katolik ispanya ve müttefiklerinin gemilerini yapmalamaya başlar.
atlantik’te ve karayiplerde yağmalar yapar, lakin bu yağmaların birinde ispanyollar tarafından yakalanıp karayiplerde hapse atılır. bu esnada da ingiltere ve ispanya barış antlaşması yaparlar. john ward piç gibi ortada kalır. bunun üzerine etrafında topladığı kendi gibi birkaç esir ile birlikte limandan küçük bir gemi çalar ve akabinde bu gemi ile büyükçe bir fransız gemisini ele geçirir. ele geçirdiği gemiye “little john” adını verir ve karayipleri terk ederek akdeniz’e gelir.

küçük john akdeniz’de korsanlık yapmaya başlar, korsanlık faaliyetleri sırasında ispanyol donanmasıyla girdiği bir mücadelede kendisine yardıma bir osmanlı korsanı olan “osman dayı” gelir.
osman dayı da aslen bir ingilizdir ve osmanlı’ya sığınmış, tunus beylerbeyi himayesine girmiş ve müslüman olmuştur.

bunun üzerine küçük john da müslüman olur ve yusuf reis adını alır.

görselde karayip korsanları film serisinin başrol karakteri olan jack sparrow’un sonradan osmanlı vatandaşı olmasına gönderme yapılmış. kaptan jack’ın küpesinde osmanlı ay yıldızı açıka görülüyor.

osmanlı impratorluğu’ndan oldukça uzak bulunmasına rağmen john gibi binlerce ingilizin müslüman olması ve korsanlık yaparak kendi ülkelerinin ticaretini baltalaması ingiltere’de bir korku havası yaratmıştır. insanları islamiyetten soğutmak için o zamanın gazetesi demek olan tiyatro sahnelerinde müslüman olanları tanrı’nın cezalandırdığı, türkleri vahşi ve şeytanî varlıklar gibi gösteren oyunlar tertip edilmeye başlandı.

tabi osman dayı ve john ward dışında da örnekler var osmanlı’ya sığınan ingiliz korsanlar içinde.

biliyorsunuz ki ispanya-ingiltere savaşı sonrası ingiltere, uluslararası sularda her türlü korsanlık faaliyetini yasaklamış ve korsanlık yapan hristiyanların infazına karar vermiştir.

burada ince bir ayrıntı hemen dikkat çekiyor evet.
korsanlık yapan hristiyanların infazı…”

bu karar sonrası korsanlık yapan pek çok denizci de müslümanlığa geçmiş ve osmanlı vatandaşı olmuşlardır.
bu yolu ilk seçenler hollandalı korsanlardır.
(bkz: osmanlı ya sığınan hollandalı korsanlar)

bunların en ünlüsü de “küçük murat reis” yani “jan janszoon van haarlem” dir. bunları hep işledik, kısa bir hatırlatmaydı sadece.
(bkz: küçük murat reis/#18691105)

neyse, efendim hollandalı korsanların osmanlı tabiyetine geçerek uluslararası sularda rahat rahat yelken basmaları sonrası, ingiliz korsanlar da aynı yolu seçmişlerdir.

osman dayı(kara osman), yusuf reis’ten sonra, kaptan samson, anthony johnson, yarmouth piskoposu richard ve southamptonlu james procter gibi meşhur korsanlar da osmanlı vatandaşı olmuş ve müslümanlığı seçmişlerdir.

 

ATATÜRK ve BOZKURT…

Atatürk büyük bir kumandan, büyük bir asker olduğu kadar büyük bir devrimciydi de.

o yok olmanın eşiğindeki bir ulusa milli bilinci aşılayarak millete genç ve dinamik bir cumhuriyet armağan etmekle kalmamış, aşıladığı bu milli bilinci hem bilimsel temellere dayandırmış, hem de çeşitli sembollerle bu milli bilinci ayakta tutmaya çalışmıştır.

işte atatürk’ün milli bilinci ayakta tutmak namına kullandığı bu sembollerden biri ve hiç şüphesiz en önemlisi de türk milleti’nin sembolü ve yol göstericisi olan “bozkurt”tur.

bozkurdun türk milleti için öyle bir önemi vardır ki çağlar içinde türkler kendilerini “börü budun“(kurt kavmi) olarak da adlandırmışlardır.

işte ulu önder’in öne çıkardığı, tavsiyede bulunduğu, uygulamaya koyduğu bazı bozkurt sembol çalışmaları.

türkiye cumhuriyeti devlet armasındaki bozkurt figürü özellikle atatürk tarafından koydurulmuştur.

bozkurt figürlü paralar;
5 tl:


10 tl:

atatürk’ün hayali, bozkurt başlı gök bayrak;

atatürk’ün ibrahim çallı’ya yaptırdığı ergenekon’dan çıkış tablosu;

kahramanmaraş kalesine yaptırılan bayrak tutan bozkurt heykeli;

malatya mebusu dr hilmi bey’e yazdırdığı bozkurt cumhuriyet marşı;

türk ocakları amblemi;

tbmm’de bozkurt sembolü;

chp’nin bozkurtlu afişi;

bozkurt pulları;

atatürk’ün çalışma masasını süsleyen bozkurt;

1935 yılında piyasaya çıkan bozkurt sigarası;

cumhuriyetimizin 10. yılı dolayısıyla hazırlanan bir afiş;

yozgat; atatürk ve bozkurt heykeli;

tcdd bozkurt ve karakurt lokomotifleri;

bozkurt armalı tebrik kartlı;

atatürk dönemi türkiye haritasında bozkurt amblemi;

türkiyat enstitüsü ambleminde atatürk’ün isteği ile çizilen bozkurt;

1927 yılında basılan bir gazetenin ilk sayfası. atatürk ve hemen altında bozkurt amblemi;

türkiye idman cemiyetleri broşürü ve güreş federasyonu logosu;


atatürk, türk gençliği ve bozkurt;

atatürk ve bozkurtlu afiş;

bozkurt dergisi;

halk dostu gazetesi;

harold c. armstrong’un “grey wolf”(bozkurt) isimli biyografi kitabı;

bozkurt-lotus davası ve atatürk’ün mahmut esat bey’e “bozkurt” soyadını vermesi;

işte atatürk’ün aşıladığı bu milli bilinç ve bozkurt’u türk milletinin sembolü haline getirmesi ile toplum olarak bozkurta ve bozkurt sembolüne sahip çıkmaya başladık o dönem kurulan pek çok şirket, gerek isimlerinde, gerek amblemlerinde bozkurt figürünü kullanmayı tercih etti. bozkurt mensucat, bozkurt metal, çift kurtlar vb gibi…yani atatürk’ün yol göstermesi ile türk milleti ongununu benimsedi ve sahiplendi.

son olarak bonus;
boskurt işareti yapan atatürk;

 

TÜRKİYE’NİN TAHRAN’DAN KURTARDIĞI 215 JAPON…

yakın tarihimizin pek bilinmeyen, hatırlanmayan kahramanlık örneklerinden biridir.

1985 yılının ilkbaharında iran-ırak savaşı son hızıyla devam etmektedir.
18 mart 1985’te saddam hüseyin bir gün sonra iran’a hava saldırısı başlatacağını, askeri-sivil hedef göstermeksizin iran hava sahasındaki her şeyi vuracaklarını tüm dünyaya duyurmuştu.

tüm dünya iran’da bulunan vatandaşlarının tahliyesine başlamıştı.
tabi iran’da pek çok yabancı bulunuyor, çalışıyordu. avrupa’dan onlarca uçak kalkmış, iran’daki avrupalıları tahliye etmeye başlamıştı.

lakin tahran’da bulunan nissan fabrikasında çalışan 215 japon vatandaşı iran’dan çıkmayı başaramamış, kendilerini savaş hattının dışına taşıyacak bir vasıta bulamamışlardı.

japonya’nın tahran büyükelçisi ülkesinden uçak talep etmiş, lakin japonya’ya ait hava yolları şirketleri iran ve ırak’tan herhangi bir garanti alamadıkları için tahran’a uçmayı reddetmişlerdi. keza avrupalı hava yolları şirketleri de buna yanaşmamıştı.

japonya’nın tahran büyükelçisi yutaka nomura çaresiz bir şekilde türkiye’nin tahran büyükelçisi ismet birsel’i arayarak durumu anlattı ve “türk hava yollarının tahran’a özel sefer düzenleyip düzenleyemeyeceğini” sordu.

büyükelçi ismet birsel durumu ankara’ya, başbakan turgut özal’a bildirdi. turgut özal bir süre tereddüte düştüyse de uçak göndereceğini söyledi.

saddam hüseyin’in saldırı yapacağını söylediği zamana 24 saatten az bir süre kala ismet birsel, japon meslekdaşına müjdeyi veriyordu.

ankara’da bu operasyon için hemen özel bir ekip oluşturuldu ve kriz masası kuruldu.
ankara’dan tahran’a gidip japonları kurtaracak uçağın pilotu olarak pilot ali özdemir seçildi. ali özdemir ve ekibi günün ilk ışıklarıyla,tc-jay tescilli, “izmir” adlı dc10 tipi uçakla tahran’a doğru yola çıktı.

izmir uçağı, van’ı geçtikten kısa süre sonra tahran havalimanı’nın kapatıldığı bildirildi. kaptan pilot özdemir, geri dönmek için harekete geçerken ikinci bir haberle havalimanının açıldığı bildirildi. tahran’a yönelen uçak, saddam’ın “sivil uçakları vurma” tehdidine rağmen tahran havalimanı’na ulaştı.

kapısı açılır açılmaz, çocuk çocuk 215 japon uçağa doluştular. iran kulesi’nin yönlendirmesiyle, thy uçağı 15 dakika sonra kalktı ve saddam’ın açıkladığı saldırı saatinden sadece 3 saat önce iran’dan havalandı.
toplam 9.5 saat süren yolculuğun ardından kaptan pilot ali özdemir’in yaptığı “welcome to turkey” anonsu uçaktaki yolcuları büyük bir sevince boğdu.

pilot ali özdemir o anları japonya’da bu olaya dair yapılan belgeseldeki röportajda şöyle anlatıyordu;
“uçaksavar füzeleri uçağın 5 metre yakınından geçiyordu.yine de görevi kabul etmemek aklımızdan bile geçmedi. orada kalsalardı roket ya da bombayla havaya uçacaklardı. japonlara karşı türk milleti olarak sempatimiz vardır. bu görevi seve seve yine yaparız”

evet, bir avuç türk kahraman o gün pek çok japon vatandaşı için hayatlarını hiçe sayarak bir kahramanlık destanı yazıyordu.
çünkü biliyorlardı ki onlar da bizim gibi gök tanrı’nın evlatlarıydı, onlar da turan soylu, altay orijinliydi, onlar dosttu. 100 yıl önce kazazede ertuğrul fırkateyni’nin mürettenatına sahip çıkmış, onların yaralarını sarmış japonların torunlarıydı onlar…

iran’dan kurtardığımız japon’lar ülkelerine döndükten sonra turgut özal’a bir teşekkür mektubu ile duygularını iletmişlerdi.
bu olumlu tesir yıllar geçtikçe unutulmamış ve 14 yıl sonra 1999’da gölcük depreminde uçakta bulunan satoru depremzedelere yardım için 5 milyon yen toplayıp ankara’ya göndermiş, keza japonya devleti kurtarma çalışmalarına destek vermiş, aynı zamanda japonya başbakanı koizumi, resmi ziyaret çerçevesinde temaslarda bulunmak üzere türkiye´ye geldiğinde 215 vatandaşını ölümden kurtaran pilot ali özdemir’i unutmamış, emekli kaptan ali özdemir’i ziyaretine giderek bizzat teşekkür etmiştir…

 

TÜRKMEN DAĞI DESTANI…

Şanlı direnişleri ile gönüllerde taht kuran kahraman bozkurt soyu neferleri için yazılan destandır.

Türkmen Dağı Destanı…

Bir avuç yiğit,
Bir avuç bahadır vardı,
Türkmen Dağı’nda…
Cenk edip vuruyordu küffarı,
Allah için, şan için, millet için.
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Yoktur dayanakları…

Onlar ki torunuydu,
Ertuğrul Gazi bahadırın,
Onlar ki soyuydu,
Kut’lu Kayı’nın.
Bayırbucak Türkmenleriydi onlar,
Şehit Halep’in terk edilmiş evlatları.
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Yoktur dayanakları…

Öz vatanları hemen az ötede olsa da,
Kopmadılar Türkmen Dağı’ndan.
Kopmadılar, terk etmediler
Ata yurdu kutsallarını.
Yardım dilenmediler başkaları gibi.
Vuruştular, şehit oldular yiğitçe.
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Toktur dayanakları…

Karşısında olsa da çelikten düşmanlar,
Terk etmediler tek bir mevziyi,
İçmeden şehadet şerbetini.
Kaçmadılar vuruşmaktan,
Her Türk evladı gibi.
Çünkü Türkmendi onlar,
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Yoktur dayanakları…

Arap kaçtı, Kürt kaçtı,
Fars kaçtı bu dövüşten.
Türkmen vuruştu, yılmadı,
Bıkmadı savaşmaktan.
Onlar ki Oğuz’un evlatlarıydı,
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Yoktur dayanakları…

Türkmen Dağı düştü derler ya şimdi,
Düşen Türkmen Dağı değil,
Şerefsizlerin onuru, gururudur,
Çelikle dövüşen ey yiğit Oğuz.
Ey Türk oğlu uyan ve savaş,
Onlar senin soyun, senin boyun.
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Yoktur dayanakları…

Düşer mi kalplerdeki Türkmen Dağı,
Son Türk yiğidi düşmeden toprağa,
Malazgirt gibi, Çanakkale gibi, Sakarya gibi.
Düşer mi hiç Türkmen Dağı.
İstemezse Gök Tengri.
Türk evladı onlar. Bozkurt soyu.
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Yoktur dayanakları…

Börü Budun’un şanlı sancağı,
Onlar ki yüce Allah’ın kılıcı,
Ellerinde Ali’nin Zülfikarı,
Vuruşur şan için, şeref için,
Bozkurt atalı Türkmen evladı.
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Yoktur dayanakları…

Uyan Mehmet, uyan Ahmet, uyan Hasan, Hüseyin.
Fatih, Attila, Timur savaşıyor.
Yavuz ve Mustafa Kemal savaşıyor Türkmen Dağı’nda.
Vuruyor Bayırbucak Türkmeni küffarı.
Düşse bile toprağa her neferinin canı,
Göklerden iniyor yerine Muhammed’in Aslanları.
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Yoktur dayanakları…

Gün bugün vatan için, namus için vuralım.
Düşmesin Türkmen Dağı, el ele cenk yapalım.
Aman vermeyelim kafire,
Nefes aldırmayalım.
Türk evladı cephede,
Kalplerinde iman,
Özlerinde Türklükten başka,
Yoktur dayanakları…

Düşme Türkmen Dağı, kutsal Türk toprağı.
Düşme tutun mevzilerine.
Sen düşersen biz düşer,
Sen ağlarsan biz yanarız Türkmen Dağı.
Düşme Türkmen Dağı dayan,
Dayan yetişecek menzile,
Öz vatanın bozkurt evlatları.
Kalbimizde iman,
Özümüzde Türklükten başka,
Yok hiçbir dayanağımız…

(V.E/Bursa/ 22.11.2015)

 

MUHTEŞEM YÜZYIL KÖSEM DİZİSİNDEKİ HATALAR…

bir tarihi dizimiz daha oldu, şükürler olsun ve artarak devam etsin, sadakallahülazim.

lakin diğer tarihi dizilerimizde olduğu gibi, bu dizimizde de birtakım tarihi hatalara rastladık.

dizi karakterlerinin yaş olayına girmek istemiyorum.
1. ahmet 13 yaşında tahta çıkmıştır, dizide ise 25’li yaşlarda bir oyuncu tarafından canlandırılmaktadır.
aynı şekilde anastasya yani kösem sultan da daha 13 yaşındadır(güya) ve tomurcuklanmamıştır(güya). lakin 13 yaşındaki bir kızın tomurcuklanmış olması gerekir. neyse bunlara girmek istemiyorum, geçelim…

bu hatalardan en barizi ve en önemlisi hiç şüphesiz ki mahpeyker kösem sultan‘ın yurdundan koparılışı ve osmanlı sarayına getirilişi.
belli ki dizi yapımcıları, tepki görmesinler diye bu olayı biraz soft geçmişler.

oysa ki kösem sultan’ın hayatı incelendiğinde doğduğu topraklar olan kefalonya’dan bir osmanlı korsan yağması sonucu esir edildiği ve bosna beylerbeyliğine satıldığı daha sonra da bosna beylerbeyi tarafından saraya hediye edildiği görülecektir.

filhakika, kösem sultan’ın payitahta olan yolculuğunda da, kösem sultan’a eşlik edenler celaliler ile çarpışılmış dizide.
oysa osmanlı’da rumeli topraklarında herhangi bir celali isyancısı yoktu, celaliler anadolu’da mücadele etmekteydiler.

dizide safiye sultan’ın kedisi ile ingiliz kraliçesi 1. elizabeth’e güzel bir gönderme yapılmış. lakin burada da bir kronoloji hatası var.
1. elizabeth, 1. ahmet’in tahta geçmesinden birkaç ay önce vefat etmiştir. lakin dizide kediye gönderme yapılarak, 1. elizabeth’in öldüğü yıl alındığı belirtilmiş.
yani diziye göre 1. elizabeth, 1. ahmet’in tahta çıktığı 1603’te değil, daha önceki bir yılda ölmüş olarak beyan edilmiş. bu yanlış.

bir diğer yanlışımız da kalenderoğlu ile ilgili.
kalenderoğlu neredeyse 70’li yaşlarda bir dede profili çiziyo. oysa daha genç, örneğin en fazla 40’lı yaşlarda olması gerek.
ayrıca halime sultan kalenderoğlu için “eşkiya” tabirini kullanıyor. oysa ki kalenderoğlu o dönem “eşkiya” değil, devlet ile barışık anadolu beylerbeyi’ne hizmet eden biridir.
dizide kalenderoğlu halihazırda isyan halindedir. oysa kalenderoğlu isyanı, 1. ahmet’in tahta geçişinden 1 yıl sonra yani 1604 yılındadır.

gelelim fevkalade önemli bir başka büyük hataya.
bilindiği üzre 1. ahmet’in en bilinen icraatı “kardeş katli” sistemini ortadan kaldırması, bunun yerine “kafes” olarak tabir edilen sistemi getirmesidir.
dizide 1. ahmet’in henüz padişah olduğu gün bu kardeş katlini kaldırdığını görüyoruz.
oysa 1. ahmet padişah olduğu gün değil, daha sonraki günlerde bu sistemi kaldırmış, yerine kafes sistemi getirilmiştir.
kafes sistemine göre padişah kardeşleri ve diğer veliahtlar kafes adı verilen kasırlarda halktan kopuk bir şekilde hayatlarını idame ettiriyorlardı. yani topkapı sarayında kalamıyorlardı.
oysa dizide de gördüğümüz üzre 1. ahmet’in kardeşi mustafa kafese gönderilmemiş, sarayda bir güzel gezmekte, hatta abisi ile oyun oynamaktadır.

neticede bu bir dizidir, elbet hatalar olacaktır.

kişisel görüşüm, bu hatalara rağmen dizi gayet güzel ve izlenilebilirdir.

iyi seyirler…

 

KURTULUŞ SAVAŞINDA KADIN KAHRAMANLAR…

türk kurtuluş savaşına direk katkıları bulunan kahraman kadınlardır.

birkaçını herkes bilir.
kara fatma, şerife bacı, onbaşı halide edip…

ama daha niceleri vardı.

türk kadını tarih boyunca olduğu gibi erkeğiyle, kocasıyla, oğluyla, babasıyla yan yana, omuz omuzaydı kurtuluş savaşımızda da…

işte o kahraman kadınlarımız;

kara fatma(fatma seher erden):
300 kişilik kuvayi milliye çetesi ile izmit, bursa, adapazarı, bilecik dolaylarında işgalci yunan ordusuna büyük kayıplar verdirmiş, bursa’nın düşman işgalinden kurtulmasında büyük katkıda bulunmuş, 1. ve 2. inönü, sakarya meydan muharebesi, büyük taarruz ve başkomutanlık meydan savaşında bulunarak kurtuluş savaşımızın her merhalesinde yer almış yiğit gazi kadınımız.

onbaşı halide edip adıvar:
kah cephede karargahta, kah hastanede yaralı bir askerin başında, kah tbmm’de evrakların arasında. ama kurtuluş savaşımızın verildiği her cephede atatürk ve ismet paşa’nın yanında yer alan kahraman gazi ve yazarımız.

şerife bacı:
inebolu’nun gururu, türk kadını denildiğinde akla gelen imgedir şerife bacı. defalarca inebolu’dan ankara’ya silah ve mühimmat taşıyan konvoyların en önünde üzerine düşen vazifesini ifa etti.
yine bir başka seferde top mermisi yüklü kağnısında donarak şehit oldu.
(bkz: kurtuluş savaşında şehit düşen kadının videosu)

kamacı fatma: adana yöresinin kuvvacı kahramanlarındandır.

çete emir ayşe:
aydın’ın işgali ile birlikte küpelerini bozdurup tüfek alarak dağa çıkan ve yörük ali efe’ye katılan kahraman kuvvacı kadın.

gördesli makbule:
kocası ile birlikte işgale karşı çete kurarak dağa çıkmış, bir çarpışmada şehit düşerek hakka yürümüştür.

tayyar rahmiye: adana yöresinde kurduğu müfreze ile kuvvayi milliye kuvvetlerine katılmış hasanbeyli muharebesinde fransızlara karşı kahramanca çarpışmış, osmaniye’nin işgalden kurtarılmasında yararlılık göstermiş olan kahramanımız.

havva ve annesi zehra hanım(soyyanmaz):
trakya’da kuvvayi milliye faaliyetlerine katılan anne ve kızı.

nezahat onbaşı:
manisa(gördes) yöresi kuvvayi milliyecilerindendir. inönü savaşlarına da katılmıştır.

tarsuslu adile hala(adile onbaşı):
onbaşı kara fatma lakabıyla da tanınan cerit aşiretinden kahraman kuvvacı kadın.

ayşe hatun(binbaşı ayşe):
izmir’in yunan işgali sonrası dağa çıkan ve kuvvayi milliyeye katılan kahraman kadın. 1. ve 2. inönü savaşları ve sakarya savaşına katılmış bu savaşlarda iki evladını şehit vermiş, kendisi de yaralanarak gazi olmuştur.

kılavuz hatice:
adana yöresinden çıkan bir başka kahraman.
fransız birliklerine kılavuzluk yapmış, onları aldatarak kuvayi milliye’nin pususuna yöneltmiş ve ağır kayıplar almasına sebep olmuştur.

süreyya sülün hanım:
doğu cephesinde, kürt ve ermeni çetelere karşı mücadele etmiş kadın kahramanımız.

halime çavuş:
kastamonulu halime çavuş. saçlarını kazıtıp erkek kılığına girerek kurtuluş savaşımıza katılan yiğit kadındır.

satı çırpan:
cepheye sırtında silah taşıyan fedakar kadın. tbmm’ne giren ilk 18 kadın milletvekilinden biridir.

yörük emine kız:
adana’da istiklal mücadelesi veren vali haşim bey çetesi’nin bir neferi olan kahraman.
(bkz: bir kurtuluş savaşı kahramanı emine kız/#3451220)

antepli yirik fatma:
gaziantep’te fransızlara karşı verilen savaşta (1 nisan 1920-8 şubat 1921) çete teşkilatına katılmak isteyen yirik fatma gelmesini istemeyenlere karşı «benim kanım, sizinkinden daha mı şirindir?» cevabını vermiş ve çetecilerle birlikte yola çıkmıştı.

domaniçli habibe:
düşmanla işbirliği yapan oğlunu inegöl’ün orta yerinde vurmuş sonra dağa çıkmış kahraman kadın.

zeynep onbaşı:

bunlardan başkaca;
çavuş penbe,
senem ayşe hatun,
nafize kadın,
bitlis defterdarının hanımı,
sultan hanım,
faika hakkı,
ali kızı alime,
hacı osman kızı fatma,
besim kızı şükriye,
musa kızı fatma,
veli onbaşı kızı ayşe,
molla ibrahim kızı fatma,
molla hasan kızı fatma.

ve ismi bilinmeyen binlercesi…

ayrıca;
cepheye silah ve mühimmat taşıyan kadınlarımız;

ve demiryolu tamir eden kadınlarımız;

(bkz: kurtuluş savaşında demiryolu tamir eden kadınlar)

son olarak ulu önder mustafa kemal atatürk’ün kahraman türk kadını için yaptığı konuşmaya yer verelim;

dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, anadolu köylü kadınının üzerinde kadın mesaisi zikretmek imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını “ben anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte anadolu kadını kadar gayret gösterdim”’ diyemez.

erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. memleketin mevcudiyet vasıtalarını hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. kimse inkâr edemez ki, bu harpte ve ondan önceki harplerde, milletin hayat kabiliyetini tutan hep kadınlarımızdır.

çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, mahsulâtı pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin mühimmatını taşıyan, hep onlar, hep o ulvi, o fedakâr, o ilahi anadolu kadınları olmuştur.

dolayısıyla hepimiz bu büyük ruhlu, büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle ebediyen taziz ve takdis edelim.

(tbmm reisi mustafa kemal, konya hilaliahmer kadınlar şubesi-21 mart 1923)

allah kadınlarımızı başımızdan eksik etmesin.

 

EFENDİLER, YARIN CUMHURİYET İLAN EDECEĞİZ…

tbmm seçimleri yeni yapılmış, meclis yeni kurulmuş, sonuç mustafa kemal’in beklentisine en yakın biçimde alınmıştı.
26 ekim 1923 akşamı gazi, kabineyi çankaya köşkü’nde toplantıya çağırdı.
bu toplantıda başvekil fethi okyar’ın istifası karara bağlandı.

27 ekim 1923 günü bu haber, gazete manşetlerinde yer alacaktı. ankara’da herkes bunun ne anlama geldiğini soruyordu birbirine.

bu günden bir sonraki gece, 28 ekim gecesi, gazi’nin çankaya’da verdiği akşam yemeğine, atatürk’ün yakın çevresi iştirak ediyordu, yemeğe latife hanım da katıldı.
latife hanım son derece heyecanlıydı. içi içine sığmıyordu.
çünkü o akşam yemeğinin gündemini biliyordu. sevgili paşası niyetlerini önce eşine heyecan ve içtenlikle anlatmıştı. latife hanım bu sebeple birkaç kez mutfağa inmiş, yemeklerin o akşam yaşanacak olayların şanına yaraşır olmasına özen göstermişti. mustafa kemal, arkadaşalarına, yemekten sonra “anayasanın bazı maddeleri üzerinde çalışacağını” bildirmiş, yeni başkan adayı olduğu söylenen ismet paşa’yı da bu çalışmaya davet etmişti. ismet paşa pek tabii bu daveti bekliyordu.

sofrada seçim heyecanı, seçim dedikoduları, yeni seçilenler, bu kez meclise giremeyenler hakkında konuşmalar sürüp giderken, mustafa kemal bıçağını eline aldı, doğruldu, derin bir nefes aldıktan sonra hafifçe tabağına vurarak: “efendiler” dedi ve mazhar müfit kansu’ya baktı…

o bakış karşısında mazhar müfit kansu, gazi’nin ne diyeceğini anlamıştı hemen.
zira atatürk o gece yapacağı konuşmasında bahsedeceği şeyi, 4 sene önce erzurum’da söylemiş ve not aldırmıştı mazhar müfit kansu’ya…
o alınan notları bir tek gazi, mazhar müfit ve bir de gazi’nin özel kalem müdürü süreyya bey biliyordu.

oysa o gece masada kimler yoktu ki;
ismet inönü, kazım özalp, mazhar müfit, ruşen eşref, ali fethi okyar, fuat bey, kemalettin sami paşa ve diğerleri…

işte şimdi sadece o 3 kişinin bildiği sırrı tüm dünyaya duyurma zamanı gelmişti.

evet, gazi tabağına vurarak “efendiler” dedi.
tekrar mazhar müfit kansu’ya bakarak konuşmasına devam etti.

gazi konuşmaya başladığında çıt çıkmıyordu yemek salonunda. “efendiler, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!”. kimseden çıt çıkmamaya devam ediyordu, ama herkeste bir şaşkınlık vardı.
gazi, tek tek herkesin yüzüne bakarak durumu kontrol ediyordu. şimdi sofradakiler yıldırım çarpmış gibi kalakalmıştı.

neden sonra, beyinlerinde şok yaratan bu haberi alkışlamak birilerinin aklına geldi ve yemek odası bir anda sanki patladı.

mustafa kemal uygun bir süre bekledikten sonra açıklamasını sürdürdü; “türkiye devleti’nin hükümet şekli cumhuriyet’tir. bunu anayasa’mıza yarınki meclis toplantısında koyduracağız. hazırlıklarımızı birkez daha gözden geçirmemiz lazım.”

evet, o gün o masada olan herkes mustafa kemal ile birlikte bir kez daha tarih yazmanın heyecan ve sevincini paylaşıyordu.
bu anı hep birlikte kutladılar, gecenin ilerleyen saatlerine kadar gülüp eğlendiler.
bu kadarcık eğlence elbette onların en doğal haklarıydı gece biterken herkes yarının heyecanıyla uykusuz bir geceye doğru yelken açtılar. ve ertesi gün, türk milletinin tarihindeki o kutlu gün, bozkurt atatürk‘ün en büyük hayali olan cumhuriyet devrimi ile birlikte bu tatlı gece sona eriyordu…

cumhuriyet bayramımız kutlu olsun.

“yaşasın cumhuriyet…”

ne mutlu türküm diyene

HATAY CUMHURİYETİ BAYRAĞI ve KIRMIZI YAMA…

7 eylül 1938’de “bağımsız bir cumhuriyet” olan Hatay Cumhuriyeti, devlete bayrak olarak Türkiye Cumhuriyeti bayrağının neredeyse tıpatıp aynısı olan şu bayrağı seçmiştir.

Bu bayrağın Türkiye Cumhuriyeti bayrağından tek farkı, Türkiye Cumhuriyeti bayrağındaki yıldızın tamamı beyazdır, Hatay Cumhuriyeti bayrağındaki yıldızın ise dış kısmı beyaz, yıldızın içi ise kırmızıdır.

İşte bu Hatay Cumhuriyeti bayrağının yıldızındaki kırmızı, bir yamadır.
ama alelade bir yama değildir. İçinde umut barındırır, inanç barındırır, iman barındırır…

7 eylül 1938’de “bağımsız bir cumhuriyet” olan Hataylılar, “bir gün muhakkak” Anavatan’a katılacakları umutlarını bu bayraklarına işlemişler ve nitekim bu inanç ve azim ile kısa bir süre sonra 29 haziran 1939’da Anavatan ile birleşmişlerdir.

İşte o birleşme, o katılma gününde hataylılar ay yıldızlı bayrağımızın yıldızına yamadıkları kırmızı yamayı gurur ve sevinç ile sökmüşler, o kırmızı yamanın altından parıldayan yıldızımızı gün yüzüne çıkarıp Hatay semalarında gurur ile dalgalandırmışlardır.

İşte bir bayrağın alelade biz bez parçası olmadığının bir başka ispatı daha…

Bayrağın üzerindeki bir küçük imgeye gizlenen koca bir milletin inancı, azmi, imanı, umudu ve zaferi…

 

OSMANLI’da GAYLER PADİŞAH HUZURUNDA GEÇİT YAPARLARDI…

 

Eşcinsellerin ve eşcinselliğin osmanlı’da ne denli itibar gördüğünü idrak etmemize vesile olan ve evliya çelebi’nin seyahatnamesinde de yer bulan bir tarihi gerçek.

alıntı
gay’ler eskiden esnaftan sayılır ve padişahın huzurunda yapılan resmi geçitlere bile katılırlardı.”
alıntı

evet, gayler osmanlı’da bir “meslek gurubu” olarak kabul edilmiş “esnaftan” sayılmış, hattá hükümdarların sefere çıkmalarından önce düzenlenen büyük resmi geçitlere bile katılmışlardı.
işte, evliya çelebi’nin meşhur “seyahatname“sinde, 17. asır gay’lerinin dördüncü murad’ın huzurunda yapılan bir geçit resmine yanlarında kendilerini pazarlayanlar olduğu halde katılmalarının anlatıldığı bahis;

alıntı
osmanlı zamanında müşteriye çıkan delikanlılara “hiz oğlanı” denirdi ve mesleklerini icra eden “hiz“lerin devlet tarafından kayıt altına alınmaları şarttı.
hayatını bu işten kazanan erkekler “defter-i hizan” yani “hizler defteri” denilen kütüğe yazılırlardı ve bugünden çok daha önemli bir farklılık sözkonusuydu: profesyonel eşcinseller, “esnaftan” kabul edilirlerdi. esnaf, o devirde ordunun bir bölümü sayılır, padişahın sefere çıkışından önce istanbul’da yapılan büyük geçit resmine bütün meslek grupları katılır ve “hizan“, yani eşcinseller de bu geçit resminde yeralırlardı.
alıntı

bu törenlerden birini, 17. asrın çok önemli bir ismi, evliya çelebi, meşhur “seyahatname“sinde ayrıntılarıyla yazıyor. zamanın hükümdarı dördüncü murad’ın bir sefere çıkışından önce yapılan büyük resmi geçide askerlerin yanısıra bütün istanbul esnafının da katıldığını, meselá börekçilerin sanatçılarla, peksimetçilerin imamlarla, yelkencilerin de dalgıçlarla, imamlarla ve müezzinlerle birarada yürüdüğünü ve binlerce kişilik kortejde “eşcinsellerin, deyyusların ve pezevenklerin” de yer aldığını yazmaktadır.

evliya çelebi, seyahatname’sinin birinci cildinde her meslek grubunu ayrı ayrı anlattığı ve istanbul’un esnaf tarihi bakımından bugün en önemli kaynak kabul edilen bu geçit resmi bahsinde, eşcinsellerin yürüyüşünü bugünün türkçesi ile şöyle yazıyor;

alıntı
pasif dilber eşcinsel esnafı:
bunlar, evsiz-barksız 500 kişidir. kendi kadir ve kıymetlerini bilmeyip babulluk’ta, kalatyonoz’da, finde’de, kumkapı’da, san pavlo’da, meydancık’ta, kiliseardı’nda ve tatavla’da malum işin yapıldığı yerlerde boğaz tokluğuna çalıştıkları sırada avlanıp subaşı’nın (yani, o zamanın polis müdürünün) tuzağına düşer ve deftere kaydedilirler.
işte, sözü edilen bu kişiler geçit resminde subaşı ile şakalar ederek yürürler. bunlar gibi daha nice esnaf mevcuttur ama anlatmakta hiç fayda yoktur ve sadece subaşı tarafından bilinirler. resmi geçide katılan deyyusların sayısı 212, pezevenklerin adedi de 300’dür.
alıntı

evet, görüldüğü üzre osmanlı’da eşcinseller, pezevenk ve deyyuslarla birlikte esnaf taifesinden sayılıp itibar görürlermiş.

amma velakin 19. yüzyıldan günümüze değin bu ahlak dışı olaylar ortadan kayboldu. topluma kötü örnek teşkil eden bu gibi durumlar “ayıp” sayılarak toplumdan soyutlandı.

ta ki günümüze kadar.
dün itibariyle anadan üryan soyunup ahlak kurallarını alenen reddeden eşcinseller, işte evliya çelebi’nin bahsettiği döneme nazire yaptılar adeta.

bunun dinle, imanla, kuranla, kitapla alakası yok malesef.
toplum ahlakını kaybetmişse, şeriatle yönetilsen bile ne fayda?

islamiyetten önceki türk topluluklarında ne eşcinsellik, ne de bu tip şeyler vardı. olmazdı, olamazdı. zira bu gibi durumlar, türk töresine ve türk ahlakına uygun değildi.

bu millet nereye gidiyor?
bir yanda sokak ortasında her türlü ahlaksızlığı yapmaktan imtina etmeyen tipler, diğer yanda bunları savunan kitleler.

allah sonumuzu hayır etsin.

alıntı kaynak: murat bardakçı.

MALTA’da ERMENİ SOYKIRIMI YARGILAMALARI…

Birinci Dünya Savaşından yenik çıkmış Türkiye’nin en güçsüz olduğu dönemde görülen davalardır.

Türkiye’de fiili olarak başlayan işgal ile birlikte İngilizler’in tutuklayarak Malta’ya götürdüğü ittihatçılar bu davalarda “ermeni halkına soykırım ve katliam yapmak” iddialarıyla yargılanmıştır.

Soruşturmayı yürüten ingiliz kraliyet başsavcılığı, Osmanlı arşivlerinin dışında, Mısır, Suriye ve Irak arşivlerinde araştırmalar yapmış, Kafkasya’daki olayları incelemiş, ancak soykırım ve de katliama dair herhangi bir kanıt bulamamış ve Malta’daki Türklerden hiçbirinin Ermeni katliamı gerekçesiyle cezalandırılamayacağını İngiliz Hükümeti’ne bildirmiştir.

Evet, nasıl olur da dünyanın o zamanki süper gücü İngiltere, hem de Osmanlı’nın kalbini işgal etmiş, sahip olmuşken 1.5 milyon Ermeni’nin katledildiğine dair kanıt bulamaz?

Ermeni seviciler bu soruyu kendilerine neden sormuyor?

Neden soykırım goygoycuları tarih ile yüzleşmekten sürekli kaçıyor?

1. Dünya Savaşından sonra 145 Türk, İngilizler tarafından “savaş suçlusu” olarak tutuklanıp, Malta’ya götürüldü ve adada iki yılı aşkın süre hapiste kalan ittihatçılar hakkında “Ermenileri toplum olarak katletmek” suçlamasıyla adli soruşturma açıldı.

malta sürgünleri

Soruşturmayı yürüten Kraliyet başsavcılığı süper yetkiler ile donatıldı, ancak bu 145 tutukluyu, Ermeni meselesine dair yargılayabilecek tek bir kanıt bulunamamışken tam 100 yıl sonra deliler gibi soykırım goygoyu yapmak niye.

Zaten “yok hükmünde” olan bir saçma iddia, daha ortaya atıldığı yıllarda bu şekilde çürütülmüşken, içimizdeki Ermenilerin bu telaşı niye?

Ne yazık ki Malta davalarından evvel yargılanmadan cezaya çarptırılan, idam edilen Türklerin günahı ne?

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’de keşke tutuklanıp malta’ya götürülseydi, kesinlikle o da bu saçma iddiadan dolayı yargılanamayacaktı.

Her neyse, konuyu uzatmanın alemi yok.

Hala “ermeni soykırımı, katliamı vardır” diyenler, gitsinler önce İngilizlere sorsunlar “neden bir kişi bile bu işten ceza almadı” diye.

malta sürgünleri 2

 

KUT BAYRAMI…

Osmanlı’nın son büyük ZAFERİ olan Kut’ül Amare  Zaferi’nin anısını yaşatmak adına ilan edilen, lakin Türkiye’nin Nato’ya girmesi ile birlikte İngilizler’in “ricasıyla” yürürlükten kaldırılan bayramdır.

Kut Bayramı 29 Nisan 1916’daki Kut’ül Amare Zaferi’nin ardından, ordu komutanı Halil(Kut) Paşa tarafından ilan edilmiş ve o tarihten itibaren her 29 Nisan’da kutlanılmıştır.

kut bayramı

Türk Milleti’nin “KUT BAYRAMI” kutlu olsun…

 

JAPON ASILLI ABD VATANDAŞLARININ TEHCİRİ…

japon4

 

(Görsel 1: Japon asıllı ABD vatandaşlarının toplama kamplarına alınmak için teslim olması kararını bildiren ABD afişi)

Sözde Ermeni Soykırımı safsataları ile yatıp kalktığımız şu günlerde, Ermenilere uygulanan “TEHCİR” e farklı bir perspektiften bakmak istedim…

1941 Yılında Japon İmparatorluk Donanması, dünya harp tarihinin en önemli harekatlarından birini tertiplemiş ve 7 Aralık 1941’de Hawai’deki Pearl Harbor Limanına düzenlediği baskınla ABD’nin Pasifik Filosunu “kullanılamaz” hale getirmişti.

Pearl Habor Baskını, Dünya kamuoyunca ABD’nin 2. Dünya Savaşı’na girmesine sebep olan olay olarak kabul görür.

İşte Pearl Harbor Baskını sonrası Japon İmparatorluğu’na savaş ilan ederek 2. Dünya Savaşı’na fiili olarak dahil olan ABD, anakara dışında savaşa girmiş durumdayken, Kıta Amerika’da da bir dizi önlemler almak durumunda kalmıştı. Bu önlemlerden biri de ABD VATANDAŞI JAPONLARIN TEHCİRİ idi.

Amerikan Kamuoyunda başlayan Japon Fobisi, Japonya ile süregelen savaşa direk etki ediyordu. Paranoyaları ilemeşhur Amerikalılar bu Japon Fobisi’nden kurtulmak için bir dizi oyun tertiplemişti.

Tarihe, “Niihau Olayı” şeklinde geçen, Hawai’de yaşayan Japon asıllı 2 ABD vatandaşının, Pearl Harbor Baskınında esir düşen bir Japon pilotunu tutuklu bulunduğu hapisten kaçırıp serbest bırakması olayı ile Japon Fobisine karşı sert önlemler almak için geçerli mazeret kolayca bulunuyordu.

İşin aslı bu Niihau Olayı’nı tertipleyen CIA idi ve bu olay ile hükümetin uygulamaya geçirmeyi düşündüğü JAPON TEHCİRİ için haklı bir mazeret elde edilmişti.

Niihau Olayı sonrası ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt 2 Ocak 1942’de  9066 no’lu tehcir emrini çıkardı. “Executive Order 9066″ olarak bilinen bu tehcir kararı ile ABD’de yaşayan 130.000 Japon asıllı Amerikan Vatandaşı, zorla çeşitli toplama kamplarına götürüldü ve yaklaşık 4 yıl bu kamplarda ikamet etmek zorunda bırakıldı.

japon3

(Görsel 2: Toplama kamplarına sevk edilen Japon asıllı ABD vatandaşları)

18 Aralık 1944’te Amerika Yüksek Mahkemesi Japon asıllı vatandaşların geçerli bir sebep olmaksızın gözetim altına alınmasının legal olmadığına karar verdi ve 2 Ocak 1945’te 9066 no’lu tehcir emri iptal edildi. Gözetim altında tutulan Japon asıllı vatandaşlar tasfiye edilmeye başlandı. Tasfiye edilen her vatandaşa 25 $ nakit ve evlerine dönebilmeleri için birer  tren bileti verildi. Tasfiye edilen Japon asıllı Amerikan Vatandaşlarının büyük kısmı evlerine ve eski yaşamlarına dönerken bir kısmı ise anayurtlarına iadelerini istediler,  bu istekleri dönemin Amerikan Hükümeti tarafından kabul edildi. Son kamp 1946 Nisan ayında kapandı, bu kamp Peru’dan getirilip gözetim altına alınan Japonları ihtiva ediyordu.

japon2

(Görsel 3: Japon asıllı ABD vatandaşlarının tutulduğu AMACHE TOPLAMA KAMPI)

İşte Sözde Ermeni Soykırımını hükümet olarak kabul etmeyen “METZ YAGERN” yani “Büyük Felaket” olarak telaffuz eden, lakin hemen hemen tüm eyaletlerinde “soykırım” olarak kabul eden Amerika’nın hemen yakın geçmişindeki kara leke…

Daha bunun Kızılderili Soykırımı, Afroamerikan Köle Soykırımı konularına girmedik bile…

Her neyse. ABD’nin yapmış olduğu bu “gereksiz” tehcir, ile Osmanlı’nın yaptığı Ermeni Tehciri arasında benzerlik dahi yok…Zira ABD’nin tehcir ederek insanlık dışı şartlar altında yaşamaya zorladıkları  Japonlar, ABD savaştayken tek bir kurşun dahi atmamış, tek bir olaya karışmamış, ABD çıkarlarına aykırı tek bir harekete dahi katılmamıştı.

Oysa Osmanlı’nın tehciri pek çok haklı sebeplere dayanıyordu. Zira Osmanlı tabiyetindeki Ermeniler, Hınçak ve Taşnaksütyun gibi örgütler kurmuş, bu örgütlere bağlı silahlı milis çeteleri oluşturmuş ve Osmanlı ile fiili bir savaşa tutuşmuştu. Bunun dışında yine Osmanlı tabiyetindeki 100.000 civarı Ermeni Vatandaşı Rus Ordusu saflarına katılarak Osmanlı’ya karşı savaşmıştı. Bu durumda Ermeni Tehciri kadar haklı ve doğal bir karar olamazdı.

Bir yanda mecburiyetten Ermeni Tehciri yapmak zorunda kalan Osmanlı, diğer yanda keyfi bir şekilde, salt korkularına yenik düşerek Executive Order 9066 denilen bir insanlık ayıbına imza atan Amerika…

Şimdi sormak istiyorum, Batı’nın kendi utanç dolu tarihlerine bakmadan Türkün şanlı tarihine attığı bu çamur reva mıdır?

japon5

(Görsel 4: Japon asıllı ABD vatandaşlarının toplandığı toplama kamplarını gösteren harita)

Bitmeyen Polemik; AYASOFYA’DA İBADET…

(Görsel 1: Ayasofya)

Bugünlerde tüm medya organlarında bir haber silsilesi var. Flaş başlık şu; “AYASOFYA’DA 85 YIL SONRA İLK KEZ KURAN OKUNDU…”

Yalanın daniskası, dikalası…

Bu vesile ile tarihini bilmeyen ve her söylenene iman eden bir millet olduğumuz bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Bakınız, Ayasofya’da 85 yıl sonra ilk kez Kuran okunmuş olması için, 2015 yılından 85’i çıkarırsak, 1930 senesine tekabül eder. Evet, 1930 yılında Ayasofya tadilata girdi ve bu sebeple halkın ziyaretine kapatıldı, 1934 yılında da müzeye dönüştürüldü.

Lakin 1932 yılının Kadir Gecesinde Dünyada bir ilk yaşandı…

1932 Yılının Kadir Gecesinde dünyada ilk kez radyolardan canlı mevlid okutuldu. Hem de Mustafa Kemal Atatürk’ün teşviki ve talebiyle. Hafız Yaşar Okuyan, Hafız Burhan, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Beylerbeyi Hafız Fahri, Muallim Hafız Nuri, Sultan Selimli Rıza ve bunlara ilaveten 20 hafızın daha iştiraki ile dünyanın ilk naklen mevlidi ve Kur’an dinletisi AYASOFYA CAMİİ’nde gerçekleştirilmiştir.

Bu etkinliğe ön ayak olan Atatürk de Ayasofya Camisinden okunan bu mevlidi radyo başında takip etmiş, çok memnun kalarak bir sonraki gün mevlidi okuyan hafızları Dolmabahçe sarayında iftar yemeğinde ağırlamış, onlara fevkalade ilgi ve alaka göstermişti.

Tabi bu durumda tarihimize atılan bir lekeyi de böylece yalanlamış ve boşa çıkarmış oluyoruz.

AYASOFYA POLEMİKLERİ bununla sınırlı değil tabi.

Ayasofya Camii ile ilgili söylenen en büyük yalan Ayasofya’da namaz kılmanın, ibadetin Cumhuriyet Döneminde yasaklanmış olmasıdır.

Sevgili okurlar, bunlar hep mesnetsiz iddialardır. Sadece halkın dini duyguları ile oynayarak, bu hassas noktalarını istismar ederek çıkar sağlama amacıdır.

Şu bir gerçektir ki, Ayasofya Camii ibadete Cumhuriyet Döneminde değil, OSMANLI DEVLETİ DÖNEMİNDE KAPATILMIŞTIR.

(Görsel 2: Kayzer Wilhelm’in Ayasofya ziyareti)

Yukarıdaki Fotograf da Ayasofya’nın Osmanlı Döneminde ibadete kapatıldığının belgesidir. Bu fotograf 1917 tarihlidir ve Alman İmparatoru kayzer wilhelm‘in 3. defa İstanbul’u ziyaret ettiği sırada Osmanlı padişahı ve İslam Halifesi Mehmed Reşad’ın emri ve izni ile Ayasofya’yı ziyareti esnasında çekilmiştir. Fotografta da görüldüğü üzre hem Kayzer Wilhelm ve maiyetindeki Almanlar, hem de bizim Müslüman Osmanlılar, Ayasofya Camii’ne ayakkabıları ile girmişler, umarsızca gezinmektedirler.

Görüldüğü üzre Ayasofya’yı “Cami olmak”tan, kafir(!) denilen Atatürk değil, bizzat İslam Halifesi olan Osmanlı Padişahı çıkarmıştır.

Oysa Ayasofya bir cami, bir ibadethane olmaktan çok daha ötede bir yapıdır.

Ayasofya, İstanbul’un fethinden hemen sonra fethi gerçekleştiren kahraman ordumuzun fethin tamamlayıcı göstergesi olması adına SEMBOLİK olarak camiye çevrilmiş ve ibadete açılmıştır. Ama Fatih, Ayasofya’yı gerçek anlamda hiçbir zaman camiye çevirmemiş, Hristiyan tebanın inançlarına saygı göstermiştir.
İşte bu yüzden Ayasofya’nın içindeki hristiyanlık sembolü ikonalara dokunulmamıştır.
Oysa ki hepimiz çok iyi biliyoruz ki camide bu tip ikonalara, fresklere dinimizde yer yoktur.
Yani, kısaca, “AYASOFYA HİÇBİR ZAMAN FİİLİ OLARAK CAMİ OLMAMIŞTIR” diyebilmemiz teknik olarak gayet mümkün.

Ayrıca Ayasofya’nın duvarlarında yer alan ve Arapça olarak;
“Allah, Hz Muhammed, Hz Ebubekir, Hz Ömer, Hz Osman ve Hz Ali” yazılı hattat kazasker mustafa efendi tarafından yapılan levhalar 19. yüzyılda yapılan tadilatta yerlerinden sökülmüş, lakin 1924 yılında bizzat Atatürk tarafından kaldırıldıkları depodan buldurularak yeniden yerlerine astırılmıştır.

DSCI3048

(Görsel 3: Ayasofya Camii’nde Osmanlı döneminde sökülüp, Atatürk tarafından tekrar yerine koydurulan dini imgeler)

Bakınız tekrar etmek gerekirse, Ayasofya’daki fresklere, ikonlara dokunmayan Osmanlı, Ayasofya’nın Cami olmasının alametleri olan levhaları kaldıran da Osmanlı, Ayasofya’yı ibadete kapatıp içinde turistik geziler düzenleyen yine Osmanlı…Ama kafir olan Atatürk ve Cumhuriyet rejimi…

Yok öyle yağma.

İstanbul’u fethedip “müjdelenen” komutan olan Hazreti Fatih Sultan Mehmet Han’ın Ayasofya’ya ne kadar önem verdiği, “mülk sahibi” olarak Ayasofya için bıraktığı vasiyetinden anlaşılabilir.

FATİH’İN AYASOFYA VASİYETİ;

İstanbul’un Fethi sonrası bu zaferin taçlanması adına Batı dünyasının, Hristiyanlığın ve Bizans’ın sembolü olan Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından kendi ganimeti olarak tasfiye edildi ve Padişah Mülkü’ne katıldı, daha sonra da Fatih Han Ayasofya Mülkü ile ilgili şu vasiyeti yazdı;

“İşte bu benim Ayasofya vakfiyem,

Dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;  Allâh’ın, peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.
Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.
Allâh’ın azabı onlaradır.
Allâh işitendir, bilendir.

(fatih sultan mehmed han / 1 haziran 1453)

(Görsel 4: Fatih Sultan Mehmet Han’ın “Ayasofya Vasiyeti” orijinal belgesi)

İşte Ayasofya’nın gerçeği. Ayasofya hakkındaki tüm polemikleri bitirecek bilgi ve belgeler…

Son olarak bir gerçek de şu ki, Ayasofya’da namaz kılıp ibadet etmek Cami müzeye çevrildikten sonra da hiçbir zaman yasak olmadı, yasaklanmadı…Ayasofya içinde mimberin solundaki alanda isteyen her müslüman namazını kıldı, duasını yapıp ibadetini ifa edebildi.

DSCI3067

(Görsel 5: Ayasofya Camii’nde namaz kılınabilen alan)

Şahsen ben de bu mekanda (3 sene önce) ziyaretim esnasında namaz kılıp dua etme imkanı buldum.

Sonuç olarak, günümüzde yaşadığımız bu polemiklerin tamamı bazı çevrelerin uydurduğu ve malesef halkın önemli bir kısmının araştırıp soruşturmadan inandığı safsata ve yalanlardan ibarettir. Cumhuriyet değerlerinin halkın hassas duyguları kullanılarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmasıdır.

(V.E-BURSA-NİSAN 2015)

KARADAVUT TÜRBESİ…

 

 

 

DAVUT KADI olarak da bilinen, asıl adı Kara Davud bin Kemal İzmitî olan 16. yüzyıl’da yaşamış, Bursa Kadılığı yapmış Osmanlı Devlet adamı.

Bursa’nın Yıldırım ilçesindeki Davutkadı Mahallesine adı verilmiştir.

Kabri de yine aynı semttedir.

 

 

 

karadavut1

 

 

OKÇU BABA…

Bursa’nın fethine katkıda bulunmuş olan Gaziyan-i Rum’lardan olan Alperen.

Asıl adının Nasraddin ya da Nusret olduğu rivayet edilen Okçu Baba’nın ünü Bursa’nın kuşatılması esnasında aşılamayan bir sur duvarını ok atarak yıkması ve bu yıkılan duvardan giren Alperenlerin Bursa’nın Fethinin ilk müjdecileri olduğu anlatılmaktadır.

Okçu Baba Türbesi bugün Çakırhamam’dan Tophaneye çıkan yokuşta, Saltanat Kapı’nın hemen karşısındadır.

Türbe ile ilgili anlatılan bir efsaneye göre, Okçu Baba Uludağ’a çıkar ve yayını gerer, fırlatacağı okun düştüğü yere gömülmek istediğini söyler. Okçu Baba’nın fırlattığı ok bugün türbesinin bulunduğu yerin yakınına düşer ve vefatından sonra da Okçu Baba buraya defnedilir.

Okçu Baba’nın Bursa’nın fethinde bulunduğu bilinirken, bir başka anlatıya göre de Okçu Baba’nın 15. yüzyılda yaşamış bir Alperen olduğu söylenmektedir. Bu iki anlatı arasında 200 yıllık bir fark bulunmaktadır.

SİNAN DEDE…

Bursa’nın Yıldırım İlçesinde bulunan Sinandede semtine ismini veren veli.

Kendisi Emir Sultan’ın baş dervişidir.

Kabri kendi adını taşıyan semttedir.

sinan dede

Sinan Dede Türbesi’nin tam karşısında ve yakınında (10 mt) ise bir başka veli olan DÜRT DEDE’nin kabri bulunmaktadır.

dürt dede

(Dürt Dede Türbesi).

MEHMET MUHYİDDİN ÜFTADE…

Üftade Hazretleri olarak anılan Mehmed Muhyiddin Üftade, 1490 yılında Bursa’da dünyaya gelmiş, 1580’de yine Bursa’da vefat eylemiştir. Üftade, Bursa’da kurulup teşkilatlanan ve daha sonra Anadolu ve Balkanlar’a yayılan Celvetiye Tarikatı’nın Piri ve Aziz Mahmud Hüdayi’nin de şeyhidir.

Üftade Mehmet Muhittin Efendi’nin türbe ve camisi dışında İvaz Paşa‘da Tekke ve Mescidi de bulunmaktadır.

20150404_182026.jpg görüntüleniyor

Üftade Hz. Kabri, Hisar içinde, Yerkapı (Bab-ı Zemin) mahallesinde, kendi adına yaptırılan caminin yanındaki türbesindedir.

Türbeyi; daha evvel kilise olan ve Kanunî’den izin alınarak inşa edilen Üftade Camii, onun karşısında yer alan bir Kur’ân kursu ve küçük bir mezarlık çevrelemektedir.

Türbede Üftade Hz. yanı sıra onun soyundan gelenler ile bazı aile yakınlarının yattığı 19 sanduka bulunmaktadır.

20150404_182003.jpg görüntüleniyor

 

20150404_182040.jpg görüntüleniyor

 

20150404_182059.jpg görüntüleniyor

20150404_182407.jpg görüntüleniyor

(Üftade Türbesi arka tarafından Bursa ve Ulucamii…)

ŞİMŞİRLİ DEDE TÜRBESİ…

Bursa’da Ortapazar caddesinde çevresi tel örgülerle korunaklı hale getirilmiş olan zat’ın bulunduğu türbedir. Türbedeki mezar taşındaki yazıya göre Muharrem adlı bi şahsa ait olduğunu ve 1641 yılında vefat ettiği anlaşılmıştır. Yanında bir zamanlar şimşir ağacı olduğu için şimşirli dede olarak anılmakta olan zat hakkında başkaca da bilgi yoktur.

20150404_183453.jpg görüntüleniyor

 

YAHŞİ BEY…

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarındaki önemli komutanlarından Kara Timurtaş Paşa’nın oğlu olan Alperen.

1402 Yılında Ankara Savaşı’nda şehit düşmüş olup, Bursa’da kendi ismi ile anılan Yahşibey Mahallesindeki Türbesine defnedilmiştir.

1. Murat’ın oğlu, Yıldırım Bayezid’in kardeşi olan Yahşi Bey ile karıştırılmaktadır, lakin ikisi de çağdaş olan Yahşi Bey’ler farklı farklı kişilerdir.

20150404_184702.jpg görüntüleniyor

Yahşi Bey’in türbesinin dışında farklı, türbenin içinde ise farklı bilgiler bulunmaktadır.

Türbe dışındaki bilgilendirme yazısında Yahşi Bey’in Kara Timurtaş Paşa’nın oğlu olduğu yazmakta iken, Türbe içindeki yazıda 1. Murat Hüdavendigar ve Gülçiçek Hatun’un oğlu olduğu yazılmaktadır.

GÜLÇİÇEK HATUN TÜRBESİ

Sultan 1. Murad Hüdavendigar’ın eşi ve Yıldırım Bayezid Han’ın annesi olan Gülçiçek Hatun’a ait türbedir. Türbe Bursa’da Yahşibey Mahallesindedir.

Yine aynı muhitte Gülçiçek Hatun adına bir camii ve medrese de vardır.

20150404_184530.jpg görüntüleniyor

 

20150404_184623.jpg görüntüleniyor

MOLLA FENARİ…

20150404_175836.jpg görüntüleniyor

Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislamı olan devlet adamı, din alimi veli.

Tam adı Molla Şemsüddin-i Fenari  olup, 1350 yılında Maveraünnehir‘de doğmuş ve Anadolu’ya göç etmiştir.

“Fenari” lakabını da Maveraünnehir’de doğmuş olduğu Fenar köyünden dolayı ve de babasinin fenercilik yapması dolayısiyla almistir. Molla Fenârî küçük yaşta babasından tasavvuf öğrenmistir. Medrese eğitimi sırasında Mevlânâ Alâuddîn Esved, Cemâleddîn Aksarâyî, Hamîduddîn-i Kayserî’in derslerine devam etmistir. Mısır’a gidip, Hanefî fıkıh âlimi Ekemâleddîn-i Bâbert’in derslerine katılmistir.

Molla Şemsüddin-i Fenari müderris olarak Bursa’da. Yıldırım, Çelebi Mehmed ve II. Murad dönemlerin yaşayıp çalışmıstır. Ankara Savaşı’ndan sonra Seyyid Mehmedi Buharî ve bir grup alim ile Timur tarafından esir olarak Kütahya’ya getirilmiştir.

1424 yılında Sultan İkinci Murâd Hân, onu ilk şeyhülislâm olarak tâyin etti. Bu vazifeyi, adâlet ve hak üzere altı sene yaptı.

Molla Fenari, 1431 senesinde Bursa’da vefât etti. Kabri, Bursa’da Uludağ eteğinde, Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır ve ziyâret edilmektedir. Kabri, Bursa’nın en yüksek semtinde bulunmaktadır. Câminin yanında bir de medresesi vardır.

20150404_175850.jpg görüntüleniyor

20150404_175925.jpg görüntüleniyor

 

ESKİCİ MEHMET DEDE…

17. yüzyıl’da Bursa’ya gelip dergah kuran Anadolu velilerindendir.

Bursa’da kumaş ticareti ile uğraşan Mehmet efendi, Abdülmü’min Efendinin sohbetlerinde bulunmaya başladı. Ona talebe olup ondan ilim ve feyz alıp torunu ile evlendi ve Abdülmü’min Camii etrafına yerleşti. Zamanla ticareti bırakarak inzivaya çekildi ve hayır işleri ile uğraştı. Daha sonra ihtiyaç sahiplerine daha iyi yardım edebilmek için yeniden eski mesleğine başladı ve kazancını yardıma muhtaç kimselere dağıtarak halkın haklı sevgisini kazandı.

Eskici Mehmet Dede, Üftade ve Aziz Mahmut Hüdayi’nin çağdaşı olup her iki zat ile de iyi ilişkiler içerisindedir.

Aziz Mahmud Hüdayi’nin dünya işlerini bırakıp Üftade Hazretlerine tabi olmasına ve bundan sonra da muhterem bir zat olmasına vesile olmuştur.

20150404_180929.jpg görüntüleniyor

20150404_180946.jpg görüntüleniyor

Bugün Eskici Mehmet Dede’nin ebedi istirahatgâhı Bursa’da Tezveren Hz. giderken dar sokakların hemen kenarındaki yol üzerinde bulunmaktadır. Eskici Mehmet Dede’ye ait olan mezar taşında, “Hz. üftade müridlerinden Hüdayi Mahmut Dede’yi irşad eden Eskici Mehmet Dede 988/1580” diye yazılıdır. Türbenin üzeri geçmişte çökmüş iken, bugün mükemmel vaziyette onarılmıştır. Mezarın yanında aşevi vardır.

20150404_180905.jpg görüntüleniyor

ÜÇ KUZULAR TÜRBESİ…

Buhara’dan Bursa’ya gelerek Emir Sultan’ın yakınında bulunan ve Emir Sultan tarafından “KUZULARIM” diye anılan, aslen Seyyid olan 3 Veli’nin bulunduğu türbedir.

Türbede bulunanlar;

-Şeyh Safiyüddin

-Şeyh Muhammed

-Açıkbaş Şeyh Ali ismindeki Horasan Erenleridir.

20150404_174802.jpg görüntüleniyor

ÜÇ KUZULAR’IN BURSA’YA GELİŞ HİKAYESİ;

Emir Sultan  Medine’ye vardığında, Seyyitler için ayrılan odalardan birine yerleşir.Az bir  zaman sonra bu odanın sahipleri gelir ve aralarında kısa bir münakaşadan sonra anlaşırlar. Emir Sultan, Beytullah’a selam verir ve cevap alır. Böylece Seyyitliğini ispat etmiştir. Odada kalanlar da selam verirler ama cevap alamazlar, bunun üzerine Emir Sultan’dan özür dileyerek odada kalırlar.  Emir Sultan bu odada kalırken gördüğü bir rüya üzerine Peygamber Efendimizin  emri üzere Bursa’ya hareket eder. Bu olay gece olduğu için kendilerinin Seyyit olduklarını söyleyen bu üç kardeşler sabah yatağında Emir Sultan’ı göremezler ve bunun üzerine onu aramaya koyulurlar.

Aradan 2 ay geçer ve birisi, aradığınız zat’ı Kudüs yolunda gördüm diyerek, Üç Kardeşler, Kudüs’e giderler ve ordan da Bursa’ya gelirler. Bursa’da Emir Sultan’ı bularak ellerine yüz sürerler. Emir Sultan’a “aylardan beri onu aradıklarını”  söylerler. Emir Sultan ise, “Haydi ben Peygamber  emri ile buraya kadar geldim, siz Medine’de kalaydınız, oradan neden ayrıldınız A Kuzularım” der ve bundan sonra bu Üç Kardeşin ismi Üç Kuzular olarak kalır.

Bundan sonra da herkes Emir Sultan gibi bu 3 kardeşi Üç Kuzular olarak çağırır ve anar. Üç Kuzular ömürlerini Bursa’da tamamlarlar ve Üç Kuzular Mahallesi adıyla anılan yerde kurdukları dergahta yaşamlarını sürdürürler. Daha sonra bu dergahın olduğu yere Üç Kuzular Camii yapılır ve üç kardeş  öldüklerinde bu camii’nin bahçesinde defnedilirler.

20150404_175236.jpg görüntüleniyor

Türbe bugün Bursa’nın Güneyinde Uludağ eteklerinde bulunan Üç Kuzular Semtinde, Üç Kuzular Camii’nin bahçesindedir.

Bunun dışında Üç Kuzular Camii’nin hemen alt tarafında “YEDİLER” denilen bir başka türbe daha vardır.

Yediler Türbesinde bulunan zatlar, Üç Kuzular’ın soyundan gelen velilerdir.

20150404_175030.jpg görüntüleniyor

20150404_175015.jpg görüntüleniyor

Yediler Türbesindeki zatlar şunlardır;

-Şeyh Muhiddin Efendi

-Şeyh İbrahim

-Şeyh Abdurrahman

-Şeyh Abdi

-Şeyh Ömer Efendi

-Hürmüz Hatun

-Şeyh Mustafa.

ABDAL MURAD…

Bursa’nın Fethinden evvel oğlu Abdal Mehmed ile birlikte Buhara’dan gelmiş ve Uludağ yamacına post sermiş olan velidir.

Abdal Murad, Orhangazi tarafından Bursa fethinde bir birliğin başında bulunmaya çağrılarak uzunluğu dört arşın (2 metre 64 santim) altmış okkalık ağırlığı olan ve kimse eline alıp sallayamadığı ağaç kılıcı ile faaliyet göstermiş, Bursa’nın fethinde önemli katkıları olmuştur.

Abdal Murad’ın menkıbelere konu olan dört arşın uzunluğundaki tahta kılıcı ile yılan başlı tunç topuzunun XVII. yüzyılda türbede bulunduğu söylenmekte ise de, XIX. yüzyılın sonlarında bunların ortadan kalktığı anlaşılmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman, genel inanışa uyarak Abdal Murad’ın türbesini ziyaret ettiği zaman kılıcın üçte birini kestirmiş ve kestirdiği parçayı Hz. Muhammed ve halifeleri ile onların büyük serdarlarının saray haziresinde bulunan silahlarının yanına koydurmuştur.

Bursa’nın fethinden sonra bugün Abdal Murad türbesinin bulunduğu Bursa’nın güneyindeki mevkiye (kireç ocakları) bir dergah yapılmış, Abdal Murad ve oğlu Mehmet bu dergahta kalmış ve Bursa’nın önde gelen kanaat önderlerinden biri olarak hizmette bulunmuştur.

İş bu dergahın masraflarının karşılanması için Orhan Gazi Han Bursa’nın kuzeyindeki Filidar(Gündoğdu) köyünü Abdal Murad namına vakfetmiş, bu köyün gelirleri ile dergahın masrafları karşılanmış, yoksullara yardımlar yapılmıştır.

ABDAL MURAD TÜRBESİ;

Abdal Murad Türbesi Orhan Gazi tarafından yapılan Abdal Tekkesi ve Abdal Murat Camii’nin bahçesindedir.

abdal murad1

Cami Bahçesindeki Türbenin yanındaki mezarda Abdal Murad’ın oğlu, Abdal Mehmet yatmaktadır.

abdal murad2

abdal murad3

abdal murad4

İNGİLİZLERİN İSTANBUL İÇİN HAZIRLADIĞI SÖMÜRGE BAYRAĞI…

İngilizler Çanakkale’yi geçip, İstanbul’u ele geçireceklerinden o kadar emindiler ki, Osmanlı Başkentine çekecekleri sömürge bayrağını bile hazırlayıp yanlarında getirmişler ve hatta bu sömürge bayrağı işli hatıra mendillerini de savaşa katılan askerlere dağıtmışlardır.

Lakin Türkiye’yi sömürge haline getirmek isteyenlerin bu hayalleri, o hatıra mendillerinin bir köşesinde kalmaktan öteye gidemedi.

Görsel1: İstanbul için hazırlanan sömürge bayrağı.

Görsel2: Köşesinde sömürge bayrağı işli olan işgal kuvvetleri askerlerine dağıtılan hatıra mendili.

DEVLET HATUN TÜRBESİ…

 

 

Bursa-Yıldırım, Meydancık semtinde bulunan türbedir.

Türbede defnedilmiş olan hatun kişi, Yıldırım Bayezid Han’ın eşi, Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı ve 5. Osmanlı padişahı Çelebi Mehmed Han’ın annesi olan Devlet Hatun’dur.

Devlet Hatun aynı zamanda Mevlana Celaleddin’i Rumi’nin de torunudur.

Devlet Hatun “Osmanlı’nın 2. Hayme Anası” olarak da bilindiğinden dolayı, kendisi Devletşah Hatun olarak da anılmaktaydı.

devlet ht2

 

devlet ht3

 

devlet ht1

 

devlet ht4

 

AZEB BEY…

Azeb Bey(Azeb Paşa) 15. Yüzyıl Osmanlı Devlet adamlarındandır.

2. Murat Han ile birlikte Varna ve 2. Kosova Savaşlarına katılmıştır. Hatta Halifeye Varna zaferini haber vermek üzere 24 esir şövalye ile Mısır sultanına elçi gitmiştir.

Azeb Bey’in kabri, Bursa’nın Muradiye semtinde, kendi yaptırmış olduğu Azeb Bey Camii’nin yanında bulunan türbesindedir. Türbede Azeb Bey ile birlikte oğlu Turhan Bey de bulunmaktadır.

azeb bey4

azeb bey2

azeb bey1

ABDAL MUSA…

 

 

 

 

abdal musa1

ABDAL MUSA, ya da MUSA BABA Osmanlı Beyliği’nin kuruluşuyla başlatılacak geçmişe sahip diğer örnekleri gibi, Horasan’dan Anadolu’ya gelen ve Osmanlıların kuruluş döneminde kendisine gönül veren müridleriyle devletin temelinde bir harç olabilmeyi başarmış kişilerden biridir.

Ahmet Yesevi öğretisine bağlı bir Horasan Ereni olan Abdal Musa, Abdal Murad, Abdal Mehmed ve Alaca Hırka ile birlikte Bursa’nın fethine katılmış, Bursa’nın Fethinden sonra da bugün türbesinin bulunduğu yere post sermiş ve vefat edince de aynı yere gömülmüştür.

Abdal Musa’nın türbesinin olduğu yerin etrafında toplanan müritleri bu bölgeyi bir yerleşim yeri haline, bir külliye haline getirmişler ve günümüzde de Bursa’nın Yıldırım İlçesine bağlı Musababa Mahallesi’ne bu veli’nin isminin verilmesine sebep olmuşlardır.

abdal musa3

 

abdal musa2

OSMANLI HİMAYESİNDE HOLLANDALI KORSANLAR…

Avrupa’da bir laf vardır;
de ergste turk was nota bene een hollander..!”

Manası da şudur;
en zalim türk kesinlikle bir hollandalıydı…”

Bu söz tabi ki fevkalade derin manalar ihtiva eden bir sözdür ve burada bahsedilen Hollandalı Türkler ise Osmanlı’ya sığınan, Osmanlı himayesine giren Hollandalı korsan kaptanlardır.

Bu korsanların birkaçını biliyoruz, içlerinde en ünlüsü asıl adı Jan Janszoon Van Haarlem olan KÜÇÜK MURAT REİS’tir. Küçük Murat Reis’ten önceki yazılarımızda bahsetmiştik;

(Atlantik’te Yelken Basan Hollandalı Türk, Küçük Murat Reis.)

17. Yüzyılda yaşanan İngiltere-Hollanda savaşları esnasında imzalanan Breda Antlaşması ile İngiltere ve Hollanda devletleri korsanlık faaliyetlerine son veren bir dizi kararlar almışlardı.
Böylece Hollandalı denizciler için en önemli geçim kapısı olan korsanlık faaliyetleri sona ermişti, lakin bazı Hollandalı kaptanlar bu antlaşmaya uymak yerine birleşerek faaliyetlerine devam etmişler, bu birleşen korsanlar Fas sultanı’nın himayesine girerek, İspanya’nın Fas’taki Selle üssünü alarak burada toplaşmış ve faaliyet göstermişlerdir.

Daha sonra ise Fas, Osmanlı himayesine girince de bu Hollandalı korsanlar Cezayir Beylerbeyi’ne bağlanarak birer “deniz akıncısı” olmuşlar, İslama ve Türklüğe hizmet edip, Batı Akdeniz ve Atlantik’te ve hatta Atlantik ötesinde, Antiller ve Karayiplerde ve dahi Güney Amerika kıyılarında müthiş akınlara ve başarılara imza atmışlardır.
(bkz: izlanda seferi)

İş bu Hollandalı korsanların Murat Reis dışındaki en ünlüleri şunlardır;

-rotterdamlı jacob de hoereward—>süleyman reis.

von harlem veen boer—>süleyman reis.

simon de danser ya da de danser van algiers—>bizde bilinen adı ise deli kaptan ve şeytan kaptan‘dır.

anthony janszen van salee—>küçük murat reis’in oğludur, amerika’da “anthony the turk” olarak anılırdı.

jacob van de vries—>gedikli reis.

herbert von de boer—>küçük ali reis.

vossen vaen boer—>küçük süleyman reis. antillerin fatihi.

Bunların dışında Hollandalı olup 17. yüzyılda Osmanlı himayesine giren toplam kaptan sayısı 60’tır ve salt bu Hollandalı kaptanlarımızın Cezayir limanına getirdiği Avrupalı savaş ve ticaret gemisi ganimet sayısı 1400’dür ki bu rakam da Hollandalı korsanların Osmanlı’ya ne denli faydalı olduğunu ispata yetecek rakamdır.

 

ERGUVAN BAYRAMI…

Erguvan Bayramı; bilinen diğer adları; “emir sultan bayramı” ve “seyyid ali buhari bayramı” olan ve 15. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına değin Bursa’da kutlanan Bektaşi-Türkmen bahar bayramıdır.

Erguvan kelimesi Fransızca “argavan”dan gelmektedir, aynı kelimenin İbranice’deki karşılığı ise “mor renk“tir.

Hristiyanlar ise bu erguvan ağacına yehuda ağacı (bkz: judas tree) demektedirler. Zira, İsa’nın havarilerinden yehuda işkariyot, İsa’ya ihanet edip yerini ihbar edince İsa yakalanır ve çarmıha gerilir.
Yehuda yaptığından pişman olur ve kendini bir ağaca asar.
Ağacın yeni açmış beyaz çiçekleri, utançlarından renk değiştirip mor olur.

Filhakika bunun Türk Kültürüne yansımasında da yukarıda anlattığımız hikayenin etkileri görülebilir.

Yazının başında da belirttiğimiz üzre erguvan bayramı, Anadolu erenlerinden emirsultan hazretleri‘nin hatıratına binayen kutlanmaktaydı.

Buharalı bir çömlekçinin oğlu olan seyyid ali (Seyyid Şemseddin Muhammed Bin Ali El- Hüseyni El Buhari) Medine’deyken rüyasına Hz. Muhammed girer ve ona, “anadolu’ya gidip hizmetini orada sürdür” der.
Seyyid Ali bunun üzerine yola çıkar. Anadolu’ya gelir ve Bursa’da yerleşmeye karar verir.

Kısa sürede tanınır ve sevilir.
Bursalılar onun ziyaretine koşar.
Henüz 22 yaşındaki Seyyid Ali, “emir sultan” diye anılmaya başlanır.

Emir Sultan bir süre sonra, padişah yıldırım bayezid’in kızı hundi hatun’la evlenip saraya damat olur. Herkes tarafından çok sevilen Emir Sultan 1429’da vefat eder.

İşte Emir Sultan’ın 1429’da öldüğü vakit de erguvan zamanıdır(nisan ayı sonları).

Emir Sultan’ın vefatını takip eden yıllarda, erguvanlar çiçeğe bezenince, Emir Sultan’ı sevenler ülkenin her tarafından Bursa’ya gelip Emir Sultan’ın türbesini ziyaret etmeye başlarlar.
İşte bu ziyaret günlerine de “erguvan cemiyeti”, “erguvan faslı“, “erguvan bayramı” denmeye başlanmıştır.

1855 yılında yaşanan bursa depremi‘ne değin aralıksız kutlanan erguvan bayramı, depremde Bursa’nın yüzde 80’inin harap olması ile kutlanamamış, bu yıkımın telaffisi uzun yıllar mümkün olmadığından dolayı 1855’ten sonra uzun seneler bayram kutlanamamıştır.

2. Abdülhamid Han dönemi ile birlikte tekrar kutlanmaya başlanan ve cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürdürülen “Erguvan Bayramı”, eski bir Bektaşi şöleniydi.
Bu bayramdan, 17. yüzyılda söz eden evliya çelebi‘ye göre bahar mev­siminde, Emirsultan’da deniz gibi bir kalabalık toplanırmış. Genellikle Yörük ve Bektaşi kökenli köylülerin katılımıyla yapılan bu törenlerde, Karacabey ve Orhaneli ilçesine bağlı Erenler, Büyükorhan ilçesine bağlı Tekerler köyleri başta olmak üzere Alevi-meşrep insanların sel gibi aktığı bir bayramdı…

Cumhuriyetin ilanını takip eden yıllarda çıkarılan 677 sayılı, “tekke ve zaviyeler ile türbelerin seddine ve türbedarlar ile bazı unvanların men ve ilgasına dair kanun” ile birlikte Bektaşi tarikatının da ilga olması ile her nev’i Bektaşilik faaliyetleri ortadan kalkmış ve yıllar içerisinde de erguvan bayramı kutlanmaz olmuş, tam 77 yıl sonra 2002 itibariyle de yeniden kutlanmaya başlanmıştır.

KIRGIZLAR TÜRBESİ…(İznik)

Anadolu Selçukluların İznik’i fethinde görev alan ve şehit düşen Kırgız Türkleri’nin anısına Orhan Gazi tarafından yaptırılan türbe, Türk Budununun birlik ve beraberliğinin güzel bir örneğidir.

Kırgızlar Türbesi, Yenişehir Kapısı yakınlarında yer almaktadır.

Türbe, Camasa, Kırkkızlar, Reyhan, Hacı Camadan ve Yedi Kardeşler isimleriyle de bilinmektedir.

 

 

ABDÜLVEHHAB SANCAKTARİ…

Asıl adı Abdülvehhâb bin Buht olan, Battal Gazi’nin yakın arkadaşı olduğu rivayet edilen, Emevilerin Anadolu seferlerine katılmış, İznik kuşatması esnasında şehit düşmüş olan İslam Komutanı.

Menkıbelere göre, Abdülvehhab Gazi, Hz. Peygamber’in sancaktarıdır. O’nun duası ile uzun bir ömür yaşamış, 731 yılında şehadet mertebesine ulaşmıştır.

Abdülvehhab Sancaktari’nin türbesi İznik’te, kente hakim bir tepede bulunmaktadı, Bayraklı Türbe, Bayraklı Dede olarak da bilinen Abdülvehhab Gazi’nin İznik’ten başka, Sivas, Elazığ ve Bayburt’ta da türbeleri bulunmaktadır.

20150313_135007.jpg görüntüleniyor    20150313_134944.jpg görüntüleniyor

Ruhu şad olsun…

KAPLAN GAZİ…

Bursa’nın Yıldırım İlçesinde Fidyekızık Mahallesi’nde kabri bulunan, Bursa’nın Fethinde görev almış Anadolu Ereni ve Gaziyan-i Rum.

Hakkında mezar taşının kitabesi dışında pek bir malumat bulunmamaktadır.

Kabristanının mezar taşında şunlar yazmaktadır:

“Mahruse Bursa’nın Fethinden mukaddem Diyar-ı Rum’a vaz-ı kadem ederek bu mevzide temekkün ve karar eylenmiş ve KAPLAN GAZİ demek marut bulunmuş olan iş bu zat-ı keramat-ı aliyye ile meşur bulunduğu Baldiri zade Şeyh Muhammet Efendi tarihininde görülmüştür…”

Ruhu şad olsun…

ANADOLU UYGARLIKLARI…

Tarih öncesi çağlardan, antik çağlara ve oradan da günümüze kadar geçen süreç içerisinde Anadolu’da irili ufaklı hüküm sürmüş, kendilerinden izler, eserler bırakmış  pek çok uygarlık vardır.

Anadolu uygarlıklarından söz eden tüm kaynaklar, malesef belli başlı uygarlıkları ve büyük devletleri konu alır, sürekli bunları işlerler.
Lakin kadim Anadolu tarihinde bu coğrafyada bu büyük devletler-uygarlıklar dışında da krallıklar, beylikler, şehir devletleri ve uygarlıklar hüküm sürmüş ve iz bırakmıştır.

İşte aşağıda tarihi olarak sıraladığımız Anadolu’nun tüm uygarlıkları listesi de bu konuda şu an için alanında tek örnektir.

gaspa krallığı: karadeniz bölgesi mö 4000-3000.

truva: kuzeybatı ege. mö: 3800.

akad imparatorluğu: güneydoğu anadolu-mezopotamya. mö:3000-2100.

hattiler: anadolu. mö: 2800-1700

luviler: anadolu. mö:2300-1400.

türki krallığı: doğu anadolu. mö:2300.

hititler: anadolu. mö:2000-1200.

arzava krallığı: batı anadolu-göller yöresi. mö:2000-1300

asurlular: güneydoğu anadolu. mö: 2000-600

kammanu krallığı: çukurova. mö:2000.

kussara krallığı: sivas civarı. mö: 1800.

hurriler: güneydoğu anadolu. mö:1700-1400.

kizzuvatna krallığı: çukurova. mö:1650-1450.

mitanni krallığı: güneydoğu anadolu. mö:1500-1300.

assuwa ligi: batı anadolu. mö 1400-1200.

kolhis krallığı: doğu karadeniz-gürcistan. mö:1350-164.

mira krallığı: batı anadolu-göller yöresi. mö:1300-1200.

kaska krallığı: mö: 1200.

wilusa krallığı(truva): mö: 1200.

seha krallığı: mö: 1200.

hayasa krallığı: orta karadeniz. mö: 1200.

ısuwa krallığı: güneydoğu anadolu. mö: 1200.

masa krallığı: mö: 1200.

lukka krallığı:güneybatı anadolu mö: 1200.

karkisa krallığı: mö: 1200.

hapalla krallığı: mö: 1200.

pala krallığı: mö: 1200.

diaohi krallığı: kuzeydoğu anadolu. mö:1200-800.

frigya krallığı: frigya-bitinya. mö:1200-700

iyonya şehir devletleri: batı anadolu. mö:12.yy-7.yy.

tuvana krallığı: konya ereğli. mö:1200-742.

karya krallığı: güneybatı anadolu. mö:1100-550.

hilakku krallığı: orta anadolu. mö:11.yy.

pattin krallığı: iskenderun. mö:1000.

tabal krallığı: kapadokya. mö 9. yy.

urartu devleti: doğu anadolu-van. mö:850-590.

astakos krallığı: izmit. mö:800-700.

med imparatorluğu: doğu anadolu mö:700-550

lidya krallığı: batı anadolu. mö:700-550.

pers ahameniş imparatorluğu: anadolu. mö:550-330.

kaduene krallığı: diyarbakır-hakkari. m.ö. 430-355

büyük iskender imparatorluğu: anadolu. mö:330-300.

selevkos imparatorluğu: anadolu. mö:310-50.

antigonos krallığı: batı anadolu. mö: 306-168

pontus krallığı: orta ve doğu karadeniz. mö:300-50.

bitinya krallığı: bursa ve çevresi. mö:250-150.

pergamon krallığı: batı anadolu. mö:250-130.

galatya krallığı: orta anadolu. mö:280-70.

part imparatorluğu: doğu ve kuzeydoğu anadolu. mö:250-220.

ermeni krallığı: doğu ve güneydoğu anadolu. mö:190-ms:450.

kommagene krallığı: güneydoğu anadolu. mö:160- ms.17.

roma cumhuriyeti:batı anadolu. mö: 133-25

sophane krallığı: güneydoğu anadolu. mö:100.

roma imparatorluğu: anadolu. mö:25-ms 330.

doğu roma imparatorluğu: anadolu. 330-1453.

gürcü krallığı: kuzeydoğu anadolu. 840 – 978

kaysites emirliği: muş-malazgirt. 860 – 964

vaspurakan krallığı: van. 908 – 1021

şeddadiler: doğu anadolu. 951 – 1174

mervaniler: diyarbakır. 990 – 1085

büyük selçuklu devleti:anadolu. 1071-1142.

saltuklu beyliği: erzurum. 1072-1202

anadolu selçuklu devleti: anadolu. 1077-1307.

klikya ermeni krallığı: çukurova. 1078-1375

çaka beyliği:izmir. 1080-1097.

danişmendliler beyliği:sivas ve çevresi. 1080-1180.

mengücekliler: erzincan-kemah-divriği. 1080-1228

çubukoğulları beyliği:tunceli-elazığ. 1085-1112.

dilmaçoğulları beyliği:bitlis ve çevresi. 1085-1192.

antakya prensliği: antakya. 1098 – 1268

urfa kontluğu: urfa. 1098 – 1149

artuklu beyliği: güneydoğu anadolu. 1100-1410.

ahlatşahlar beyliği: ahlat. 1100-1207.

inaloğulları beyliği:diyarbakır ve çevresi. 12. yy.

latin imparatorluğu: istanbul. 1204 – 1261.

trabzon rum imparatorluğu(pontus): orta ve doğu karadeniz. 1204-1461.

iznik rum imparatorluğu: kuzeybatı anadolu. 1204-1261.

çobanoğulları beyliği: kastamonu. 1227-1309.

karamanoğulları beyliği: konya. 1250-1487.

ilhanlılar: doğu anadolu. 1256 – 1355.

menteşe beyliği: muğla. 1261-1424

inançoğulları beyliği: denizli. 1261-1368.

pervaneoğulları beyliği: sinop. 1261-1322.

sâhipataoğulları beyliği: afyon. 1275 – 1343.

eşrefoğulları beyliği: beyşehir-akşehir. 1280-1326.

candaroğulları beyliği:batı karadeniz. 1292-1461

alaiye beyliği: alanya. 1293-1421.

osmanlı devleti:anadolu. 1299-1922.

karesi beyliği: balıkesir-biga. 1299-1361.

hamitoğulları beyliği: ısparta. 1301-1423.

germiyanoğulları beyliği:kütahya. 1302-1428.

saruhanoğulları beyliği: manisa. 1313-1412.

tekeoğulları beyliği: antalya. 1321-1423.

taceddinoğulları beyliği: orta karadeniz. 14. yy.

bafra beyliği: orta karadeniz. 14. yy.

taşanoğulları beyliği: orta karadeniz. 14. yy.

kutluşahlar: orta karadeniz. 14. yy.

hacıemiroğulları beyliği: orta karadeniz. 14. yy.

kubadoğulları beyliği: orta karadeniz. 14. yy.

aydınoğulları beyliği: aydın-izmir. 1308-1426

eretna beyliği:sivas-erzincan. 1335-1381

dulkadiroğulları beyliği: kahramanmaraş-elbistan. 1339-1515.

ramazanoğulları beyliği: adana. 1352-1608.

akkoyunlular: doğu ve güneydoğu anadolu. 1378 – 1508.

erzincan beyliği: erzincan. 1379-1410.

karakoyunlular: doğu anadolu. 1380 – 1469

kadı burhaneddin ahmed devleti: sivas-erzincan. 1391-1398.

safevi devleti: doğu anadolu. 1501-1736

türkiye cumhuriyeti:anadolu. 1923-?.

hatay cumhuriyeti: hatay. 1938-1939.

PİRİ REİS HARİTASI ve ÜZERİNDEKİ NOTLAR (2. Bölüm)

Geçtiğimiz aylarda paylaştığımız “Piri Reis Haritası ve Üzerindeki Notlar” başlıklı yazımızda yer vermediğimiz ve Piri Reis’in zellikle Kolomb’a değindiği ve kendi kaleme aldığı Kitab-ı Bahriyesinden alınan notların Kolomb ile ilgili 2. bölümünü paylaşacağız bu yazımızda…

Öncelikle arzu eden geçtiğimiz aylarda paylaştığımız yazımızı aşağıdaki linke tıklayarak okuyabilir;

(Piri Reis Haritası ve Üzerindeki Notlar 1. Bölüm;)

Topkapı Sarayı arşivlerinde bu notların kapsamlı hali de mevcuttur.

Büyük Kapudan” Piri Reis harita’nın üzerine notlar almış, bu notları kısa tutmuştur.

İşte bu notların izahatında amerika’nın keşfine uzun uzadıya değinmiştir piri reis. hani son günlerde sayın cumhurbaşkanımız kolomb’un küba’daki dağı camiye benzetmesine öykünüp, “amerika’yı müslümanlar keşfetti” polemiği başlattı ya, işte o kısım, piri reis tarafından uzun uzadıya yazılmış.
piri reis çizdiği harita’nın kime, kimlere ait olduğuna ve amerika’nın kimler tarafından keşfedildiğine değinmiş.

buyrun okuyalım;

“işbu kenarlara antilya kıyıları derler.
1491 yılında bulunmuştur. amma şöyle rivayet ederler ki; cenevizlerden bir kâfir, adına kolonbo derler imiş, bu yerleri o bulmuştur.
kolonbo’nun eline bir kitap geçmiş ki mağrip denizi’nin (atlantik okyanusu) sonunda kıyılar ve adalar ve türlü türlü madenler ve de elmas dağı vardır diye bu kitapta yazar.

spoiler
not: bu kitap kuvvetle muhtemeldir ki da vinci’s demons‘ta bahsedilen yaprak kitabı‘dır.
spoiler

kolonbo kitabın tamamını okuyup, cenevizli devlet adamlarına bu okuduklarını anlatıp, ‘gelin bana iki tane gemi verin, varayım o yerleri bulayım’ der.
bunlar ‘mağrip deryasının sonu olur mu? havası kötüdür’ derler.

kolonbo görür cenevizlilerden çare yok, gider ispanya beyi’ne varır, hikâyesini bir bir arz eder.
onlar da cenevizli gibi cevap verirler.
ancak kolonbo bunlara bıktıracak kadar ısrar eder.
sonunda ispanya beyi iki gemi verip, baştan aşağı silahla donatıp ‘ey kolonbo, eğer senin dediğin gibi olursa, seni o bölgeye kapudan edeyim’ deyip, kolonbo’yu bahr-i mağrib‘e gönderir.

merhum amcam gâzi kemal’in(kemal reis) ispanyalı bir kulu vardı.
bu köle üç defa kolonbo ile o diyarlara vardım deyip, hikayelerini şöyle anlatmıştı: ‘önce septe boğazına (cebelitarık) vardık, oradan da batıya doğru dört bin mil gittikten sonra karşımızda bir ada gördük, amma gittikçe deniz sakinleşmiş ve kuzey yıldızı görünmez olmuştu’.

karşılarında gördükleri adaya demir atarlar.
adanın halkı gelip, onları ok yağmuruna tutar. dışarı çıkamazlar ki haber soralar. adalıların erkeği dişisi ok atar. hepsi çıplakmış.
karaya çıkamayınca gemilerini adanın öbür tarafına geçirirler.
bir sandal görürler. sandaldaki adalılar gemileri görünce karaya kaçarlar.
kolonbo’nun adamları sandalı almaya varır, görürler ki içinde adam eti var. meğer bunlar adadan adaya gidip, adam avlayıp yerlermiş.

kolonbo bir ada daha görüp ,ona varırlar. görürer ki, adada büyük yılanlar var.

spoiler
not: piri reis in dünya haritasına yazdığı notları‘nda 5 numaralı bölge:
spoiler

oraya çıkmayıp, başka adaya varırlar.
bu adanın halkı görürler ki gemilerden kendilerine bir zarar yok, varırlar, balık avlayıp filikalarıyla bunlara getirirler.
bunlar da hoş görüp onlara sırça boncuk verirler.

meğer kolonbo o bölgede sırça boncuğun muteber olduğunu bulduğu kitapta okumuş imiş.
onlar boncuğu görüp daha fazla balık getirirler. bunlar daima onlara sırça boncuk verirler.

bir gün bir kadının kolunda altın görürler,altını alıp boncuk verirler.
kolonbo’nun adamları derler ki, ‘varın altın getirin, sizde daha fazla boncuk verelim’ derler.
onlar varıp daha fazla altın getirirler. meğer bunların dağlarında altın madeni var imiş…
ada halkından ikisini alıp ispanya beyi’ne getirirler.
amma kolonbo bunların dillerini bilmeyip işaretlerle anlaşır imiş. bundan sonra ispanya beyi papaz ve arpa gönderip ekin biçmeyi öğretmiş.
şimdi o diyarlar tamam açılıp meşhur olmuştur. kıyıdaki yer isimlerini kolonbo vermiştir.
kolomb büyük bir yıldız bilimci imiş. bu haritadaki kıyılar ve adalar kolonbo’nun haritasından yazılmıştır.”

BURSA ve CİVARINDAKİ KALELER…

Çeşitli kaynaklarda kendine yer edinen, bursa ve civarındaki kaleleri gösteren listedir.

bursa kalesi;
ya da hisar
bitinya döneminden kalma olup, hisar kapı, yer kapı, zindan kapı, pınarbaşı kapı, kaplıcalar kapı girişleri vardır.

iznik kalesi;
roma imparatorluğu döneminde yapılmış, bizans döneminde büyütülüp genişletilmiştir. istanbul, yenişehir, lefke ve göl kapıları ve bunlardan başka da 12 tane de tali kapısı bulunur.

kestel kalesi;
kestel ilçesine ismini veren kaledir.

kite kalesi(kirte);
bizans döneminde “kite tekfurluğu” yönetim biriminin merkezinde olan kale.
bizans döneminde çok önemli bir tekfurluk merkezi iken(karacabey-mudanya ve gemlik kite tekfurluğuna bağlı), osmanlı’nın bursa’yı fethedip başkent yapması ile önemini yitirmiş, ilerleyen yüzyıllarda ise kullanılmayarak kaderine terkedilmiştir.
bugün ürünlü köyünde yaşayanlarca dahi ismi bilinmeyen bu kalenin sadece 2 duvarı ayaktadır.

osman gazi han, bursa’yı muhasara edebilmek amaçlı şehrin doğusuna ve batısına iki kale-hisar inşaa ettirir. bunlardan batıdakine aktimur bey‘i, doğudakine ise balabancık alp‘i kumandan tayin etti.
bu iki hisar sayesinde bursa kuşatma altına alınmış oldu ve bizans’ın şehre yardım etmesi engellendi. işte bu iki kaleden batıdaki aktimur hisarı malesef günümüze ulaşmamıştır.

aktimur hisarı‘nın günümüzde çelik palas oteli’nin üzerindeki tepede olduğu rivayet edilmektedir.

lakin osman gazi han’ın yaptırmış olduğu balabancık hisarı bugün ayaktadır ve güzel bir şekilde restore edilmiştir.

balabanbey hisarı(balabancık);

gölyazı kale ve surları;
roma döneminden kalma surlardır. antik surların uzunluğu yaklaşık 800 metredir.


tophisar kalesi;
karacabey-bandırma arasında yolun güvenliğini sağlamak üzere, ufak bir tepe üzerinde kurulmuş güçlü bir kaledir.

örencik kalesi;
iznik gölü civarındaki kalelerdendir.

hisar kale:
iznik gölüne yakın müşküle köyünde bulunan bizans kalesidir.

karadin kalesi(karatekin);
iznik’in 17 km doğusunda karatekin köyünde yer alan ve 1301 yılında osman gazi tarafından yaptırılan kale. köy ve kalenin ismi osman gazi’nin komutanlarından olan kara tekin alp’ten gelmektedir.

dırazali kalesi:
iznik’in hemen güneyindeki dırazali köyünde osman gazi tarafından yaptırılan kale.

(beyce)orhaneli kalesi:
osman gazi han tarafından fetholunan bizans kalesi. günümüzde kalıntıları bulunmamaktadır.

yondhisar kalesi;
1300 yılında osman gazi han tarafından fethedilen bizans kalesi.

yenişehir kalesi;
yondhisar kalesi ile birlikte fethedilmiş ve yenişehir bu fetihten sonra osmanlı’nın başkenti olmuştur.

yarhisar kalesi:
osman gazi tarafından fethedilen yenişehir yakınlarındaki kale.

köprühisar kalesi;
yenişehir ovasındaki köprühisar köyünde bulunan kale.
kale bursa’nın fethinde akıncıların üssü olarak kullanılmıştır.

gemlik kalesi;
bugün lise ile askerlik şubesi’nin bulunduğu tepede yer alan kaledir, lakin günümüze ulaşmamıştır. ms 9. yy’dan kalma kalenin sadece birkaç duvarı günümüze ulaşmış olup, bugün yıkılma tehlikesi ile karşı karşıyadır.

mindos kalesi:
inegöl yakınlarında kayalık kale.

bunların dışında bursa civarında kulaca kalesi, kestelek kalesi, koyulhisar kalesi, gilyos kalesi, arıkayası kalesi gibi kaleler de mevcuttur. lakin bunların bir çoğunun kalıntıları ne yazık ki günümüze ulaşmamış ya da fevkalade tahrip edilmişlerdir.

 

DİRİLİŞ “ERTUĞRUL” DİZİSİNDEKİ TARİHİ HATALAR…

TRT’de başlayan ve osmanlı devleti’nin kurucusu osman gazi han‘ın babası ertuğrul gazi han ve osmanlı’nın henüz “kayı” olduğu dönemi anlatmaya çalışan “diriliş-ertuğrul” dizisinde birkaç hata gözlemledik. Bu hatalar çok vahim olmasa da, dizinin geçtiği döneme geniş bir perspektiften bakınca dikkatlerden kaçmıyor.

her ne kadar hatalar olsa da, dizi gayet güzel, emek verilmiş ve izlenilebilir bir dizidir.
hatalar elbet ilerleyen bölümlerde düzeltilebilir.

dizide şimdilik bir çırpıda tespit edebildiğimiz bazı hatalar şunlardır;

1-kayı boyu oğuzların 24 boyundan en kalabalık olanlarından biridir, osmanlı’nın temeli olan bu boyun tamamı değil, bir kısmı ertuğrul gazi’nin babası süleyman şah‘ın lideliğindedir.

kayı boyu çeşitli aşiretler halinde birkaç farklı yerleşkede varlığını sürdürmüştür, süleyman şah’ın oymağı, kayı boyunun karakeçili oymağıdır. dizide kayı’nın genelinin 2000 çadırlık bir topluluk olduğuna vurgu yapılıyor ve kayı’dan “oba” olarak bahsediliyor. oysa türklerde birlik silsilesi
a)boy
b)oymak(aşiret)
c)oba
şeklindedir.

————-
`ek bilgi1`:
Kayı boyu’nun lideri Süleyman Şah’ın asıl adı SELMAN’dır. aşık paşazade tarihi’nde de, kayı ceddinin ismi bütün yazmalarda gösterilen şekli selman olduğu halde süleyman olarak görülmektedir. selman ismi şii dünyasında selman-ı pak’a binayen son derece saygı arz etmekte olan bir isimdir.
aşık paşazade tarihini günümüz türkçesine çeviren hüseyin nihal atsız, ilk sayfada aşık paşazade’nin soy kütüğünü verirken şeyh selman adının karşısına parantez içinde (veya süleyman) diyerek not düşmüştür.
—————

2-13. yüzyıl’da kayılarda islami ögeler dizide gösterildiği gibi bu denli hakim ve toplum hayatı ile iç içe değildi.
oğuz türkmenleri islam dinini benimsemiş olsalar da henüz eski dinleri, gelenek ve görenekleri yaşamlarında islam’dan daha fazla yer tutmaktaydı. oysa dizide baya baya selamın aleykümler, aleyküm selamlar havada uçuşmakta, ertuğrul gazi ok atarken bilal oğlan gibi “ya hak” diyerek yay bırakmakta. oysa gerçekte 13. yüzyılın ilk çeyreğinde kayıların en az yarısı hala gök tengri inancına mensuptur. hatta ve hatta 16. yüzyıla kadar iran ve horasan’da bulunan şaman inancına sahip kayı obalarının varlığı bilinmektedir.

3-dizide süleyman şah’ın 3 oğlu(ertuğrul, gündoğdu ve dündar) vardır, sungur tekin(tigin) ise uzaklardadır, bir gün dönmesi beklenmektedir. oysa sungur tekin’in de orada olması gerekir, zira sungur tekin süleyman şah’ın ölümünden sonra abisi gündoğdu ile birlik olacak ve orta asya’ya geri dönecektir. dizide sungur tekin halihazırda gitmiş durumdadır.
——————
ek bilgi2:
kaya alp oğlu süleyman şah fırat nehrini geçerken boğularak şehit düşünce (bkz: caber kalesi) oğullarından ertuğrul gazi ve dündar maiyetleri ile birlikte anadolu’ya(ankara-karacadağ), sungur tekin(tigin) ve gündoğdu alp ise aşiretin kalan kısmıyla birlikte tekrar türkistan’a dönerler.

kayılar’ın türkistan’a dönen kolu önce ahlat‘a, daha sonra güneye yönelerek kerkük’e uğradılar. bugün, bitlis, şanlıurfa ve kuzey ırak’taki karakeçililer bu sungur tigin ve gündoğdu alp ile birlikte tekrar doğu’ya anayurt’a dönen kayılardandır.

doğu’ya dönen sungur tigin ve gündoğdu alp’in maiyetindeki kayılar’ın hatırı sayılır bir kısmı müslüman değil, tengri inancına sahipti.
bunların doğu anadoluda kalan kısımları kısa bir süre içinde müslümanlığı benimsediler.(ahlat-urfa ve kerkük kolları) diğer kısım ise horasan ve türkistan’da asimile oldular ve çaldıran savaşı’na değin izlerine rastlanmadı…

çaldıran savaşı esnasında ise safevi ordusu’nda “iyi”(kayı boyu’nun sembolü) tamgalı gök bayrak varlığından söz edilir.
bu şah ismail tarafından başvurulan bir savaş hilesi midir yoksa safevi ordusunda gerçekten sungur tigin ve gündoğdu alp soyundan gelen şamanist kayı mensupları var mıdır bilemiyoruz…
———————-

4-osman gazi han’ın küçük amcası yani ertuğrul gazi’nin küçük kardeşi dündar bey dizide 12-13 yaşlarında bir çocuktur, ama osman gazi ise halihazırda ortada yoktur. oysa ki dündar bey ile osman gazi’nin yaşları birbirine yakındır, aralarında en fazla 10 yaş fark vardır.

5-ertuğrul gazi’nin dizideki yoldaşlarından bamsı beyrek hayali bir karakterdir. ertuğrul gazi’nin yanında bu isimde bir alp yoktur.

6-ertuğrul gazi’nin eşi, osman gazi han’ın annesi halime hatun selçuklu soyundan bir babanın kızı olarak gösterilmektedir, lakin halime hatun’un selçuklu soyu ile bir akrabalığı, kan bağı bulunmamaktadır. ayrıca halime hatun ve ailesi esaretten kurtarıldı gibi gösterilmiştir. gerçekte halime hatun bir bey kızıdır ve anlı şanlı bir düğünle ertuğrul’a eş olmuştur.

7-dizide tapınak şovalyelerinin komutanı “titus” adlı karakter gerçekte bulunmamaktadır.

8-dizide “kara toygar” adlı selçuklu komutanı karakter gerçekte yoktur, olmamıştır. kara toygar, toygargillerden bir kuş çeşididir.
ayrıca bir selçuklu komutanının süleyman şah’ın bey çadırının(yurt) önüne gelip ona posta koyma gibi bir saçmalığa imza atması söz konusu olamaz. zira kayı boyu bizzat hz muhammed tarafından kutsanmış (kut verilmiş) bir boydur, selçuklu sultanları da özellikle bu hususa dikkat etmektedir.

9-dizide oymağa gelen tüccarın yanındaki afşin bey malazgirt savaşı’nda cenk etmiş bir selçuklu komutanıdır. 1071’de tarih sahnesinde olan birinin 1225 yılında kayılar ile rabıta kurması biraz imkansızdır.

KURTULUŞ SAVAŞI DÖNEMİ KARİKATÜRLERİ…

Karikatürler olaylara başka gözle bakmamızı sağlayan görsel enstrumanlardır ve yakın tarihimizde gerek içerikleri, gerek verdiği mesajlarla hep konuşulmuş ve düşündürmüştür.

Karikatür, hayatın her alanında karşımıza çıktığı gibi, Türk milleti’nin verdiği destansı bir varoluş mücadelesi olan kurtuluş savaşı’nda da vatanın içinde bulunduğu zor durumu biraz olsun hafifletmek, milletimize ve askerimize moral vermek amacıyla yapılmış, gururumuzu okşayan ve milli mücadelemize bir nebze de olsun katkı sağlayan çalışmalar ortaya serilmiştir.

İşte Kurtuluş savaşı dönemimizden bazı karikatür içerikleri…

“merak etme yorgo, ben senin arkandayım…”;

ingilizlerin yunan’a gaz vermesi;


konstantin’in yediği son tekme;

konstantin’i iyi malzeme yapmışlar;

burada da kral konstantin boks ringinden kulağından tutulup atılıyor;


damat ferit’in kabusu;

anadolu’nun kartalı mustafa kemal;

sscb-türkiye işbirliği;

anadolu’dan yunanistan’a yılbaşı hediyesi;

mustafa kemal; engelleri bir bir aşan yılmaz bir atlet;

ali kemal denilen şerefsiz hain ancak bu kadar güzel tasfir edilebilirdi;

ali kemal ve refik halit karay;


karagöz ve hacivatlı karikatürler de gayet güzel göndermeler ve mesajlar içermekteydi;

tabi yunanlar’ın megalo ideasına gönderme yapmamak olmazdı;

efzun’un kıçına tekmeyi basan mehmetçik;

berber atatürk;

yenilen yunanistan’a abileri sırtını dönüyor;

ismet paşa lozan’da;

ve diğerleri;

son olarak “alkışlayın genç ve modern cumhuriyetimizi…”

AVRUPA KARİKATÜRLERİNDE OSMANLI…

19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında avrupa basınında yapılan ve genel olarak osmanlı’yı aşağılamak ve çaresizliğine, güçsüzlüğüne dikkat çekmek için yapılan karikatürlerdir.

19. yüzyıl başında osmanlı ordusu’nun durumu ile alay eden bir karikatür;

her şey aslında kırım savaşı ile başladı.
o zaman da bu toprakların en değerli ihraç ürünü ordusuydu ve osmanlı üç otuz para uğruna mehmetçiği cepheye sürmekten çekinmedi. tabi osmanlı’nın içinde bulunduğu duruma bakmadan yaptığı bu hareket avrupa basını’nın ilgisini çekmekte gecikmedi.

işte türk askerini aşağılayan bir ingiliz karikatürü;

kırım savaşı ile alakadar diğer karikatürler;

fransız basınında çıkan “katil türk” temalı çalışma;

daha sonra ikinci abdülhamid dönemi başladı. abdülhamid döneminde avrupa basınında çıkan bu karikatürler doruk noktasına ulaştı adeta;

avusturya basınında yer alan bu karikatür;

abdülhamid: “her şey benden kaçıyor. sadece fareler batan gemiyi henüz daha terk etmiyorlar.” (der floh, viyana, 1877)


abdülhamid döneminde avrupa basınında çıkan karikatürlerde ikinci abdülhamid döneminde başlayan türk-alman yakınlaşması çokça ele alınmıştır;


abdülhamid han’ın çin’e nasihat heyeti göndermesini ve çin’de okul açmasını da işlediler;

fransız basınında çıkan şu karikatürde abdülhamid han için “ermeni kasabı” ifadesi kullanılıyor;

ermeniler ile ilgili bir başka abdülhamid karikatürü;

yine fransız basını, konu tabi ki yine ermeniler;

yine fransa, yine ermeniler;

“hasta adam” osmanlı, bünyesindeki milletler tarafından parçalanıyor;

o ruslar ve almanlar’ın arasında kalmış çaresiz bir adamdı;

93 harbinde rusya osmanlı’ya arkadan saldırıyor, ingiltere ise buna göz yumuyor;

çok çaresizdi;

avrupa’nın gözünde abdülhamid han, “kızıl sultan” dı…

yani “le sultan rouge”…

bu “kızıl sultan” mevzusunda çok ileri gittiler;

hatta çok daha ileri gittiler;

türk-yunan harbi ve girit sorunu da karikatürlere konu oldu bu dönemde;

yunan’a karşı zafer kazanıyoruz kazanmasına ama durumumuz hiç de iç açıcı değil;

2. meşrutiyet’in ilanı bile avrupa’yı menun etmedi;

zira onlara göre ipler hep abdülhamid’in elindeydi;

ve kızıl sultan gitti;

balkan savaşı öncesi bulgar karikatüründe türk düşmanlığı teması;


ve balkanlarda osmanlı yenilgisi;

birinci dünya savaşı öncesi;


birinci dünya savaşı da avrupalı karikatüristler için muazzam bir temaydı.
bu fırsatı boş geçmediler tabi.

kim demiş, “osmanlı hasta adam” diye?

osmanlı’nın almanya, avusturya ve bulgaristan ile müttefik olmasının “hata” olduğuna değinen bir fransız afiş-karikatürü;

almanya, türklerin önüne kemik atıyor;

bir adet sözde ermeni soykırımı ile alakalı karikatür;

ama “bizim taraf” ta boş durmuyordu. almanların yaptığı karikatürler son derece gururumuzu okşayan ve bizlere gaz veren karikatürlerdi.

örneğin “aslan terbiyecisi türkler” karikatüründe, kut-ül amare’de ingilizlere karşı kazandığımız zafer karikatürize ediliyordu almanlar tarafından. burada “aslan” ingilizleri sembolize etmekte;

ve son olarak, çanakkale savaşlarında müttefikleri boğazdan süpüren türk askeri karikatürü;

 

ÇANAKKALE SAVAŞLARI İNGİLİZ ve ANZAK PROPAGANDA AFİŞLERİ…

Çanakkale Savaşları’nın ikinci ayağı olan “kara savaşları” için İngilizler ve Avustralya ve Yeni Zelanda hükümetleri, gençleri Britanya Ordusu’na katılmaya teşvik amaçlı pek çok kampanyalar düzenlemiş, farklı yollara başvurmuştur. Bu yöntemlerden biri de Avustralya ve Yeni Zelanda’da gazeteleri, dergileri, bilboardları süsleyen afişlerdir.

Afişlerin ana teması Birleşik Krallık’a bağlılık ve Anzakların cesaretini ve gururunu okşamak, hafifçe gaz vermektir. Bu afişler Anzak gençlerini etkilemiş, gönüllü olarak orduya katılmalarını sağlamış mıdır bilemeyiz. Ama afişlerin çok enteresan olduğu da bir gerçek.

Kraliçe’nin ruhu Çanakkale’de;

Çanakkale’den çağrı var;

Sörf yapacağına siperdekileri düşün;

Queensland’lı vatanseverler, yardım günü;

Trompet sizin için çalıyor;

Yeni Zelandalı Maori yerlilerini tavlama amaçlı bir çalışma; “atalarının ruhu Çanakkale’de savaşıyor”

Babanız hangi fotografınızı görmek ister;

İşte böyle.
Ama son gülen iyi güler tabi.
İngilizi Anzakı bu çalışmaları yapar, biz boş durur muyuz.

İşte bu çalışmalara ayar niteliğindeki bir Alman karikatür afişi.
elinde süpürge ile bir Türk, bozguna uğrayan İngiliz ve Anzakları boğazdan bu şekilde süpürüyor;

 

TBMM Kürsüsündeki Kara Örtü; PUŞİDE-İ SİYAH…

Tarihler 20 Temmuz 1920’yi gösterdiğinde Osmanlı’nın manevi başkenti, Osman Gazi Han’ın ebedi istirahatgahı olan Bursa Yunan Orduları tarafından işgal edilmişti.

İşte bu işgal daha adımları yeni atılmış Türk Kurtuluş Savaşı için büyük bir moral bozukluğu ve manevi yıkım olmuştu. Bu Türk Milleti için bir  utançtı. Osman Gazi’nin kabrinin olduğu şehirde Yunan bayrağı’nın dalgalanması Türk milletini derinden yaralamıştı.

Bu işgalin Millî Mücadele’nin başşehri Ankara’ya olan yansıması çok farklı oldu.
Konu hemen meclis gündemine geldi ve müzakere edildi. Kürsüye gelen Burdur milletvekili ismail suphi bey, Yunanların işgal ettiği Anadolu topraklarında yaptığı zulümleri bir bir anlattı.
Konuşmasında, Yunanların Bursa Ulu Camii’ni bombalarla tahribe yeltendiklerini, Yunan subayların yedi asır evvel Osmanlı Sultanı Orhan Gazi Han ile evlenen rum kızı (Horofira) nilüfer sultan’ın kabrine giderek, “vaktiyle sen bir Türk’e vardın, Türkle evlendin de eline ne geçti, Müslüman oldunda ne oldu. bak yine kazanan taraf biziz ve sende ayaklarımızın altındasın” demek suretiyle kabri tekmelediklerini ve tahrip ettiklerini anlattı…
Bu sırada milletvekillerinin kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağladıkları görüldü. meclis tutanaklarına da yansıdığı gibi meclis’te gözyaşları sel olup aktı. (tbmm zabıt ceridesi, c. ii, s. 227.)

TBMM’deki bu mütealalar üzerine,  kudüs‘ün haçlı işgali altında kaldığı süre zarfında sarığındaki beyaz sargıyı çıkarıp kudüs geri alınana dek siyah sarık takan selahaddin eyyubi‘ye öykünen ulu önder mustafa kemal atatürk, Tbmm riyaset kürsüsüne kapkara bir örtü örtülmesini istedi.

Bu, “bir milletin manevi başkentinin düşman çizmesi ile ezildiği beher gün mutlak suretle yas” demekti. Bu kara örtü “PUŞİDE-İ SİYAH” adıyla bilindi…

Puşide-i siyah, kapkara duruşu ile meclis kürsüsünü uzun süre kapladı. O’na bakan her Türk evladı, Her Türk mebusu o örtü orada durduğu sürece utandı, hicap duydu.

Ta ki 11 Eylül 1922 tarihinde 48. süvari alayı 3. bölük komutanı Şükrü Naili (gökberk) Bey, Bursa Belediyesi binası’na Türk Bayrağını dikmesi ile Türk Milleti’nin yası sona ermiş, meclis riyaset kürsüsünde tam 2 sene 2 ay 2 gün boyunca örtülü duran bu siyah örtü yine Ulu Önderin talimatıyla kaldırılmıştır…

11 Eylül 1922 günü, sadece Bursa’nın değil, Türk Milleti’nin maneviyatındaki işgal de sona ermiştir.

(Tbmm kürsüsü ve üzerindeki siyah örtü)

GÖKTÜRKÇE YAZILMIŞ GENÇLİĞE HİTABE;

 

Göktürk alfabesi ile yazılmış olan “ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ”.

Gayet değerli bir çalışma.

 

gençliğe hitabe göktürk.

 

 

 

ATATÜRK’ÜN FİLİSTİN ve İSLAM COĞRAFYASI HAKKINDAKİ TBMM KONUŞMASI

Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam Coğrafyası ile münasebetleri hem kültürel, hem tarihi bir derinliğe ve de maneviyata sahiptir. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk Haziran 1937’de TBMM’de yapmış olduğu konuşmasında bu münasebete ve Arap Coğrafyası ve Filistin’in bizler için önemine ve neden önem vermemiz gerektiğine dikkat çekmiş,  konuşmasında gerek Filistin, gerek Arap ülkeleri ve gerekse de İslam’ın kutsal toprakları ile ilgili son derece sahiplenici ve cesur bir tavır ortaya koymuştur.

alıntı
Efendiler,
Araplar’ın, Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür.
Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez.

Biz vakıa (gerçeği ifade edecek olursak) bir kaç sene araplardan uzak kaldık.
Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için islamiyet’in mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hıristiyanlar’ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.

Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz.

Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla itham edildik.
Fakat bu ithamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, “mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin” için hemen bu gün kanımızı dökmeye hazırız.

Cedlerimizin, selahaddinin idaresi altında, uğrunda hıristiyanlarla mücadele ettikleri topraklardayabancı hâkimiyet venüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizibeyan edecek kadar bu gün, allahın inayeti ile kuvvetliyiz.

Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğinden şüphemiz yoktur.”
alıntı

İşte bu yüzden Filistin topraklarına 1900’lü yılların başında yerleşen Yahudiler, bu topraklarda Atatürk’ün ölümüne değin, bir devlet kuramamış, hatta kurmaya teşebbüs dahi edememişlerdir.

Günümüzde sadece “kınama mesajı” yayınlamaktan başka bir varlık gösteremeyen siyasiler umarım Atatürk’ün bu cesur konuşması ve cesaretinden örnek alırlar. Alırlar ki, bu kahrolası Ortadoğu coğrafyasında barış tesis edilir.

Kaynak:
Arapça yayını: Bombay cronicle 27.07.1937
Türkçe yayını: Hâkimiyet-i milliye gazetesi

Görsel

3 MAYIS 2014

3 mayıs foto

PİRİ REİS HARİTASI ve ÜZERİNDEKİ NOTLAR…

Piri Reis’i ve o’nun meşhur haritasını hepimiz biliriz.  Çok kıymetli ve bir o kadar da gizemli bir haritadır…Pek çok sırları da beraberinde taşır, ama malesef harita’nın 4/5’i yani büyük bir kısmı kayıptır.

Dünya’nın takdir ettiği bu haritayı elbette ki incelemiş, biraz uzaktan da olsa bakmışsınızdır. Harita’nın üzerinde bazı şekiller, resimler yer almakta, ama yine aynı haritanın üzerinde “osmanlıca” yazılmış birtakım notlar da bulunmaktadır. İşte Piri Reis haritanın üzerinde yer alan bu notları numaralandırmış ve her numaranın geldiği coğrafi yöre hakkında haritanın üzerine birtakım notlar almıştır.

Bu notlar bir hayli ilginç ve fantastik bilgiler içermektedir.

Şurada numaralanmış bir halde Piri Reis’in notlarını görebilirsiniz;

 

Şimdi bu numaraların yanında yer alan fantastik notların ne anlama geldiklerini inceleyelim;

1-)burada vakami denilen bir çeşit boya bulunur, ilk bakışta göremezsiniz, çünkü uzaktadır. dağlarda zengin maden yatakları vardır. ipek benzeri yünleri olan bazı koyunlar vardır.

2-)bu yörelerde medeniyet yoktur. tüm halkı çıplak gezer.

3-)bu diyarlara antilya derler. burada dört cins papağan olur; beyaz, kırmızı, yeşil ve siyah. halk papağan eti yer ve taçlarını papağan tüyünden yapar. burada mihenk taşına benzer siyah bir taş bulunur. çok sert olan bu taşı balta olarak kullanırlar.

4-) bu haritayı “kemal reis’in erkek kardeşinin oğlu” olarak tanınan hacı mehmet oğlu piri, 919 yılının muharrem ayında (1513 senesinin mart-nisan ayları), gelibolu’da çizmiştir.

5-) bu diyar ki dağlarında bu şekilli canavarlar olurmuş.


6-) bu kıyılar antiller adını alır. hicri takvimin 869 yılında (1493) keşfedilmişlerdir. ismi colombo olan cenovalı bir kafir tarafından keşif edildikleri bildirilmiştir.

7-) bu canavarlar 7 kulaç uzunluktadır. iki gözü arası 1 kulaçtır. fakat bunlar zararsız yaratıklardır.

😎 bu yerde tek boynuzlu sığır ve bu şekildeki canavarlar olur.

9-) bu harita benzeri bir harita bu asırda kimsede yoktur. bu fakirin çizimi itibarıyla bir temel oluştu. 20 harita ve büyük iskender zamanında çizilen haritaların sekizinden -ki dünyanın insan yerleşimli bölgelerini gösterir ve araplar onlara caferiye der- arapların bir hindistan haritasından ve portekizlilerin zamanımızda çizdikleri dört asya haritasından ve kolonbo’nun batıda çizdiği haritadan faydalandım. bunları karşılaştırmalı olarak inceleyip çıkarımlarda bulunarak bu haritayı ortaya çıkardım.

10-) portekizli bir kafirin anlattığına göre, bu noktada gece ve gündüz en kısa olduğunda iki saat, en uzun olduğunda yirmiiki saat sürermiş. fakat gündüzler pek sıcak, geceler de pek rutubetli olurmuş.

11-) hindistan ülkesi yoluna giderken bir portekiz gemisi, kıyıdan esen ters bir rüzgara yakalanır. fırtına yüzünden güney yönüne savrulan gemidekiler uzaklarda bir kıyı görerek ona doğru ilerledi. bu yerlerin demirlemek için uygun olduğunu gördüler. demir attılar ve kayıklarla kıyıya çıktılar. tümü çıplak olan yürüyen insanlar gördüler. fakat ucları balık kemiğinden yapma oklar atıyorlardı. orada 8 gün kaldılar. bu insanlarla işaretleşmek yolu ile ticaret yaptılar. bu gemi bu yerleri gördü ve hakkında yazdılar…. söz konusu gemi hindistana gitmekten vazgeçip portekiz’e döndü ve ulaştıklarında haberi verdiler. bu kıyıları ayrıntısı ile açıkladılar. oraları keşfettiler.

12-) portekizlilerin haritalarına yazdıklarına göre, bu ülkede beyaz tüylü ve bu şekildeki canavarlar ve altı boynuzlu sığırlar varmış.

13-) burası bir kayıp ülke. her şey yerle bir olmuş ve dediklerine göre her yan yılanlarla doluymuş. bu yüzden portekiz kafirleri bu kıyılara yaklaşmadılar ve söylediklerine göre bu kıyılar çok da sıcakmış.

14-) fırtınaya kapılıp buraya gelen portekiz gemisi budur. ayrıntısı kenarda yazılmıştır (10.açıklama)

15-) bu dört gemi portekiz gemisidir. şekli de çizilmiştir. hindistan’a gitmek için mağrip diyarından (ispanya ve çevresi) haber burnu’na (aden körfezi’nin afrika ucu) geçerler.

16-) bu kıyılardaki kule ….
her nasılsa ….
bu iklimde altın ….
bir ip alarak ….
söylendiğine göre ….

(bu kısımda yazının yarısının olmayışı, haritanın kayıp parçalarının olduğunu kanıtlamaktadır.)

17-) bu gemi fırtınaya kapıldı. nikola di cuvan denen kişi bu adaya düştü. adada çok miktarda tek boynuzlu sığır vardır. bu sebeple adanın adı izle vakai, yani sığır adası’dır.

18-) (bir önceki maddedeki) nikola di cuvan, haritasına bu ırmakların çoğunda altın olduğunu yazmış. ırmağın suyu çekilince kum içinden çokça altın toprağı toplarlarmış.

19-) bu adaya antilya adası derler. canavar ve papağan çoktur. imar edilmiş değildir.

20-) portekizliler buradan günbatısı yönüne geçmez. o taraf tamamen ispanya’nındır. ikisinin yaptığı anlaşmaya göre, septe boğazı’nın 2000 mil günbatısı sınırdır. portekiz o tarafa geçmese de hint tarafı ve güney tarafı tamamen portekiz’indir.

21-) bu geminin kaptanının adı mesir anton cineviz’dir, ancak portekiz’de büyümüştür. gemisini fırtına bu adalara sürüklemiş. adalarda çok miktarda zencefil varmış. bu bilgileri kendisi yazmıştır.

22-) bu denize mağrip denizi derler. ama fransızlar mer de ispanya, yani ispanya denizi der. şimdiye dek bu adla bilinirdi. ancak kolonbo bu denize açılınca bu adayı (amerika) o bilinir hale getirdi. anlaşmalara bağlı olarak portekizliler de hint diyarına açıldı. ikisi bu denize bir isim verme kararı aldı. buranın adını ovosano koydular. “sağ yumurta” demektir. daha önce bu denizin sonu olmadığını, ötesinin karanlık olduğunu düşünürlermiş. şimdi bunca kıyının denizi kuşattığını, denizin bir göle benzediğini görünce ona sağ yumurta adını verdiler.

23-) ve felemenkten (flanders) gelen ceneviz gemisi fırtınaya tutuldu. bu adalara sürüklenip geldi, bu sayede bu adalar bilinir oldu.

24-) rivayete göre, çok eski zamanlarda ismi sanvolrandan (santo brandan) olan bir rahip yedi denizleri (tüm dünyayı) dolaşmış. bir gün adı geçen rahip bu dev balığa rast gelmiş. bir kara parçası olduğunu sanıp bu balığın üstüne çıkıp, bir de ateş yakmış. balığın sırtı yanmaya başlayınca silkelenip bunları denize dökmüş. kayıklarına geri binip gemilerine geri kaçmışlar. bu olay portekizli kafirlerce anlatılmadı, bunu antik dünya haritasından aldım.

25-) bu parça adalara undizivercine adını vermişler.

 

Evet, belki son derece fantastik notlar ve bilgiler. ama o çağlarda bir Türk denizcisinin ufkunun ne denli geniş olabileceğine dair fevkalade bilgilendirici notlardır bunlar.


Piri Reis ve niceleri…Ruhları şad olsun…

OSMANLI HANEDAN’I MENSUBU HANIMLAR…

Günümüzde belli bir kesim tarafından Osmanlıcılık yapılarak, Osmanlı’nın yeniden diriltilmesi, canlandırılması provaları yapılıyor. Osmanlıcılık yapan, daha doğrusu Osmanlıcılık oynayan bu kesim,halkı “din ve hilafet” ile etki altına almaya çalışıyor.

Oysa gerçekte Osmanlı’nın son temsilcileri ve Osmanlı Hanedanının mensupları bu bazı Muaviyeci çevrelerden daha modern ve daha aydın olduklarını, Atatürk ilke ve inkilapları doğrultusunda bir yaşam tarzı sahibi olduklarını beyan ediyorlar.

Evet Osmanlı 19. yüzyılın 2. yarısı ile birlikte Avrupai yaşamı benimsemeye, Modernleşmeye başlamıştı, Hanedan mensupları hala da öyleler. Ama kendilerini Osmanlı’nın devamı olarak gören Muaviyeciler ise tam tersi bir yaşam tarzına sahipler.

İşte Osmanlı’nın son dönem kadınları ve günümüz temsilcisi hanedan mensupları…İçlerinde Türban, başörtüsü, ferace, çarşaf kullanan yok. Gayet modern ve gayet asiller hepsi de. Üstelik bunlar Halife kızları, halife torunları…”Allah’ın emri” diye türban takanlar, Halife’den daha iyi bilecek değiller ya.

İşte modern zamanların Osmanlı Hanedanı Mensubu Bayanlar;

fatma aliye hanımsultan;


refia sultan;


saliha sultan;


necla hibetullah ve neslişah osmanoğlu hanımefendiler;


neslişah osmanoğlu hanımefendi;


necla hibetullah hanımefendi;


hanzade hanım;


sabiha sultan kızları hanzade ve necla hibetullah hanımefendiler;


fazile ibrahim ve annesi hanzade sultan;


fazile ibrahim bernard;


mukbile sultan;


fatma fethiye hanımsultan;


kenize murad hanımefendi;


adile nami ve kızı feyzan arıbaş hanımefendiler;


leyla beggin hanımefendi;


2. Abdülhamid Han’ın torununun torunu, leyla sultan ve kızı annabel jour hanımefendi;


ayşe gülnev osmanoğlu sutton hanımefendi;


emel nurcihan hodo;


bala hodo hanımefendi;


perihan saadeddin hanımefendi;


nilüfer cem hanımefendi;


hanzade özbaş hanımefendi;


arzu enver eroğan hanımefendi;


resan iris hanımefendi;


lara adra hanımefendi;


bilun alpan hanımefendi;


rana eldem hanımefendi;

OSMAN GAZİ’NİN KILICI…

Da vinci’s demons dizisi sayesinde önümüzdeki günlerde medyada konuşulacak olan kılıçtır.

Dizide, Osman Gazi’nin kılıcı Roma arşivlerinde saklanıyor ve İstanbul’daki kılıcın sahte olduğundan bahsediliyor.

Lakin, tarihte böyle bir şey yoktur. Osman Gazi Han’ın kılıcının herhangi bir şekilde Romalıların eline geçmiş olması imkansızdır.

Ayrıca dizide bahsi geçen kılıcın Osman Gazi Han’ın kılıcı ile uzaktan yakından alakası yoktur.
Osman Gazi Han’ın kılıcında evet bir imge, bir tamga vardır.
Ama bu tamga dizide bahsedildiği üzre bir şifre yahut sır değil, Kayı Boyu’nun tamgasıdır.
Bu kılıç da Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir.

İşte Osman Gazi Han’ın kılıcı;

Kılıçta “Kayı” tamgası bariz şekilde görülebilmektedir.

Dizide gösterilen kılıç, gerek kabzası, gerek gövdesiyle “Osman Gazi Han’ın kılıcı”ndan çok daha farklıdır.

Neyse,
Geçelim Osman Gazi Han’ın kılıcındaki sırra.

Kılıç aslında Osman Gazi Han’dan çok daha evvelki dönemlerde Mekke’de dövülmüş, çeliğine suyu Mekke’de verilmiştir.

Kılıcı döven kılıç ustası, Kabe’nin muhafızlığını yapan SUREYC KABİLESİ mensuplarındandır.

Sureyclilerin Türk olduğuna ve kabe muhafızlıklarının bizzatihi hazreti peygamber efendimiz tarafından verildiğine daha önce değinmiştik.
(bkz: kabe nin anahtarı kıyamete kadar türklerdedir)

İşte Osman Gazi Han’a ait olan bu kılıç, Kabe’nin muhafızı Sureycliler tarafından dövülmüş ve halife Hz Osman’a vermiş, Hz Osman’dan, Osman bin Talha’ya geçen kılıç, oradan da Hoca Ahmed Yesevî’ye emanet edilmiştir.
Daha sonra bu kılıç, Hoca Ahmed Yesevî silsilesi yoluyla, Şeyh Edebali’ye gelmiş ve “sırları ile beraber” Osman Bey’e(Osman Gazi Han) teslim edilmiştir.

Söz konusu kılıç, Kayı Boyu ile ilgili günümüze ulaşılabilen en eski izdir.

İşte kılıcın kutsiyeti ve değeri buradan gelmektedir. Herhalde dizide de kılıcın bu kutsiyetine önem atfedilmiş, ve senaryo gereği kılıca bir takım sırlar atfedilmiştir.

Ama kılıcın asıl kerameti, o tarihe kadar “OTMAN” olan Kayı uç beyinin adının Hz Osman’ın kılıcına sahip olduktan sonra, kayınpederi Şeyh Edebali’nin tavsiyesiyle ismini değiştirip “OSMAN” adını almasıdır. Yani bu kılıç, Osman Gazi’ye adını veren kılıçtır…

ESKİ TÜRK ASTROLOJİSİ’nde BURÇLAR…

Araştırmacı Tram-Semen’in ortaya çıkardığı Eski Türk astrolojisi sisteminde, 36 ayrı burç bulunmaktadır.

Nart-Karaçaylar’a ait 36 burçluk sistemdeki burçlar şöyledir;

1-)Toruk (21-31 Mart)

2-)Hımmıy (1-10 Nisan)

3-)Huttus (11-20 Nisan)

4-)Hunta (21-30 Nisan)

5-)Çolpancı (1-10 Mayıs)

6-)Kölköl (11-21 Mayıs)

7-)Çamay (22-31 Mayıs)

😎 Küylü (1-10 Haziran)

9-)Kuşmuş (11-21 Haziran)

10-)Sezgek (22-30 Haziran)

11-)Kuşdüger (1-11 Temmuz)

12-)Gondaray (12-22 Temmuz)

13-)Ötgür (23-31 Temmuz)

14-)Küsümmü (1-12 Ağustos)

15-)Künlü (13-23 Ağustos)

16-)Sınçıma (24 Ağustos-1 Eylül)

17-)Atçak (2-13 Eylül)

18-)Kıllı (14-23 Eylül)

19-)Canakkı (24 Eylül-3 Ekim)

20-)Ban (4-12 Ekim)

21-)Cemiş (13-23 Ekim)

22-)Batık (24 Ekim-1 Kasım)

23-)Hırtlı (2-12 Kasım)

24-)Tutamış (13-22 Kasım)

25-)Uslu (23 Kasım-2 Aralık)

26-)Kutas (3-12 Aralık)

27-)Tusanak (13-21 Aralık)

28-)Tutar (22 Aralık-1 Ocak)

29-)Beçel (2-12 Ocak)

30-)Pırsıuay (13-20 Ocak)

31-)Balauz (21 Ocak-1 Şubat)

32-)Cantay (2-10 Şubat)

33-)Ergür (11-18 Şubat)

34-)Sönegey (18-28 (29) Şubat)

35-)Cannan (1-9 Mart)

36-)Şatık (10-20 Mart)

Türk Irkının 40 Bin Yıllık Atası; DENİSOVA İNSANI…

Türk tarihi ne kadar derindir?

Ön Türkler üzerinde bugüne değin elde edilen bulgular Türk/Turan tarihini birkaç yıl önceye kadar 16.000 Yıl öncesine kadar götürmekteydi. Ama Altay dağlarında yapılan kazı çalışmalarında keşfedilen DENİSOVA MAĞARASI’nda elde edilen bulgular sayesinde Türk Tarihini 40.000 yıl öncesine kadar indirgemek ve genişletmek teknik olarak gayet mümkün olmuştur.

Türklerin bugün için en eski atası,  altay dağlarında denisova mağarasında keşfedilen ve günümüzden 40.000 yıl önce evrimini tamamlamış olan bir hominid/hominidae türü.
şüphe yoktur ki bu hominid türü turan ırkı’nın en büyük atasıdır…

Bunu rahatça söyleyebiliyoruz, zira mö 5000’lere ışık tutan aynı Altay bölgesindeki afanasiyevo kültürü‘nde elde edilen bulgular ile Denisova mağarası bulguları fevkalade benzerlikler taşıyor.

Örneğin, Denisova mağarasındaki svastika çizimi ile Afanasiyevo Kültürü’nde elde edilen svastika tamgası birebir aynı…

Denisova mağarasında elde edilen en önemli bulgulardan biri de 50.000 yıllık at dnasıdır ki, bu dahi Denisova’da bulunanların Türkler ile bağlantısını kuvvetlendirecek önemli bir faktördür.

http://www.abroadintheyar…a-found-in-denisova-cave/ 

Denisova mağarası ve buradaki buluntuları ön plana çıkaran asıl keşif ise dünyanın en eski dna izi ile alakalı.
Rus arkeologlar, Denisova mağarasında bulunan ve Denisova kızı’na ait olduğu saptanan 20 yaş dişinin 80 bin yıllık olduğunu açıkladıktan sonra 2008’de İspanya’nın kuzeyinde yapılan çalışmalarda elde edilen dna bulgusunda Denisova mağarasında bulunan dna örneği ile benzer ama bu kez 400.000 yıllık bir başka dna örneğinin tespit edilmesiyle, evrim teorisine dair, insanlığın evrimine dair bilinen silsile alt üst oldu.

İnsanlığın evrimi bilim çevrelerince ilk insanların atasının çıkış noktası Afrika olarak kabul ediliyordu, lakin gerek Denisova, gerek İspanya’da elde edilen bu dna bulguları insanların atasının çıkış noktasının Afrika değil, Altaylar-Sibirya olduğunu resmen belgelemiştir.
http://www.allvoices.com/…ings-made-25000-years-ago 

Türk tarihi, Türk destanları yüzlerce yıldır aynı konuyu işliyor olmasına rağmen, bilim adamlarının elde ettiği bu son bulgu Türk tarihi, Ön Türkler ile ilgili şimdilik elimizdeki en önemli bulgudur.

Bunu daha önce de söyledik.
Özellikle SSCB’nin dağılmasının ardından Orta Asya’da arkeolojik ve bilimsel çalışmalar yapmanın daha da kolaylaşması, Türk kültürünün derinliklerine inme açısından ve dolayısıyla insanlık tarihine dair önemli bulgular elde etme açısından hız kazandı.
Orta Asya’daki arkeolojik alanlarında her geçen gün yeni bulgu ve belgeler ortaya çıkıyor.
SSCB döneminde 5000 yıl ile sınırlanan Türk tarihi, SSCB’nin dağılmasından sonra önce 16.000 yıla, Denisovan Kültürünün ortaya çıkmasıyla da 40.000 yıla kadar çıkmıştır.

Denisova Mağarasında elde edilen bulgular, Denisova Kültürü’nün bize gösterdikleri ve anlattıkları ATATÜRK’ün TARİH TEZİ’nin haklılığının belgesidir.

 

ATATÜRK’ÜN KADINLARI…

Türk Milleti çapkınlığı sever.
Türk erkeği çapkındır,
Delikanlıdır, bıçkındır. ama illa ki kalbi aşk ateşi ile çarpacak. Bir yar’i olacak muhakkak.
Özleyecek, sevecek, sevilecek,
Onun adını zikredip içecek, sarhoş olup nara atacak, kavga edecek…

Haliyle Türk’ün lideri de böyle olacak.

Çapkın, deli dolu.
Kadını kadınları olacak.

Ne demişler?
“Çapkınlık erkeğe yakışır…”

Malum bu günlerde başbakanımız tayyip erdoğan’ın yasak aşk dedikoduları pek bir gündemde.

Kimileri çok tepki gösteriyor bu duruma. kimileri “olsa dahi inanmayacağını” söylüyor.
Biz ise ilgilenmiyoruz.
“Herkesin özel hayatı kendine” diyor, yapmışsa da “helali hoş olsun” diyoruz.

E Tayyip Erdoğan çapkın olur, çapkınlık yapar da, bu milletin ulu önderi, Türk’ün atası çapkın olmaz mı?

Olmaz olur mu?
Hem de nasıl? ne maceraları vardır o ateş saçan gözlerin. ne aşklar yaşamış, nasıl yanmış kavrulmuştur kim bilir?
Bizim bildiklerimiz birkaçı.
Birkaç kişi ile sınırlı.

Madem ki o koskoca bir Türk, elbette o’nun da aşkları, kadınları, çapkınlıkları vardı.

İşte Atamızın kadınları…

eleni karinte:
Atatürk’ün Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenci olduğu dönemde sevdalandığı Rum dilberdir.
bir Rum iş adamının kızı olan Eleni ile Mustafa Kemal’in evlenmesine önce Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın izin vermediği, daha sonra da babasının Eleni’yi kahyasıyla evlendirdiği anlatılmaktadır.

Atatürk’ün eğitim gördüğü, manastır askeri idadisi bugün müze olarak kullanılmaktadır ve bu müzede bir de Atatürk’e ait “anı odası” bulunmaktadır.
İşte bu anı odası, Mustafa Kemal ile rum sevgilisi Eleni’nin aşklarına tanıklık edecek önemli bir delili de sergilemektedir.
Bu delil, Atatürk ile Eleni’nin aşklarının bir belgesi olan Eleni Hanım’ın Atatürk’e yazdığı mektuptur.

İşte o mektupta geçen ifadeler;

alıntı
“Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kağıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt.

Manastırlı Eleni Karinte, bir gün tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır. benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar çok seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum. Fakat, balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum.

Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum. babam vefat etti. Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti, beni eve kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağladım, biliyorum ki tüm kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı.

Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevebileceğimi söyledi. Ben kendisine, ‘hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum’ dedim. Babam beni hiç bir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim. O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim.

ebediyen seni seven ve seni bekleyen, Eleni Karinte’n.”
alıntı

Not: Atatürk’ün Eleni Karinte ile olan aşkı bir filme de konu olmuştur.
Atatürk-Eleni aşkını anlatan bu film, aleksandar popovski‘nin yönettiği, “balkan is not dead” adlı filmdir. filmde Atatürk’ü ertan saban, Eleni’yi ise natasa tapuskovic canlandırmıştır.
buyrun;
http://www.imdb.com/title/tt1942808/?ref_=nm_flmg_dr_1

Evet, Atamızın bu hüzünlü aşk hikayesini geride bırakıp bir diğer aşkına geçelim.

emine hanım;
Atatürk’ün bir diğer “büyük aşkı” olan Emine Hanım, selanik merkez kumandanı şevki paşa’nın kızıdır.
Atatürk bu aşkı ile malesef vuslata erememiş, ömrünün sonuna değin yakın dostlarına Emine’den bahsetmiştir.
hatta çakırkeyf olduğu bazı zamanlar kendi bizzat çok sevdiği “eminem” türküsünü seyretmiş ve söylerken çok içlenmiştir.
Atatürk’ün unutamadığı Emine Hanım, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’ın da arkadaşıdır.
1930’lu yıllarda bir gün Atatürk kız kardeşi Makbule Hanım ile sohbet ederken laf arasında Emine Hanım’ın bahsi geçmiş, Makbule Hanım’dan, Emine Hanım’ın hiçbir zaman evlenmediğini, çoluk çocuğa karışmadığını ve o’nu unutmadığını haber alan Mustafa Kemal, aşkının o’nu unutmadığını öğrenince hem sevinmiş, hem de hüzünlenmiştir.

Atatürk’ün Harbiye’ye gitmek üzre Selanik’ten ayrılırken Emine Hanım’a yazdığı not şöyledir;

alıntı
‘Bu dakikada vapura gidiyorum. bu an-i mes’um bize kan ağlatacak. bendeniz sizi unutmayacağıma vicdanen yemin eder, sizden de aynı vefayı beklerim, allahaısmarladık. Mustafa Kemal’
alıntı

vay be…

Devam edelim.
Ama Atatürk’ün kadınları, aşkları olduğu kadar, Atatürk’e aşık olan kadınlar da vardır.

Örneğin Atatürk’ün Selanik’ten komşuları olan Hatice ve Naciye hanımlar…

Evet, Hatice ve Naciye hanımlar Atatürk’ün Selanik’teki mahallelerinden komşu kızlarıdır ve her ikisi de Atatürk’e aşıktır. Naciye biraz yaşça büyüktür hatta Atatürk’ten. Hatice ise Zübeyde Hanım tarafından Atatürk’e istenmiş, lakin Mustafa Kemal asker olduğu için Hatice Hanım’ı Atatürk’e vermemişlerdir.

Atatürk’ün dillere destan bir başka aşkı ise Bulgar generali’nin kızı miti kovaçeva‘dır.

miti kovaçeva:
Mustafa Kemal’in Sofya’da askeri ateşe olarak görev yaptığı zamanlarda aşk yaşadığı Bulgar dilberidir.
Miti Hanım bir general’in kızıdır. 1914’te tanışan Miti ile Atatürk’ün, Strauss’un ‘güzel mavi tuna‘ valsiyle başlayan ilişkileri, Miti’nin general babasının itirazı yüzünden sona erdi. Fakat Sofya’nın en güzel kızı, öldüğü güne kadar Mustafa Kemal’i sevdi.

Üstat yılmaz özdil Mustafa Kemal ile Miti’nin aşklarını geçtiğimiz günlerde kaleme almıştı, buyrun;
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/25806150.asp

not: Mustafa Kemal’in Bulgaristan’da kaldığı süre zarfında Miti’nin dışında, savunma bakanı’nın kızı Mora, başbakanın kızı Nikolina ve bir milletvekilinin kızı Elana ile ilişki yaşadığı ileri sürülüyor.
yine Atatürk Sofya’da vazifeli iken İstanbul’da onu bekleyen bir çift zeytin göz de bulunmaktaydı. İtalyan asıllı madam corinne

Yılmaz Özdil şu detayı da veriyor yazısında;

alıntı
Miti’den sonra hayatına 19 kadın daha girdi…
alıntı

Tabi ki biz 19 kadını inceleyemeyeceğiz.
Kaynaklarımız, bulabildiklerimiz sınırlı.

Ama Miti’den sonra en bilinenlerinden biri padişah Vahdettin’in kızı olan Sabiha Sultan’dır.

sabiha sultan:

Son Padişah Vahdettin’in küçük kızıdır.
Sabiha Sultan ile Mustafa Kemal birkaç defa görüşmüş, birbirlerinden hoşlanmışlar, hatta vahdettin de bu ilişkiye ve izdivaça rıza göstermiş, evlilikleri gündeme gelmişse de, ilişki bir sebeple devam etmemiş ve nihayete erememiştir.

Atatürk’ün hayatına giren tek sultan, tek prenses Sabiha Sultan değildir.

Atatürk’ün evlenmek istediği, daha doğrusu birilerinin Atatürk ile evlendirmek istediği bir diğer sultan da Mısır Hidivi abbas hilmi paşa‘nın kızı lütfiye sultan‘dır.
Bu ilişki de bir sebeple olmamış, izdivaç gerçekleşmemiştir.

Bu arada konu Mısır’a taşınmışken, Atatürk’ün kahire’de kaldığı kısa bir süre içinde liza ve tevhide adlı iki rakkase kadın ile ilişki yaşamışlığı da vardır.
Lakin Atatürk bu iki kadını birden aynı anda idare etmiş, kadınların bir süre sonra birbirinden haberdar olması ile birlikte ulu önderimiz baltayı taşa vurmuş ve her iki kadın ile de ilişkisini noktalamak zorunda kalmıştır.

Atatürk’ün hayatına giren ve herkesin malumu iki kadın vardır.
fikriye hanım ve latife hanım.

Bu iki hanımefendinin hikayesi pek çok kaynaktan pek çok defa anlatıldığı için uzun uzadıya değinmeyeceğim.

Ve, zsa zsa gabor:
Atatürk’ün hayatına giren Macar kainat güzeli.
Zsa Zsa Gabor-Mustafa Kemal aşkı, güzel yıldızın şu anlattıklarından ibarettir.
Zsa Zsa Gabor’un açıklamaları;

–alıntı–
Açılan büyük bir kapının ardından içeriye girdim. Heyecandan kalbim deli gibi çarpıyordu. Mermerle döşenmiş bir yoldan geçerek bahçe içindeki eve doğru yöneldim. Çok büyük bir zeytin ağacı evin girişini gölgeliyordu. Üst kata çıktım. Atatürk, arkası dönük, el işlemeli geniş bir gürgen koltuğa oturmuş, yanındaki masa üzerinde duran nargilesini içiyordu.

Odaya girdiğimi fark edince, kırmızı renkli kadife koltuğa, yanına oturmamı istedi. Büyülenmişçesine Atatürk’ün emrini yerine getirdim. Nargilesinin markoçunu bana doğru uzattı. Dumanı içime çektim. Diğer elinde tuttuğu rakı dolu zümrüt kakmalı altın kadehi emrivaki bir tavırla elime tutuşturdu. Kadehteki rakıyı yudumlarken heyecandan titriyordum.

Atatürk ile beraberliğimin bundan sonrasını ilk defa açıklıyorum. dans eden dansözlerin odadan çıkmalarını emrettikten sonra ikimiz baş başa kaldık. rakının verdiği sarhoşlukla kendimi rüyada hissediyordum. Hipnotize olmuş gibiydim. Atatürk şeytani bir çekicilikle yanıma sokulup, benimle deliler gibi sevişmeye başladı.

Milyonlarca Türk kadınının hayalini süsleyen o büyük insana, atatürk’e bekâretimi verdim!

Mustafa Kemal Atatürk, tanrının insanlığa armağan ettiği bir kurtarıcı, bir politika ustası, korkusuz bir savaşçı ve yarı insan, yarı tanrıydı!

Zsa Zsa Gabor, 1937 – Ankara, Türkiye.
–alıntı–

(ZSA ZSA GABOR)
Bunlardan başka atatürk’ün, yahudi safiye behar ile de aşk yaşadığı söylenir ama bu konuda somut bir bilgi yahut belge bulunmamaktadır.

Evet.
O bizim en sevdiğimiz, o bizim ulu önderimizdi.
“O’nu neden bu kadar çok sevdik?”

Sırf ülkemizi kurtardığı, bize modern türkiye’yi armağan ettiği için mi?
Elbette hayır.

O da bizim gibi olduğu için çok sevdik onu.
O da sevdi, sevildi, aşık oldu, çapkınlık, hovardalık yaptı.

O bir Türk’tü. o bizden biriydi…

2.DÜNYA SAVAŞI’NDA ŞEHİT OLAN 14 TÜRK PİLOT…

İngiltere’nin başkenti Londra’da brookwood türk hava şehitliği‘nde ebedi istirahatlerinde olan pilotlarımızdır.

Pilotlarımızdan 12’si uçuş esnasında alman uçakları tarafından düşürülerek şehit edilmiş, diğer ikisi ise İngiliz kayıtlarına göre trafik kazasında hayatlarını kaybetmiştir.

Peki İkinci Dünya Savaşına girmeyen, “tarafsız” kalan Türkiye’nin pilotlarının Almanlarla, İngilizler arasındaki savaşta ne işleri vardı?

Türkiye İkinci Dünya Savaşında gayri resmi bir şekilde savaştı mı?

Pilotlarımızın 12’si uçuş esnasında uçakları vurularak şehit edilmiş. diğer iki pilotumuz ise Nazilere casusluk yaptıkları dolayısıyla İngiliz Gizli Servisi tarafından ortadan kaldırılmış.

Her ne ise, neredeyse 70 senedir açıklanmayan bir sır var ortada.

Şehitlerimizle ilgili tek açıklamayı dönemin bakanlarından Kasım Gülek yapmış;

alıntı
“olay sadece ingiltere ile sınırlı değildi. abd ve kanada gibi ülkelere de türk pilotları gönderilmiştir. amaç, pilotların kendilerini geliştirmesini sağlamaktır. bunun dışında bir amaç yoktur. hepsi geri dönmüştür. bu çok eski bir olaydır. benden başka bir kişi de olayı hatırlamaz.”
alıntı

Yurtdışına eğitim almak için gönderilen subayların kimler olduğu konusunda cevat tuna paşa, “İkinci Dünya Savaşı devam ederken 1941-1945 arasında 1941 yılının a ve b dönemi mezunları, 1942 mezunlarının tamamı ve 1943 yılı mezunlarının yarısı İngiltere’ye iki yıl süren uçuş eğitimi için gönderildi. eğitimleri tamamladıktan sonra Türkiye’ye geri döndüler. 1943 mezunu hava subaylarının diğer yarısı ise uçuş eğitimlerini Amerika’da yaptılar” bilgisini veriyor…

ikinci dünya savaşı‘nın devam ettiği süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında yapılan bir anlaşma gereği söz konusu Türk pilotlar, İngiltere Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde (royal air forcesraf) uçuş eğitimi görmeye başlar.
anlaşmada Türk pilotların maaşlarının türkiye tarafından ödenmesi şartı bulunmaktadır.
Başlangıçta, teorik bilgilerin yer aldığı dersler verilir. sonra pilotlar ilk uçuş, tekamül uçuşu ve savaş uçuşu eğitimi (cto) alır. pilotlar altı ay süre ile İngilizce, muhabere, meteoroloji, silah, tayyare tanıma, seyr-ü sefer derslerine girer.

1944’te isabet alan İngiliz uçaklarından birinin pilotunun mezar taşında “teğmen hakkı akarçay, gece uçuşunda alman uçağı tarafından düşürülerek şehit oldu. 3-4 eylül 1944″ yazısı yer alıyor.

Bu iddiaları güçlendiren bir başka faktör, İngiliz savunma bakanlığı ve kraliyet hava kuvvetleri komutanlığı yetkililerinin bu konuda konuşmaması. Türk pilotlarının personel dosyasındaki kırmızı mürekkepli ‘top secret‘ kaydının henüz kaldırılmadığı öne sürülüyor.

Her iki iddia da, İkinci Dünya Savaşı’nda baskılara rağmen tarafsız kalmayı başaran Türkiye ile ilgili soru işaretlerini beraberinde getiriyor. o dönem İngiltere’de eğitim alan subaylarımızdan bazıları, zaman zaman bu iddiaları yalanlayan beyanatlarda bulunuyor.

Filhakika, o dönem her ne olduysa bizim 14 subayımız İngiltere’de vatani görevlerini ifa ederlerken şehit düşmüşlerdir. ve halen günümüzde Londra’dabrookwood mezarlığında ebedi istirahatlerini yapmaktadırlar.

Ruhları şad olsun…

MAN ADASI’NDAKİ TÜRK ŞEHİTLİĞİ…

İngiltere ve İrlanda arasında bulunan İrlanda Denizi’ndeki Man Adası’nda (isle of mann) ebedi istirahatlerinde olan şehitlerimizi barındıran şehitliktir.

Birinci Dünya Savaşı döneminde evlerini, ailelerini, yurtlarını bırakıp vatan savunmasına katılmak amacıyla orduya girmiş, çeşitli cephelerde savaştıktan sonra İngilizlere esir düşmüş ve esaret döneminde getirildikleri bu uzak coğrafyada vefat ederek şahadet şerbetini içmişlerdir.

Askerlerimiz, Birinci Dünya Savaşında İngilizler’e esir düşmüş olan binlerce Alman ve Avusturyalı ile birlikte 115 Türk, 1915 yılında 200 kişilik bir kafile içinde “ısle of man” adasındaki knockaloe esir kampı’na getirildiler. Bunlar arasında bulunan yedi Türk esir burada vefat edince, tutuldukları esir kampının karşısındaki patrick kilisesi’nin bahçesine gömüldüler.

Uzun süre ilgi bekleyen yedi Türk askerinin mezarlarının bulunduğu Man Adası’ndaki mezarlığa 1972 yılında “şehitlik” statüsü verildi.
Dikili taşlar halindeki mezarlık geçtiğimiz yıllarda bakıma alınarak şehitlerimizin anılarına layık görkemli bir şehitliğe dönüştürüldü.
Şehitliğin bakımı, içinde bulunduğu patrick kilisesi ve ingiliz savaş mezarlıkları komisyonu (commonwealth war graves commission) sorumluluğunda bulunuyor.
Periyoduk bakım giderleri anılan müesseseler tarafından, restorasyon ve özel bakım giderleri ise Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanlığı İnşaat Emlak Daire Başkanlığı’nca karşılanmaktadır.

Man Adasındaki türk şehitlerimizin isimleri şunlardır;
ramazan mehmet 17 kasım 1916
hüseyin halit ibrahim 16 şubat 1917
hüseyin ali 20 nisan 1917
hasan derviş 18 mayıs 1917
mehmet ali 17 eylül 1917
kalan yeğen 09 nisan 1918
ahmet hazan 15 temmuz 1918

NOT: Man Adası’nın coğrafi konumu;

 

ŞEHZADE BAYEZİT…

Kanuni Sultan Süleyman-Hürrem çiftinin, Mehmed, Mihrimah, Abdullah ve Selim’den sonra gelen 5. çocuklarıdır.”ŞAHİ” mahlasıyla şirleri olan, kürt idriskürt ebussuud ve tahmasb‘ın Türk töresine yakışmayan kahpeliği ile bebek yaştaki evlatları ile birlikte katledilen ve bu katledilmesi, Kanuni’nin en önemli hatalarından biri olarak kabul edilen oğludur.

şehzade mustafa‘dan sonra, Şehzade Bayezid’in de babası tarafından katledilmesi Osmanlı’da basiretsiz padişahlar döneminin adeta başlangıcı olmuş, basiretsiz sarı selim‘e taht yolu ardına kadar açılmıştır.

Şehzade Mustafa’nın katledilmesinden ve Şehzade Cihangir’in ağabeyinin katline üzüntüsünden dolayı vefatının ardından, Kanuni-Hürrem çiftinin hayatta iki oğlu kalmıştı. Bunlar Şehzade Selim ve Bayezid idi.

Kardeşinden iki yaş büyük olan Selim Manisa, Bayezid ise Konya sancakbeyiliğinde bulunuyordu.
Şehzade Bayezid Konya’dan Kütahya sancakbeyiliğine atandı.
Bu durum, merkeze yaklaşması nedeniyle Bayezid’de babasının veliahtı olduğu kanısını uyandırmıştı.

Gün geçtikçe şehzadeler arasındaki rekabet kızışıyordu.
Ortamın iyice gerildiğini gören Kanuni Sultan Süleyman, Şehzade Selim’i Manisa’dan Konya’ya, Şehzade Bayezid’i de Kütahya’dan Amasya’ya tayin etmişti.
Bayezid Amasya’ya vardığında, Selim ile olan rekabete şiddetini arttırarak devam etti. Durumun kaçınılmaz bir çarpışmayla son bulacağını anlayan Kanuni, Selim’in kardeşinden daha güçsüz olduğunu bildiğinden, bazı beylerbeylerinin ona katılmalarını emretti.
Selim, Bayezid’i bir çembere almıştı ki, kardeşi çemberden sıyrılıp Ankara’ya ulaşmayı başardı.

Tarihler Haziran 1559’u gösterdiğinde iki şehzade kuvvetleri Konya’da karşılaştı.
Şiddetli çarpışmanın neticesinde padişah destekli Şehzade Selim galip gelmiş, kardeşi Bayezid ise önce Amasya’ya sonra da İran’a kaçarak şah tahmasb’a sığınmıştı.
Kanuni Sultan Süleyman ise Şah Tahmasb’a yazdığı mektubunda aradaki dostluğa binaen şehzade’nin teslimini isteyerek, aksi durumda İran topraklarına girmek zorunda kalacaklarını bildirdi.
Şah’ın ise Kanuni’ye cevabı Bayezid affına şefaat etme şeklinde oldu.
Ancak o’nu bir siyasi koz olarak kullanmaktan da geri durmuyordu.

Şehzade Bayezid ise babasına af mektupları yazmış, lala mustafa paşa tarafından tahrik edildiğini bildirmiş ise de, bu konudaki namelerin padişah’a ulaşmadığı sanılmaktadır.

Bunun dışında Şehzade Bayezid, babasına oldukça sanatlı şiirler yazarak ondan af dilemişti:

— alıntı —
ey serâser âleme sultân süleymânum baba,
tende cânum cânımın içinde cânanum baba,
bâyezidine kıyar mısıin benüm cânum baba?
bî-günâhım, hak bilür, devletlü sultânum baba.

enbiyâ ser-defteri ya’nî ki âdem hakki-çün,
hem dahî mûsâ ile isâ vü meryem hakkı-çün,
kâinâtun serveri ol rûh-i a’zam hakki-çün,
bî-günâhım, hak bilür, devletlü sultânum baba.

sanki mecnûnam bana dağlar başı oldu durak,
ayrılup bi‘l-cümle mâl ü mülkden düşdüm ırak
dökerüm gözyaşunu “vâ-hasretâ dad el-firâk”
bî-günâhım, hak bilür, devletlü sultânum baba.

kim sana arzeyleye hâlim eya şâh-i kerîm
anadan, kardaşlarumdan ayrılup kaldum yetîm,
yok benüm bir zerre isyânum, sana hakdur ’alîm,
bî-günâhım, hak bilür, devletlü sultânum baba.

bir nice ma’sûmum oldugun şehâ bilmez misin,
anlarun kanuna girmekden hazer kılmaz mısın
yoksa ben kulunla hak dergâhına varmaz mısın
bî-günâhım, hak bilür, devletlü sultânum baba.

hak teâla kim cihânun şâhı itmüşdür seni,
öldürüp ben kulunu, güldürme şâhım düşmeni,
gözlerüm nûru oğullarumdan ayırma beni
bî-günâhım, hak bilür, devletlü sultânum baba.

tutalum, iki elüm başdan başa kanda ola,
bu meseldür söylenür kim “kul günâh itse n’ola
bâyezidün suçunu bağışla kıyma bu kula,
bî-günâhım, hak bilür, devletlü sultânum baba.
— alıntı —

Buna karşılık Kanuni de oğluna bir şiir ile cevap veriyordu;

— alıntı —
ey dem-â-dem mazhar-ı tuğyân ü isyânum oğul,
takmayan boynına hergiz tavk-ı fermân’ım oğul,
ben kıyar mıydım sana ey bâyezid hânum oğul,
bî-günâhum dime bari, tevbe kıl cânum oğul.

enbiyâ vü evliyâ, ervâh-ı a’zam hakkıçün,
nûh u ibrahim ü musî ibn-i meryem hakkıçün,
hatm-ı âsâr-ı nübüvvet fahr-i âlem hakkıçün,
bi-günahum dime bari, tevbe kıl canum oğul.

âdem adın itmeyen mecnun’a sahralar durak,
kurb-i taatdan kaçanlar daima düşer ırak,
tan degüldür dir isen “vâhasretâ, dâd-el-firak”
bi-günahum dime bari, tevbe kıl canum oğul.

neşet-i hakdur nübüvvet, ram olan olur kerim,
“lâ-t’akul üf!” kavlini inkâr eden kalur yetim,
taat’a, isyana âlimdür hudavend-i azîm,
bi-günahum dime bari, tevbe kıl canum oğul.

rahm ü şefkat, zib-i iman olduğun bilmez misün,
ya dem-i ma’sum’u dökmekten hazer kılmaz mısun,
abdi âzâd ile hak dergahına varmaz mısın,
bi-günahum dime bari, tevbe kıl canum oğul.

hak reâya-yi muti-e ra’i itmişdür beni,
isterem mağlûb idem ağnâm’a zi’b-i düşmeni,
haşa lillah öldürürsem bî-güneh nagah seni,
bi-günahum dime bari, tevbe kıl canum oğul.

tutalum iki elüm başdan başa kanda ola
çünki istiğfar idersün biz de afv-itsek n’ola
bayezîd’üm suçını bağışlaram gelsen yola,
bi-günahum dime bari, tevbe kıl canum oğul.
— alıntı —

Tüm bunların neticesinde İran’a yüklü bir miktar altın ödenerek şehzade bayezid ve oğulları Erzurum’da teslim alınmış ve Şehzade ile oğullarının fetva ile onaylanan idam cezaları 23 temmuz 1562’de hemen orada boğulmaları suretiyle infaz olunmuştur.

Bayezid’in oğulları ve kendisinin cenazesi Sivas‘ta bulunan Melik-i Acem Türbesi‘nde yer almaktadır.
Bir baba olarak şunu anlamakta güçlük çekiyorum;–alıntı–
ey serâser âleme sultan süleymanım baba
tende cânım cânımın içinde canânım baba
bayezidin’e kıyar mısın benim cânım baba
bî-günahım hak bilür devletlü cânım baba.
–alıntı–

Hangi baba oğlunun bu sözlerinden sonra kendi kanından, kendi canından evladına ve hatta evladından olma torunlarına kıyabilir?
Bu nasıl bir sapkın ve basiretsiz zihniyetin, nasıl bir vahşi vandalizmin örneğidir?

muhteşem yüzyıl değil, “boktan bir yüzyıl”mış o dedikleri.

Gerek Şehzade Mustafa’nın, gerekse kardeşi Şehzade Bayezid’in katledilmeleri hayli trajik ve Osmanlı için büyük kayıplardır pek çok tarihçiye göre.

İkisinden biri yaşayabilse ve Sarı Selim yerine tahta geçebilseydi, bugün çok farklı bir durumda olabilirdik muhakkak.

ruhları şad, mekanları cennet olsun.

KANUNİ’NİN 38 KÜRT BEYİ İÇİN YAZDIRDIĞI FERMAN…

topkapı sarayı arşivinde e-11969 numarasıyla kayıtlı bulunan ve kanuni sultan süleyman’ın 38 kürt beyine hitaben yazdırmış olduğu, kürt beylerine, türkmen katliamı yaptıkları için ödül olarak osmanlı’nın zenginliklerini bahşettiği fermandır.

fermanın tam metni şu şekildedir;

alıntı
kızılbaşların yenilmesinde fayda gösteren kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin baki müracaat ve esirhanları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler geçmiş zamanlardan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek kaydıyle kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir.

bu münasebet ile, aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı, dışarıdan müdahale ve taarruz edilmemelidir. bu emr i celile riayet edilecek, hiçbir suretle üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir.
bey öldüğünde eyaleti kaldırmayıp bütün hududu ile mülkname i hümayun uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddid ise istekleri üzerine kale ve yerleri aralarında pay edilecektir. uzlaşmazlarsa, kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile bunlara ebediyete kadar ila ebed devran mutasarrıf olacaklardır.
eğer bey varissiz, akrabasız olarak ölmüşse o zaman eyaleti, hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, kürdistan beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona tevcih edeceklerdir.

cenabı hakkın birliği üzerine yemin ederek, bu muahhede i hümayunumu, emri celilimi tekrar eder ve mühürlerim.
ulu peygamberimizin mübüvvet ve risaleti hakkı için madem ki kürt beyleri doğruluk üzre dostuma dost, düşmanıma düşman olmaktadırlar, devletime sadık kaldıkları müddetçe ferman ı şerifime riayet etmelidirler.
bu emre karşı gelenlerin, allah’ın izniyle hesap gününde suçlu ve günahkar ve zalimlerden olmalarını niyaz eylerim amma, asıl isteğim doğruluk yolundan ayrı düşürmesindir. 
bu yolda üzerlerine din ve devletime ait işler düştüğü zaman, diyarbakır ve bağdat beylerbeyleri ve etrafta bulunan kürt beyleri birlik ve beraberlik içinde olmalı, cümle asker ve savaş araçları ile düşman üzerine saldırmak için dakika kaybetmemelidirler. şeriat ve kanun dairesinden ayrılmayıp, emirlerindeki reayayaya zulm ve her türlü fenalıklardan kesinlikle sakınmalıdırlar.

her zaman devletimize itaatı, hayatın sermayesi, saadetin süsü bilip doğruluktan ve bağlılıktan kaçınılmamalıdır. cenabı hakkın lütuf ve kemeri ile, benden sonra, her kim hilafet ve saltanat tahtına geçer ise can ve gönülden doğrulukla ona tabi olmalı, tahta geçmeyip hariçte kalan oğullarımı düşmanım bilip yardım isteyecek olursa kabul etmemeli.
alıntı

işte muhteşem bir türk düşmanı, muhteşem süleyman. 
yani başbakan hazretlerinin bildiği süleyman işte bu, gerektiğinde kendi evlatlarını dahi öldürme yetkisi veriyor kürtlere, türkmen kanıyla sulanan toprakları bil cümle bahşediyor.

işte başbakan’ın bildiği kanuni bu.
idris-i bitlisi isimli şerefsiz türk düşmanının kanunisi…

iş bu muhteşem fermanın ardından kürtlerin sırtını devleti ali osmaniye dayayarak yaptıkları türkmen katliamının baş mimarları ve bu düşmanlığın işlem basamakları ve şifrelerini ise şurada bulabilirsiniz;
(bkz: idris i bitlisi/@protest sanayici)

not: yukarıdaki ferman topkapı saray arşivlerindendir, google’da aramayınız.

 

BİZANS ORDUSUNDA LEJYONER KATALANLAR…

Bir dönem Bizans ordusunda paralı askerlik yapmış ve Batı Anadolu’da Türk katliamları yapmışlardır.

13.yy’da Bizans imparatorluğu Türk akınları ile mücadele etme amaçlı bir Katalan lejyonu ile antlaşmıştır, bu birlik,
osmanlıkaresisaruhanaydınoğulları beylikleri’nin bizans topraklarına ve Ege adalarına yaptığı akınlar ve fetihler neticesinde bunları önlemekte güçlük çeken ve başarısız olan Bizans imparatoru ii. Andronikos Palaiologos tarafından kiralanan roger de flore komutasındaki birliktir.

Türk beylikleri’nin fetihleri sonrası Anadolu’da toprağı kalmayan Bizans’ın ticareti ve hammadde kaynaklarına erişimi önemli derecede sekteye uğramıştı.
Marmara Denizi’nin güneydoğusu tamamen Osmanoğulları tarafından kuşatılmış, Bizans bugünkü Yunanistan ve Trakya’nın bir bölümü ile sınırlı kalmıştı.

Öte yandan Marmara’nın güneybatısı da Karesi’ler tarafından ablukaya alınmış, Karesi Beyliği oluşturduğu 70 parçalık donanmasıyla Çanakkale Boğazı ve Kuzey Ege’yi kontrolü altına almıştı.
Hatta Karesi Türkleri bu donanma sayesinde Yunanistan’ın kuzey ve doğu kıyılarına sürekli baskınlar yapmış, Selanik şehri ve Halkidikya’yı yağmalamışlardı…

Orta ve Güney Ege’de ise Saruhanlı ve Aydınoğulları’nın donanmaları Bizans’ın Akdeniz ticaretine engel teşkil etmekteydi.

İşte tüm bu gelişmeler olurken Bizans, Katalan paralı askerleri’ni Kapıdağ yarımadasına çıkardı ve bu Katalan askerleri karesi topraklarını ve Türk obalarını yağmalamaya başladı ve sivil halkı katletmekten de geri kalmadı.
Katalanlar bir seferinde Edincik dolaylarına yerleşen bir Türk aşiretine saldırıda bulundu, çoğu savınmasız 5000 Türk bu saldırıda katledildi.
Hızını alamayan Katalanlar Saruhan topraklarına girerek Alaşehir’i kuşattı lakin bir sonuç alamadılar.

Bunun üzerine Osmanlı, Karesi ve Saruhan topraklarında Katalan paralı askerleri için bir “sürek avı” başlatıldı.
Uzak diyarlardan ganimet ve kan uğruna Türk yurtlarına gelen ve binlerce masumun kanına giren bu barbarlar Anadolu’dan çıkamadı, son bireyine kadar avlandı ve ne hayal ettikleri ganimet ne de şan ve şöhrete sahip olamadan bu dünyadan göçüp gittiler…

                                           

İşte Katalan paralı askerleri’ne karşı birlikte hareket eden Osmanlı ve Karesi’ler birbirlerine yakınlaştı, Bizans’a karşı “birlik olmak” gerekliliği idrak edildi ve takip eden süreçte Karesi Beyliği, Osmanlı’ya katılarak Osmanlı’nın bir “devlet” olmasını sağladı…

Türk Tarihi’nin dönüm noktalarından birine binlerce kilometre öteden bilmediği diyarlara gelen Katalanların da payı olması…ne garip…

http://ca.wikipedia.org/wiki/Roger_de_Flor

İSTANBUL BOĞAZI ve CİVARINDAKİ KALELER…

Tarih boyunca dünyanın en önemli su yolu olan istanbul boğazı ve civarındaki kalelerdir.
Boğaziçi’nin savunmasına her devirde büyük bir önem verilmiş, ıı. theodosios’un ( 408- 450) inşa ettirdiği surlar ve Anadolu’daki Ceneviz kalesi’nden başka türklerin istanbul’u fethinden önce ve sonra boğazın girişi ve çıkışını kontrol amacı ile buraya kaleler inşa edilmiştir.

istanbul surları;
teodosios surları olarak da bilinen bizans surları’dır.

anadolu hisarı;
güzelcehisaryenicehisar ve akçehisar isimleriyle de bilinen anadolu hisarı, istanbul boğazı’nın en dar yerinde, 7.000 metrekarelik bir alan üzerine, anadolu yakasından boğaz geçişini kontrol etmek amacıyla yapılmıştır.

rumeli hisarı;
istanbul’un fethinden önce boğaz’ı kontrol altında tutmak amacıyla fatih sultan mehmet han (1444- 1446, 1451- 1481), tarafından yaptırılmıştır. anadolu hisarı’nın tam karşı kıyısında bulunan kale, şehre estetik bir değer kazandırmasının yanı sıra kuzeyden gelmesi mümkün olan saldırıları engelleyebilecek bir konumda olmasıyla stratejik bir öneme sahip olmuştur.

yedikule hisarı;
istanbul’un fethinden 4 yıl sonra fatih sultan mehmed han tarafından yapılan ve garnizon olarak kullanılan bina.

yoros kalesi;
anadolu yakasında bulunan ve boğaz’ın karadeniz’den girişinin doğu tarafında bulunan kalenin “yoros” adını “kutsal yer” anlamına gelen hieron’dan aldığı söylenmektedir. bununla beraber “yoros” isminin, zeus’un sıfatı olan “ourios (uygun rüzgârlar)”tan veya “dağ” anlamına gelen “oros”tan gelmiş olabileceği şeklinde çeşitli söylentiler bulunmaktadır. ceneviz kalesi ve anadolukavağı kalesi olarak da anılan yoros kalesi, rumelikavağı üzerinde bulunan imros kalesi’yle birlikte boğaz’ın girişini kontrol etmek amacıyla kurulmuştur.

imros kalesi;
rumeli yakasından boğaz girişini korumak için yapılmış kaledir. yoros kalesi’nin tam karşısında rumeli kavağı’nda bulunur.

garipçe kalesi;(galipçe)
istanbul boğazı’nın rumeli tarafında, rumeli feneri köyünün hemen güneyindeki garipçe köyünün yanındaki kayalık tepede kurulu kale.

poyraz kalesi;
garipçe kalesi’nin tam karşısında beykoz-poyrazköy’de bulunan cenevizlilerden kalma kale.

aydos kalesi;
istanbul-sultanbeyli’de 325 rakımlı aydos tepesinde bulunan kale.

kavak kalesi;
4. murad tarafından anadolu kavağı sahilinde yaptırılan lakin günümüzde hiç bir izi bulunmayan kale.

sarıkavak kalesi;
şile’ye bağlı, sarıkavak(hasanlı) köyünde bulunan cenevizlilerden kalma kale.

şile kalesi;(ocaklı kale)
şile sahilindeki ocaklı ada üzerinde bulunan kale.

heciz kalesi;
yeşil vadi yakınlarında olup, bizanslıların yaptırdığı bir kaledir. vadinin sarp yamaçlarında, bölgeye hakim bir tepede yapılan kale, bizans’ı anadolu’dan gelen akınlara karşı korumak için yapılmıştır.

kilyos kalesi;
istanbul’un korunması ve savunmasına yönelik olarak boğaz’ın karadeniz kıyısına inşa edilen kalenin ilk yapımı bazı kaynaklarda bizans çağına (4-5. yüzyıl) ya da cenevizliler’e (12-14. yüzyıl) atfedilmekteyse de kesin bir bilgi yoktur. yapının bugünkü malzeme ve yapım tekniği osmanlı dönemine işaret etmektedir.

riva kalesi;
riva (bir başka adıyla ırva) deresinin denize döküldüğü yerde yoros kalesi’nin türklerin eline geçmesiyle aynı dönemde zaptedilen ve hem boğaz girişinin hem de arkadan yoros kalesi’nin emniyetinin sağlandığı riva kalesi bulunmaktadır. stratejik önemi çok büyük olan bu kale riva çayı’nınçok derin olması, karadeniz’den gelecek gemilerin kuzey rüzgarlarıyla çok rahat anadolu’nun içlerine ilerlemelerine imkan vermesi hasebiyle düşman gemilerinin girişini ve anadolu yakası’nın arkadan kuşatılmasını önlemek için yapılmıştır.

çatalca kalesi;
istanbul kralı yagfur’un kızı, haniçe nin yaylağı olarak inşa edildiği bilinmekte olan kale.

anastasius surları;
507 – 511 yılları arasında bizans imparatoru anastasios 1 tarafında yaptırılan bu kale duvarı avrupa yönünden gelecek düşman saldırılarından, istanbul u korumak amacıyla inşa edilmiştir. surlar 56 kilometre uzunluğunda olup avrupa kıtasının en uzun surlarıdır.

alemdağ kalesi;
bizans’ı tehdit etmek amacıyla ümraniye-alemdağ’da danişmentliler tarafından yaptırılan kaledir.

eskihisar kalesi;
gebze-eskihisar’da bulunan, bizans döneminden kalma, osmanlı tarafından da kullanılmış kale.

 

LEBUNİUM MUHAREBESİ…

 (ÇAKA BEY)

istanbul’un fethini 350 sene geciktiren, Türk ve Anadolu tarihi açısından fevkalade öneme sahip muharebedir.

1081 yılında izmir’i ele geçirerek burada ilk türk donanmasını bina eden çaka bey‘in asıl hedefi çanakkale boğazı’nı abluka altına almak ve trakya’ya geçerek istanbul’u batıdan sıkıştırmaktı.
doğu yakası(asya) anadolu selçuklu kontrolündeki bizans, batıdan da ablukaya alınarak fethi mümkün kılınabilirdi.

çaka bey, balkanlarda bulunan peçenek türkleri ile bu amaç için antlaşma yaptı, çaka bey denizden bizans’a ait sahil kent ve kasabalarını vuruyor, peçenekler de trakya’da akınlar yapıyordu.

lakin bu noktada bizans’ın en başarılı olduğu siyaset devreye girdi.
türk’ü türk’e kırdırma siyaseti

3 tarafı türkler tarafından kuşatma altında olan bizans, kendisine kurtarıcı olarak peçenekler ile düşman olan kuman türkleri‘ni seçti, kumanlar ile anlaşan bizans ordusu edirne yakınlarında lebunium denilen mevkide peçenek kuvvetlerini mağlup etti.

ne yazık ki çaka bey donanması ile zamanında peçeneklere yardıma gidemedi, bu muharebe sonrası trakya’daki müttefikini kaybeden çaka bey, aynı zamanda damadı olan anadolu selçuklu sultanı i. kılıç arslan’dan da gerekli desteği görmeyince bizans’a karşı yalnız kaldı.

muharebeden hemen sonra bizans donanması çaka bey’in elindeki midilli adasına saldırdı, çaka bey direndiyse de çok kayıplar verdi, midilli’yi bizans’a bırakarak izmir’e ricat etti.
çaka bey’in zayıflamasını fırsat bilen bizans donanması sisam adasını da ele geçirerek çaka bey’in izmir’de kurduğu beyliğe önemli bir tehdit haline geldi.

bu savaşın asıl dönüm noktası ise haçlı seferleri‘ni tetikleyici rol üstlenmesidir.

1071’den itibaren uzun yıllardır türkler karşısında sürekli mağlup olan ve eriyen bizans bu muharebe sonrası gelen zafer ve denizde çaka bey’e karşı kazandığı iki önemli muharebe sonrası türkler’i yenebileceğini düşünmeye başlamış, bu fikri avrupa hristiyan dünyasına empoze etmiştir.
bu muharebeye kadar türklerin yenilemeyeceğini düşünen avrupa ise bizans’ın ısrarlarına olumlu yanıt vermiş ve avrupa’da haçlı seferleri için kuvvetler toplanmaya başlamıştır.

türk’ün türk’e ettiği kötülüğü kimse yapmamıştır.

işte çaka bey, kuzey ege’de ve çanakkale boğazı civarında bizans’a boyun eğdiren ve batı anadolu’da hakimiyet sağlayan bu değerli komutan, bir türk boyu olan kumanlar’ın bizans ile kurduğu ittifaka mağlup olmuş, daha sonra da öz be öz damadı olan kılıç arslan tarafından zehirlenerek öldürülmüştür.

çaka bey’i zehirleten kılıç arslan da yine tabi olduğu büyük selçuklu sultanı ile çekişme halinde olması da tarihimiz açısından ayrı bir ibret vesikasıdır.

şu hale bakın ki,
çaka bey donanma oluşturuyor, peçenekler ile ittifak yapıyor ama bizans’la ittifak yapan kumanlar sayesinde mağlup oluyor, bu esnada o’na yardım etmesi gereken üstelik damadı olan kılıç arslan bir başka türk hükümdarı ile mücadele içinde olduğundan yardım edemiyor, yardım etmeyi bir kenara bırakın, çaka bey’i yanına çağırıp zehirletiyor.

bu ulusun kaderi bu mu?

 

 

OSMANLI DEVLETİ’NİN KAYBETTİĞİ SAVAŞLAR

resmi tarihimizde bir türlü yer verilmeyen savaşlardır.

oysa ki, nasıl kazandığımız zaferlerle övünüyorsak, kaybettiğimiz savaşlardan da birtakım dersler almamız, yenilgilerin sebeplerinden dersler çıkarmamız gerekirdi.

lakin biz bunun yerine kolayı seçiyor ve kaybettiğimiz muharebeleri sansürleyerek ancak ve ancak kendimizi aldatıyoruz.

işte osmanlı’nın kaybettiği önemli savaşların kronolojik listesi.

dubrovnik muharebesi:(1380)
sırplar ile osmanlı arasında gerçekleşen savaş, sırp zaferi ile sonuçlanmış balkanlar’daki osmanlı ilerleyisi yavaşlamıştır.

ploşnik muharebesi: (1388)
niş yakınlarında osmanlı’lar ile sırp-bosna ittifakı arasında gerçekleşmiş ve 20.000 kişilik osmanlı kuvvetinin imhasıyla neticelenmiş savaştır.

bileca muharebesi: (1388)
ploşnik’in intikamını almak isteyen osmanlı’nın bosna krallığı’na saldırısı ile başlamış ve boşnakların zaferi ile sona ermiş savaştır.

rovine muharebesi: (1395)
yıldırım bayezid ile ulahlar arasında gerçekleşen ve 10.000 kişilik ulahlar’ın 40.000 kişilik osmanlı ordusuna ağır kayıplar verdirerek kazandığı savaş.

ankara savaşı: (1402)
büyük türk hakanı timur ile osmanlı hükümdarı yıldırım bayezid ve sırp kralı stefan lazarevic ittifakı arasında cereyan eden ve timur’un kesin zaferi ile neticelenen muharebe.

albulena muharebesi: (1457)
osmanlı ile arnavut iskender bey arasında cereyan eden ve iskender bey’in 80.000 kişilik osmanlı gücüne karşı sadece 10.000 kişilik kuvvetleri ile kesin olarak kazandığı zaferdir.

jajce kuşatması:(1463)
osmanlı’nın macaristan’a ait jajce kalesini kuşatması ve başarısız olması ile neticelenen muharebe.

ohri muharebesi:(1464)
arnavut lehza birliği ve venedik cumhuriyeti ittifakının iskender bey komutasında osmanlı’ya karşı kazandığı ve iskender bey’in osmanlı’dan 40.000 duka vergi aldığı savaştır.

racova muharebesi:(1475)
bugünki vaslui kenti yakınlarında osmanlı ile boğdan prensliği arasında gerçekleşen ve boğdan prensliği’nin zaferi ile neticelenen savaş.
vaslui-fenerbahçe maçında vaslui taraftarı tribünde pankart açarak bu savaşa nazire yapmıştır.

ekmek otlak muharebesi:(1479)
osmanlı ile macaristan-eflak ittifakı arasında transilvanya’da gerçekleşen ve macar-eflak zaferi ile neticelenen savaş.

birinci viyana kuşatması:(1529)
osmanlı’nın viyana’yı kuşatması ve başarısız olarak çekilmesi ile sonuçlanmıştır.

diu kuşatması: (1538)
gucerat’ı kontrol altına alan portekizlilere karşı başlatılan hint deniz seferi esnasında yapılan ve başarısızlıkla neticelenen kuşatma.

malta kuşatması:(1565)
malta’yı almak isteyen osmanlı ile malta hospitalier şovalyeleri arasında cereyan eden ve osmanlı’nın başarısız olarak geri çekilmesi ile neticelenen kuşatma.

inebahtı deniz muharebesi:(1571)
osmanlı donanması ile haçlı ittifakı donanması arasında lepanto-adriyatik’te cereyan eden ve haçlı donanması’nın kesin zaferi ile neticelenen savaş.

kulpa savaşı:(1593)
5000 kişilik avusturya-hırvat kuvvetleri’nin 20.000 kişilik osmanlı ordusu’nu bozguna uğrattığı savaş.

cape corvo deniz muharebesi:(1613)
osmanlı donanması ile ispanya arasında karaburun açıklarında cereyan eden ve ispanyol donanmasının zaferi ile neticelenen savaş.

kelidonya burnu muharebesi:(1616)
osmanlı donanması ile ispanya arasında güney ege’de cereyan eden ve ispanyol donanmasının zaferi ile neticelenen savaş.

foça deniz savaşı:(1649)
osmanlı ve venedik donanmaları arasında foça açıklarında cereyan eden ve venedik zaferi ile neticelenen savaş.

üçüncü çanakkale deniz savaşı:(1656)
osmanlı donanması ile venedik arasında çanakkale boğazı’nda gerçekleşen ve venedik’in kazandığı deniz muharebesi.

saint gotthard muharebesi:(1664)
osmanlı ile avusturya önderliğindeki avrupa ittifakı arasında cereyan eden ve osmanlı’nın 50.000 civarında kayıp vererek ağır bir mağlubiyet aldığı savaştır.

ikinci viyana kuşatması:(1683)
osmanlı’nın ikinci kez viyana’yı kuşatması ile gerçekleşen ve jan sobieski kumandasındaki lehistan ordusu’nun yardıma gelmesi ile tam bir bozguna dönüşen ve osmanlı için sonun başlangıcı olan savaştır.

ciğerdelen muharebesi:(1683)
ikinci viyana kuşatması ertesinde osmanlı topraklarına saldıran lehistan-avusturya ittifakı’nın kazandığı muharebe.

ikinci mohaç savaşı:(1687)
avusturya ordusu ile osmanlı arasında cereyan eden ve güney macaristan ve erdel’i kaybettiğimiz, neticesinde 4. mehmed’in tahttan indirildiği muharebe.

salankamen muharebesi:(1691)
osmanlı-avusturya arasında cereyan eden ve avusturya zaferi ile neticelenen bir başka savaş.

zenta muharebesi:(1697)
osmanlı ile avusturya arasında cereyan eden ve osmanlı’nın ikinci viyana bozgunu sonrası artık savaşarak kaybettiği topraklarını geri alamayacağını anlayarak karlofça antlaşmasını talep ettiği ve 30.000 osmanlı askeri’nin kaybedildiği ağır bozgun.

mora savaşı:(1699)
osmanlı-venedik savaşı. neticesinde osmanlı mora’yı venedik’e bırakmak zorunda kalmıştır.

petrovaradin muharebesi:(1715)
avusturya’nın kesin zaferi ile neticelenen meydan muharebesi.

perekop kuşatması:(1736)
kırım için stratejik öneme sahip perekop kalesi’nin ruslar tarafından alındığı ve kaleyi savunan kırım tatarları ve osmanlı askerlerinin tamamının bertaraf edildiği savaş.

aspindza savaşı:(1770)
7000 kişilik gürcü kuvvetleri’nin 20.000 kişilik osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattığı hatta yok ettiği bozgun.

larga nehri savaşı:(1770)
ossmanlı’nın ağır kayıplar verdiği, rus zaferi ile sonuçlanan savaş.

çeşme deniz muharebesi:(1770)
rus donanması ile osmanlı donanması arasında çeşme açıklarında cereyan eden ve osmanlı donanması’nın tamamen yok olmasıyla neticelenen savaş.

kartal ovası muharebesi:(1770)
osmanlı ile rusya arasında cereyan eden ve tüm beserabya ve moldova topraklarının kaybedildiği savaş.

focşani muharebesi:(1789)
rusya-avusturya ittifakı ve osmanlı arasında cereyan eden ve osmanlı’nın kaybettiği savaş.

boze muharebesi:(1789)
rusya-avusturya ittifakı ve osmanlı arasında cereyan eden ve osmanlı’nın kaybettiği savaş.

piramitler savaşı:(1798)
napolyon komutasındaki fransa ile osmanlı-mısır kuvvetleri arasında cereyan eden ve fransa’nın galip geldiği savaş.

abukir muharebesi: (1799)
napolyon komutasındaki fransa ile osmanlı-mısır kuvvetleri arasında cereyan eden ve fransa’nın galip geldiği savaş.

arpaçay muharebesi: (1807)
osmanlı devleti ile rusya arasında arpaçay yakınlarında cereyan eden ve rus zaferi ile neticelenen savaş.

navarin deniz muharebesi:(1827)
ingiltere-fransa ve rusya birleşik donanmalarının navarin’de osmanlı donanmasını yok etmesi ile sonuçlanan deniz savaşı.

kürekdere muharebesi: (1854)
kırım savaşı esnasında osmanlı ile rus kuvvetleri arasında cereyan eden ve rusların kazandığı savaş.

1877-1878 osmanlı-rus savaşı:(1878)
osmanlı devleti ile rusya arasında pek çok cephede cereyan eden ve rus zaferi ile neticelenen savaş.

trablusgarp savaşı:(1911-12)
italya’nın osmanlı vilayeti trablus’a saldırısı ile başlayan ve osmanlı’nın trablus’u kaybetmesi ile neticelenen savaşlar bütünü.

birinci balkan savaşı:(1912)
osmanlı devleti ile yunanistan, bulgaristan, sırbistan ve karadağ’dan oluşan balkan devletleri arasında cereyan eden ve osmanlı’nın balkanlardaki tüm topraklarını kaybettiği ağır mağlubiyetler ile neticelenen savaşlar bütünü.

ve son olarak genel anlamda;
birinci dünya savaşı:(1914-18).

 

Bir Kurtuluş Savaşı Kahramanı, EMİNE KIZ…

Atatürk Parkı Heykeli (01), Adana - 2001

adana‘yı bilenler, gidenler, görenler bilir.
atatürk heykeli’nin hemen yanında yükselen anıt, emine kız öyküsünü canlandırır.
adana’nın kurtuluş günü olan her 5 ocak günü anıtı süsleyen sonbahar çiçekleri hep onu hatırlatır. nice kahramanlık öyküleri arasında başı çeken emine kızın öyküsüdür bu…

kara gün, bir beter kötüye sarmıştı. köydeki gün görmüş kocamışlar;
“ak yazı bozuldu gari, okunmaz oldu” diye hayıflanırken, pozat dağı’nın eteğindeki sarıkavak köyünden deli hacı ağa’nın oğlu “yörük mustafa” ile emine kızın düğünü de belirsiz güne yıkılıverdi.

lakin herkes mutsuz ve huzursuzdu. büyük savaşta yenik düşen osmanlı‘ya karşı fransız askeri de güney illerini parsa bellemişti. kum gibi nefer işgal hazırlığı içindeydi. işte asıl felaket o vakit başlayacaktı.

nitekim, kahrolası 1918’in 17 aralık salı gecesi rivayetler doğru çıktı. mersin‘den tozutan işgal hareketi, adana’dan pozantı’ya kadar tüm torosları çiğnedi geçti.

al sancağın devrildiği gönderlere fransız bayraklarının çekildiğini gören kim varsa beyninden vurulmuşa döndü. kimsenin ağzını bıçak açmıyor er kişiler birer birer ortadan kayboluyordu. yörük mustafa’da bunlardan biriydi. emine’sinin verdiği emaneti koynuna saklamış, yarı dolu eski bir martini ile dağa çıkarak vali haşim bey çetesine yazılmıştı.

ne var ki ankara‘dan ulaşan haberler gönüllerdeki umudu perçinledi. kurtuluş ateşi yanmıştı artık, mücadele büyüktü, mücadele çetindi. “dayanın” dediler, “kavga büyük kavgadır”…

emine kız duramazdı artık. ille de yavuklusu yörük mustafa’yı bulmak, yan yana o’nunla dövüşmek istiyordu. bir gece göç vaktini fırsat bilerek babadan kalma tek kırma av tüfeğini kuşandı ve gitti. yollar bataktı, yol boyunca gördüğü kullar da sefil ve çıplak.sora sora kozan eline inerek vali haşim bey çetesini sormaya başladı, burada haşim bey çetesini bilenler vardı. ama emine kızın yüzüne bir tuhaf baktılar.
“kıyma gençliğine bacı gel vazgeç dağ çetindir kıyarlar sana!”

bu sözlere aldırmayan emine ısrar inat etti.
nihayet “fülfül oğlan” denen çoban yamağını emine kızın yanına verdiler, can çocuktu fülfül, tüm yöreyi avcunun içi gibi bilirdi. üstelik haşim bey çetesinin kasaba ile irtibatını sağlayan da oydu.

gün batınca fülfül önde emine bacı arkada döne dolaşa kozan kalesinin yamacına ulaştılar, birkaç gün önce fransızlar, pozantı’ya uzanan bu çetin yolu bırakıp, epey çekilmişlerdi. yeniden almak için ne zaman saldırsalar milis çeteler aman vermiyor kaleyi savunuyorlardı.

fülfül oğlan kaleye tırmanırken;
“bak hele emine bacı, şu gördüğün kayalar kurşun altında delik deşik oldu, görenler bir tabur nefer beller oysa ben ikindiye kadar anca iki manga saydıydım”.

emine kız ürperdi, utandı, sıkıldı. neden sonra sorabildi;
“yörük mustafa’yı da gördün mü?”
“gördüm ya görmem mi, aha şu fişekleri bana o verdi, emme ikindi vakti ne oldu bilmem gayri.”
sonra sesi titreyerek;
“beni gönderdiler, ardıç pınarından dönerken gene baktım gene baskın vardı”…

çok geçmeden emine kız fülfül’ün gevelediği acı haberi vali haşim bey’den öğrendi.
dağ gibi duran kozan beyi ellerine kapanan emine’yi güçlükle kaldırabildi. “başın sağolsun bacım. hele görmeliydin mustafa’m öyle bir dövüştü ki kafirle…”

akabinde göğsünden ipek bir bayrak çıkartarak emine’ye uzattı;
“bunu hep koynunda saklardı, sen gelmese idin köye biz getirecektik mustafa’nın emanetini.”

emine kız düğün alayında şan olsun diye gergefle işlediği bayrağı göğsüne bastırdı, dolu gözleri alev alevdi;
“gayri koman beni beylerim, yok yoksul koman, yıkılmış mavzeri muradım olsun. mustafa’m gitti ise bu can ne güne?”
ve o günden sonra vali haşim bey çetesini “er bacı çetesi” bildiler.
toroslar’da fransıza aman vermediler, tıpkı şahin bey gibi, karayılan gibi, sütçü imam gibi…
gerçi bu büyük kavgada akibetleri sır oldu, birer birer nerde düştükleri belli değil. ama bu gün adana’da atatürk heykelinin hemen sağındaki anıt onların anısını canlandırır.

çam kokan toroslarda emine bacının hikayesini işte böyle anlatırlar. eri şehit, kendi şehit emine bacı…
kurtuluş savaşı‘nın isimsiz neferlerinden sadece ikisi…

ruhları şad olsun

 

SOKULLU MEHMET PAŞA…

sırp devşirmesi” değil öz be öz türk olan sadrazamdır.

sokullu mehmet paşa, bosna’ya tabi vişegrad’ın sokul köyündendi.
sokul, “şahin” demektir. sadakat cesaret ve mertlikle şöhret bulmuş olan bosnalılar aslında oğuzların yakın soydaşı peçenek türklerindendi.
karadenizin kuzeyinden geçerek balkanlara inmişler ve bu bölgede bir devlet kurmuşlardı. ancak tüm komşuları hristiyan oldukları halde ve tüm baskılara rağmen, onlar orta asya’dan getirdikleri eski dinlerini muhafaza etmiş bulunuyorlardı.

fatih sultan mehmet han 1463 yılında bosna’yı büyük bir direnç görmeden feth edince ise hepsi birden kitle halinde müslüman olmuşlar,buna karşılık gençlerinin saray ve ordu hizmetine alınmasını rica etmişler ve bu istekleri kabul olunmuştu.

işte 1505 yılında, sokul köyünde doğmuş olan mehmet adlı bir çocuk, bu kurala uygun olarak adaşı “yayabaşı yeşilce mehmet bey” tarafından alınıp, 1520 yılında edirne sarayına getirilmiş, bir süre tahsil ve terbiye gördükten sonra payitahta, topkapı sarayına gönderilmiş burada dikkat çekerek kısa zamanda hazine odasına, sonra da has oda’ya alınmıştı. kanuni bu pek terbiyeli gencin hizmetlerinden memnun kalarak, rikabdarlık, çuhadarlık gibi ileri saray hizmetlerine tayin etti. sonunda, kendisine silahtar seçti.

sokullu bu sırada babası ve kardeşlerini ve amcazadelerini istanbul’a getirtti.
gençler galata ve atmeydanı saraylarına alındılar. ancak iki kardeşi de yaşamadı, amcazadeleri ferhat, ali, mehmet ve derviş bey’ler ise zamanla yetişip önemli görevler aldılar. aynı aileye mensup hüsrev ve kara mustafa bey’ler de zamanla yükselerek önemli devlet görevlerinde bulundular.

istanbul’a gelenlerden amcasının kızının üç oğlu daha sonra devlet hizmetine alındılar ki, meşhur tarihçi ibrahim peçevi efendi de bunlardan biridir…

anekdot kaynak: yıllarboyu tarih mecmuası, 1980/3.yıl/sayı7.

 

 

Fahrettin Paşa ve MEDİNE MÜDAFASI…

düşmanın bile saygısını kazanan büyük türk kumandanı, asıl adı ömer olan fahreddin paşa, 1868’de ruscuk’ta doğdu. babası tuna vilayeti posta ve telgraf müdürü mehmed nahid efendi, annesi bali oğullarından fatma adile hanım’dı.
soyadı kanunundan sonra “türkkan” soyadını alan fahreddin paşa, babasının yanında görevli olan fransız mühendislerinden fransızca ve matematik dersi almıştır.
fahrettin paşa
93 harbi”olarak bilinen 1876’daki osmanlı – rus savaş’ından sonra ailesi ile birlikte istanbul’a gelen paşa, 1888’de harb okulu’nu, 1891’de “erkân-ı harbiye’yi “ yani harb akademisi’ni bitirip kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı.
balkan savaşı’nda vazife yaptığı çatalca savunmasında ki başarısıyla edirne’nin bulgarlardan geri alınmasında önemli rol oynadı. birinci dünya savaşı’na girildiği zaman albay rütbesiyle dördüncü ordu’nun 12. kolordu kumandanı olarak musul’da vazife yapan fahreddin paşa, 1914’te tuğgeneralliğe terfi etti. dördüncü ordu komutanlığı vekilliğine getirilen paşa, urfa, zeytun, haçin ve musadağı ermeni isyanlarını bastırmakla görevlendirildi.

türk askeri, birinci dünya savaş’ında galiçya cephesinden, mısır’a ve filistin’e, yani kanal cephesine erzurum – kars cephesinden çanakkale ve irak cephesine kadar imparatorluğun her tarafında silah, teçhizat eksikliğine rağmen kahramanca çarpışıyordu. birinci dünya savaş’ının bu hareketli günlerinde, osmanlının yedi düvelle boğuştuğu sırada ingilizler, arapları çil çil altınlarla satın almış ve ingilizlerle işbirliği yapan araplar, mekke şerifi hüseyin’in komutasında türk ordusunu mehmetçiği, dindaşlarını arkadan kalleşçe vurmaya başladılar. istanbul’a mekke şerifi hüseyin’in isyan ettiği haberi ulaştı. isyan haberi üzerine dördüncü ordu kumandanı cemal paşa, 28 mayıs 1916’da fahreddin paşa’yı medine’ye gönderdi.

fahreddin paşa, medine’ye ulaştıktan sonra şerif hüseyin ve dört oğlu, 3 haziran 1916’da medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip edip isyanı başlattılar. 5 ve 6 haziran gecesi medine karakollarına saldıran şerif hüseyin’in güçlerini fahreddin paşa, geri püskürttü. asilerin başlangıçta sayları 50 bin kişiydi, bütün hicaz bölgesindeki türk askerinin sayısı ise 15 bin civarındaydı. biriali ve birimâşi mevkilerindeki asileri yenilgiye uğratan fahreddin paşa, yeni birlikleri takviye edilmiş hicaz kuvve-i seferiyyesi kumandanlığı’na tayin edildi.

medine’de bulunduğu sürece adaletten ayrılmayan ve yerli halkı küstürmemeye çalışan fahreddin paşa, özel bir komite kurmuştu. komitenin müsaadesi olmadan herhangi bina askeri maksatla yıkılmıyor veya istimlâk edilmiyordu. binanın kıymeti takdir edilip mülk sahibine temyiz için sekiz gün süre veriliyordu. binanın bedelleri şerriye mahkemesi ve şehir binalar komisyon’undan alınıyordu. göçmenlerin evleri kilitli tutuluyor ve eşyalarına zarar verilmiyordu. ayrıca halktan ciddi bir vergi alınmıyordu. fahreddin paşa, tarım alanlarına ve medine hurmalıkları’na hiç zarar verdirtmedi. el – ayun ve el – avali bölgelerinde ki tarlalara ve hurmalıklara büyük itina gösterdi, ayrıca 6 ton buğday ektirdi. kısacası yöre halkı ile bütünleşmesini bildi.

mekke valisi galip paşa’nın beceriksizliği yüzünden büyüyen isyan neticesinde asiler, 16 haziran 1916’da cidde’ye,7 temmuz‘da mekke’ye,22 eylül’de tâif’e girdiler. fahreddin paşa’nın savunduğu medine dışındaki bütün şehirler isyancıların eline geçmişti. mısır – filistin cephesinde ki kanal harekâtı devam ediyor, bu sebeple hicaz bölgesinde ki isyan için yeni askeri birlikler gönderilemiyordu. medine ve çevresinde 100 km’lik bir emniyet şeridi oluşturan fahreddin paşa, son derece kısıtlı imkanlarla 2 yıl 7 ay boyunca ingilizler ve onların yerli işbirlikçileri olan çöl bedevilerine karşı medine’yi savunmaya devam etti.

medine’yi suriye’ye bağlıyan demiryolu hattı, ingiliz casusu lawrence’in para karşılığı kandırdığı bedeviler tarafından devamlı tahrip ediliyor, medine’ye askeri mühimmat ve erzakın ulaşması engelleniyordu. fahreddin paşa, ilk iş olarak medine’de bulunan hazreti peygamber’in mukaddes emanetlerini 2000 askerlik bir koruma ile istanbul’a gönderdi. isyancılar kısa zamanda medine’yi kuşatma altına aldılar. istanbul hükümeti kuşatma başlamadan fahreddin paşa’ya şehri tek etme emri gönderdi. bu emre karşı paşa, “ben türk bayrağını indiremem, eğer indirilecekse buraya başka kumandan gönderiniz “dedi. paşa, “ingilizlere ve araplara teslim olmaktansa şehri ve kendimi feda ederim.” diyerek kuşatmaya can başla karşı koydular. bu arada devamlı “ravza –i mutahhara’ya, yani peygamberimizin mezarına giden fahreddin paşa, mezara seslenerek şöyle diyordu” ya resulü, senin için savaşanlarla sana karşı çıkanları gör, allah’ın yardımını bize ulaştır” diye yakarıyordu.

(medine-1917)

etrafı çevrili şehre hiçbir yerden yardım gelmiyordu. hastalık, açlık ve susuzluk hat sahaya ulaşmıştı. ilaç yok sıtma, dizanteri, humma, verem salgındı. fahreddin paşa bunlarla mücadele ederken osmanlı yenilmiş, filistin düşmüştü, osmanlı ordusu kuzeye çekilmeye devam ediyordu. bu arada mağlubiyeti kabul eden ve düşmanları ile mondros mütarekesi’ni imzalamak zorunda kalan osmanlı imparatorluğu son yıllarını yaşıyordu. mütareke şartlarına göre medine şehri şerif hüseyin’e teslim edilmesi gerekmekteydi.

(osmanlı askerleri medine’de)

falih rıfkı atay‘ın o günlere dair aktarımları şu şekildedir;

alıntı
raylar, bombalarla atıldı, bir suikastin tamiri günlerce sürdü,
lokomotifler oduna muhtaçtı. eğer trenler muntazam işlerse, yalnız
suriye’nin bütün ağaçlarını değil, şehirlerin bütün ahşap evlerini, eşyasını
da yakmak lazım gelecekti, trenler gittikçe yavaş yürüdü. üç gün üç gece,
süren yol, bazen bir ay devam etti!
birgün karargahınızdan gelen genç zabitlerden birine “fahri paşa ne
yapıyor?” dedim. “-hiç.. birkaç siper.. bir avuç asker. etrafta faysal’ın
hecin suvarları.. aşiretler, kabileler, fransız ve ingiliz zabitleri var. su
içen, yemek yiyen, bütün faydasız ahaliyi şam’a gönderdik, dedi.
siperlerin kısım kısım haftada bir izinleri vardır. fahri paşa bunları
evvela medine’nin küçük bahçesine götürür ve karagöz seyrettirir. askerlerin
karagöz sevgisini iyi bilen fahri paşa, orduya vereceği tüm emirleri,
karagöz konuşmaları vasıtasıyla verdirir.
eğer bazı sözleri varsa, karagöz vasıtasıyla askerlerine bildirir. zira
anlaşılıyor ki, bu köylüler karagöz’ün sözüne, gazetelerden,
beyannamelerden, nutuklardan ziyade inanıyorlar. eğlence bittikten sonra
paşa, askerlerini alıp, peygamber mezarına götürür, sonra hepsini birer
birer alınlarından öperek siperlerine yerleştirir..”
birgün, zabitlerinden biri bir torba getirdi. o nedir dedim, efendim,
siz çekirge tavası yemediniz mi? hayır? çok lezzetlidir. aç kahramanlarınız
muhakkak üç dört günde afrika’nın bütün çekirgelerini bitirmişlerdir.
siz, en bahtsız günlerde, sultan selim’in astığı bayrağı, bana elimle
indirtmeyiz, dediniz. medine için kaç asker feda edersiniz? bir mi, bin mi,
üç bin mi, bana ne bırakırsanız bırakınız, peygamber mezarının kubbesi
başıma yıkılmadıkça, mezara, hiçbir yabancıyı sokmam, dediniz..
alıntı

fahrettin paşa’nın tarihe geçen meşhur “çekirge talimatnamesi” ise aynen şöyledir;

alıntı
çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var ? yalnız tüyü yok. o da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. bitkilerle besleniyor, temiz ve taze şeyler yiyor. hem de tiryaki ve keyif sahibi, tütün ve limondan zevk alıyor. ayrıca hicaz, asir, yemen ve afrika bedevilerinin başlıca gıdası çekirgedir. bedeviler sağlamlıklarını ve zindeliklerini yedikleri çekirgeye borçludurlar. çekirgeyi develerde büyük zevkle yiyorlar. dizlerinin bağı çözülenlere,basurlulara ve romatizmalılara şifadır.
alıntı

4. ordu komutanlığı erkan-ı harp reisliği ali fuat erdem paşa’nın anılarından aktarılanlar ise şöyle;

alıntı
tabiat düşmandı, güneş düşmandı. asıl düşman sinsi dinamit ve taşların
arasına saklanmış dinamitçilerdi. karakollarımız yoksulluk içinde idiler.
demiryolu üzerinde su noktaları çok azdı. karakollara lazım olan su, özel su
vagonları vasıtasıyla haftada bir dağıtılırdı ve depolar içinde saklanırdı.
taze sebze ve taze yemiş nadirdi… yakıcı güneş altında, bazen sabahtan
akşama kadar devam eden çarpışmalarda bu genç subayların dudakları
parçalanır, burunları çatlar…
medine demiryolu binlerce türk askerinin şehit olduğu ve gömüldüğü
yerlerin uzayıp gidişini gösteren bir güzergah oldu. hicaz hattı
şehitlerinin mezarı yoktur.
alıntı

bu esnada düşman da boş durmuyordu.
mekke emiri şerif hüseyin ‘kıble’ adlı bir gazete çıkarttı, yığın yığın dergileri, hindistan’a, mısır’a, sudan’a islam memleketlerine gönderip, türk
askerlerine karşı her cephede savaşa çağırdı.
şerif’in askerleri, medine’nin kırk kilometre batısındaki “biriderviş” bölgesinde vuku bulan savaşta, 15, 20 km. daha gerilemeğe mecbur oldu. sonra bölgede tutunmak istemiş, bir cephe açmak istemişlerse de fahrettin paşa ve emrindeki bir avuç türk evladının kararlılığı karşısında başarılı olamamışlardır.

fahrettin paşa, demiryolunda nöbet tutan askerlerin hergün üçer beşer güneş çarpmasından öldüğünü görür. önce nöbet saatini yarım saate kadar indirir. sonra, her nöbetçi askerin yanına bir (saka) su taşıyıcısı koyar. yani nöbete iki kişi çıkılır, biri saka, diğeri nöbetçi asker, sonra, nöbetçi askerlerin üstünden ağırlık yapan fişek sayılarını da indirir.

fahri paşa, medine ve çevresine mevsiminde sık sık yağan çekirgeden zarar yerine faydalanmanın yolunu buldu. o zamana kadar her yağışında mahsülü
kemirip yok eden çekirgeleri daha mahsüle dokunmadan toplatıp, başta kendisi olmak üzere askerine yedirmeğe koyuldu. çekirgenin tavasını, kavurmasını,
salatasını, karargah tabldotuna koyduran paşa, kıtalara yaptığı emirlerde herkese bu pek lezzetli yemekleri tavsiye eder ve “elinizde fazla kalır da
bana hediye gönderirseniz, memnun olurum” diye askerlerin mümkün olduğu kadar çok çekirge toplamasını teşvik ederdi. aynı zamanda, ingiliz altınlarının adeta oluk gibi aktığını gören ve hele bu alabildiğine yayılıp giden kupkuru çöllerin belli başlı yiyeceği olan pirinç ve unun da ancak ingilizler’in hakim oldukları deniz yollarından bol bol gelebileceğini, gelmekte olduğunu gören bedeviler, başlarında şeyhleri, reisleri olduğu halde, bizden yüz çevirip, kafile kafile şerif kuvvetlerine katılmak suretiyle, sayıca kuvvetleniyorlardı.

fahrettin paşa’nın kendi günlüklerinden medine müdafaası kahramanlarının durumu;

alıntı
-ağız yaralarından diş etleri çürüyor ve dişler dökülüyor. yemekler
layıkı ile öğütülemiyor. mide ve bağırsak hastalıkları, hazımsızlar,
ishaller baş gösteriyor. vücut zayıf düşüyor. bu sebeple aşağıdaki gibi
emrederim: “her hafta bütün erlerin ağızları doktorlar tarafından muayene
edilecek. ağız yaralarının tesirleri erlere akılları ereceği gibi
anlatılacak.. ağızları kirli ve yaralı askerlere günde iki üç defa koku
giderici ilaçlar ile, sulandırılmış tendürdiyot gibi karışımlarla gargaralar
yaptırılacak.
kış, sıtma mevsimi de yaklaşıyor, onun için gelecek ayın onbeşinden itibaren
bütün erlere haftada iki defa ve birer gram hesap edilmek üzere kinin
içirilecek. kinin içirilir içirilmez bir laf söyletmelidir ki, kinini
yutması temin edilsin.

-askerlerin ellerinde, yüzlerinde bacaklarında sebepsiz birçok çıbanlara
tesadüf ediliyor. erlerin her bölgede hiç olmazsa haftada bir yıkanmaları
temin için sabun yoksa, mutfak külünden faydalanmalı.
alıntı

fahrettin paşa, develere yedirilmek üzere, kırkbin kilo hurma çekirdeğini pazardan satın alır ve mukabilinde avuçlar dolusu para öder. zira hurma çekirdeği develer için yem olarak kullanılmaktadır ve çok önemlidir.

alıntı
bizim yere attığımız her hurma çekirdeği hecin veya develerimizi bir
adım daha yürütebilir. bu surette kıymetini bileceğimiz her hurma çekirdeği,
iktisadi muharebede bize zaferi kazandıracak bir mermidir.
develer hurma çekirdeklerinden pek hoşlanıyorlar, seve seve yiyorlar.
bu sebeple bütün zabit arkadaşlarımdan rica ederim, yediğimiz hurmaların
çekirdekleri için birer kutu veya sepet bulunduralım. neferlerimiz yedikleri
hurmaların çekirdeklerini veya şurada burada gördüklerini ceplerinde veya
bir torba içerisinde toplayarak zabitlere teslim etsinler. ben de asker
evlatlarıma buna mukabil, bir okka hurma çekirdeği için yirmi paralık bir
tütün paketi veya iki okka hurma çekirdeği için bir kuruşluk tütün paketi
verilmesini emrettim.
alıntı

hurma ve hurma çekirdeği, birincisi askerin, ikincisi, devenin belli başlı besin maddesi. fahrettin paşa, ekmek bulunmadığı zamanlarda bile yeteri kadar hurma bulmuş, açlıktan ölümün önüne geçmişti. gerçi dört beş tanesi yendiği zaman baygınlık verecek kadar tatlı olan hurmadan bıkkınlık gelir.
fahrettin paşa bizzat kendisi örnek olarak, et gibi çeşitli yemeklerini yaptırır hurmanın, hurmanın haşlaması, fıstıklısı, kızartmasını, hatta salatasını.

fahrettin paşa’nın günlüklerinden aktarıma devam edelim;

alıntı
bugünkü harpte hiçbir şey zayi etmeyerek herşeyden istifade etmek
maksadıyla aşağıdaki hususları emrediyorum: odun, çalı vesaire yakacaklardan
husule gelen kül zaruret halinde sabun gibi kullanılabilir. mahrukattan
husule gelen külliyetli toz, yüzde beş nisbetinde potası havi (havi: içinde)
olduğundan, kül ile çamaşır yıkamak ve karavana temizlemek usulü tatbik
edilecek. kıtalarda yeteri kadar odun külü bulunmadığı takdirde en yakın
şehirlerden kül tedarik edilecek.
kesilen hayvanlarla ölenlerin kemiklerinden yağlı maddeler, tutkal ve
kemik tozu istihsal edileceğine göre, husule gelen kemikler toplanarak ordu
menziline sevkedilecek. kemiklerin yağlı maddeleri, tutkal istihsal
edildikten sonra, yüzde yirmi nisbetinde fosfor havi olan bu kemikler toz
haline getirilerek ziraatte kullanılacak.
alıntı

işte bu şartlar altında peygamber efendimizin şehri medine’yi müdafa eden fahrettin paşa ve bir avuç kahraman neferi bir süre sonra kendilerine tebliğ edilen osmanlı’nın teslim olduğu ve ordunun tüm silah ve mühimmatı ile birlikte düşmana teslim olması gerektiği emri ile yıkılırlar. emre göre medine teslim edilecek, paşa ve kahramanları ingilizler tarafından mısır’a esir kampına götürülecekti.

(medine’ye ulaşan son osmanlı destek kuvvetleri-1917)
işte bu emire karşılık fahrettin paşa kararını verir.
peygamberinin minberini ve kabrini düşmana teslim etmeyecek, direnecektir.

zaman kazanmak için, kendisine bu emri getiren osmanlı subayına medine’nin dini öneme sahip olduğunu bu yüzden padişah emri ve şeyhülislam fetvasının gerektiğini söyeyerek geri yollar.

bir süre sonra hem padişah, hem şeyhülislam fetvası içeren ikinci bir “teslim olun” emri kendisine tebliğ edilir. lakin paşa bu emri de “padişahın ingiliz baskısı altında verdiği” mesnediyle geri çevirir. medine düşmana teslim edilmeyecektir.

bir taraftan ingilizler, diğer taraftan şerif hüseyin’in kuvvetleri, medine’nin bir an önce teslim olması için her şey yaptılarsa da fahreddin paşa, askerlerinin çoğunun hasta olmasına rağmen,cephane,yiyecek, ilaç ve giyecek stoklarının tükenmesine rağmen direnmeyi sürdürüyordu. ingilizlerin “türk kaplanı “ diye adlandırdıkları fahreddin paşa, askerlerinin direnme gücü tamamen bitince teslim olmak zorunda kaldı. teslim şartları gereği hicaz kuvve-i seferiyyesi kumandanı fahreddin paşa, 24 saat zarfında haşimi kuvvetleri karargâhının özel misafiri olacaktı. durumu kabullenemeyen fahreddin paşa, “ravza-i mutahhara” yakınındaki bir medreseye gitti ve burada daha önce hazırlattığı yatağına girip bir yere gitmeyeceğini söyledi.

bu arada kendi subayları arasında görüş ayrılıkları olduğunu görür ve oylama yaptırır, oyalama sonucu ağırlık teslim yönünde görüş bildirince teslim şartlarını görüşme görevini subaylarına bırakır ve kendisi ravza’ya çekilir.

subaylar teslim günü belirler ve ingilizler ile anlaşır.
o gün geldiğinde ravza’da kalan, o mübarek mekanın temizliğini bile kendisi yapan fahrettin paşa teslim olmayı kabul etmez. silahını ve kılıcını yatağının altına koyar ve ben burada kalmaya devam ediyorum der.

gece olunca subaylar bir oyun oynayarak paşa’nın silahlarını alırlar. sabah yeniden gelen osmanlı subayları paşayı omuzlarına alarak bir tören varmış gibi göstererek zorla ravza’dan çıkartırlar.

medine’nin artık teslim edileceğini anlayan paşa:

“hiç utanmaz mısınız? hiç çekinmez misiniz bu şehri teslim etmeye? ben gitmiyorum, zorla götürüyorlar. şahit olun medine sokakları. yollar sokaklar şahittir. peygamber efendimiz (s.a.v) şahittir. ben gitmiyorum, zorla götürüyorlar” diye feryad eder. medine ahalisi ve kahraman türk askeri paşa’nın bu direnişini gözyaşları eşliğinde ve gurur duyarak seyreder.

ve mondros mütarekesinden tam 72 gün sonra osmanlı ordusu’nun son neferi de düşmana teslim edilmiş olur.

işte bu kahraman paşamız ingilizler’e böyle teslim olur ve önce mısır’a, ardından malta’ya götürülür. daha sonra malta’dan tbmm hükümeti’nin girişimleri ile kaçırılarak milli mücadeleye katılır ve vatana hizmet etmeye devam eder.

lakin o her ne hizmet yaparsa yapsın, her daim “medine kahramanı”, “çöl kaplanı” gibi lakaplarla ve kahraman savunmasıyla tanınacak ve anılacaktır.

hatta, şerif hüseyin ve oğulları medine şehrini teslim almalarına rağmen, ve fahrettin paşa esir kampına götürülmesine rağmen ondan korkmaya devam ederler. paşa teslim alındıktan sonra ravza’nın önünde park edili duran paşa’nın makam otomobiline 2 sene boyunca dokunmaya dahi korkarlar. yıllar sonra bile çocuklarını “seni fahri paşa’ya veririm” diye korkuturlar.

fahrettin paşa’nın medine müdafası esnasında durumun gidişatının menfi olacağını tahmin ederek istanbul’a gönderdiği kutsal emanetler listesi ise şu şekildedir;
– hazreti osman’ın ceylan derisine el yazmalı kuran’ı.
– 5 adet eski el yazması kuran ve 4 adet kuran cüzleri.
– değerli taşlarla bezenmiş, altın kaplamalı 5 adet kuran kabı.
– hilye-i şerif (peygamberimizin yazı ile yapılmış portresi). gümüş çerçeveli, yeşil kadife üzerine pırlanta ve incilerle peygamberimizin adı yazılı, gümüşten güneş resimli…
– bir adet som altın üzerine pırlanta ile kelime-i şehadet yazılı levha.
– pırlantalı, incili, mercanlı 7 adet tespih.
– gümüş işlemeli 2 adet rahle.
– sultan abdülaziz’in pırlantalı ve altın işlemeli tuğrası.
– 4 adet sancak başı ve 3 adet değerli kılıç.
– kevkeb-i dürri adlı 4 parça büyük elmas.
altın üzerine oturtulmuş, çevresi elmas ve yakutlarla bezenmiş.
– 14 adet pırlanta ve zümrütlerle bezenmiş altın askı.
– pırlanta, inci, yakut ve zümrütlerle bezenmiş 11 adet altın kandil askısı.
– değerli taşlarla bezenmiş 1 adet altın kandil.
-1 adet altın kahve askısı.
– değerli taşlarla bezenmiş 7 adet altın şamdan. ikisi 1.55 metre boyunda ve 50 kilo ağırlığında. her birinin üzerinde 2.680 pırlanta var.
– 1 adet altın makas.
– değerli taşlarla bezenmiş 8 adet altın gülabdan (gülsuyu kabı) ve 12 adet altın buhurdan (tütsülük).
– pırlanta, zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş 2 adet çelenk, 10 adet yıldız çiçek, bir yaprak. hepsi altın.
– 1 adet pırlanta yüzük.- altın ve gümüş zincirler, altın mücevher kutuları ve çekmeceleri.
– 84 karat inci taneleri, 15 parça zümrüt, 27 parça yakut. 53 parça pırlanta ve elmas.
– ayrıca 3 kilo 985 gram altın.
– 908 kilo gümüş.
– 49 parça şal ve sırma işlemeli perde.
-medine’de sultan mahmut kütüphanesi ve diğerlerindeki değerli eserler.

(kutsal emanetler’i istanbul’a götüren tren)
fahrettin paşa ve kahramanlarından allah razı olsun, ruhları şad olsun…

OSMANLI’NIN GİRİT AÇILIMI vs KÜRT AÇILIMI…

Birbirlerine fevkalade benzeyen iki açılım süreci.

Birincisinin sonucunda akdeniz’in kalbi girit türk vatanı olmaktan çıkmıştı yüz yıl evvel. şimdi yüz yıl sonra ikinci açılımın meyvelerini hasat etmeye başlıyoruz yavaştan…

Bakınız o dönem batılı devletlerin tavsiyesi ile “girit açılımı” yapan osmanlı bu süreçte neler yapmış;

1)rum isyancılara karşı yapılan askeri harekatlar durdurulacak.
2)silah bırakacak isyancılar için umumi af çıkarılacak.
3)adadaki rumlar 2 sene vergiden muaf tutulacak.
4)idari reformlar yapılacak. rumlardan vali yardımcısı atanacak.
5)resmi yazışma dili türkçe olmayacak, rumlar ana dillerini konuşabilecek ve devlet dairelerinde rumca bilen memurlar görev alacak.

günümüz şartlarına ne kadar benziyor değil mi?

pkk’ya af, geri çekilme, askerin operasyonları durdurması, ana dil vb.

tıpkısının aynısı.

tam da el an yaşadığımız durum.

ama…

bir de sürecin ileri safhaları vardı girit açılımının.

bakınız bu süreç sonrası neler oldu girit’te.

93 harbi sonrası osmanlı savaşı kaybedince(1877-78) giritli rumlar yeniden ayaklandı. açılım süreci sonucunda rehavete kapılan adadaki müslüman-türk teba rum isyancılar tarafından katledilmeye başlandı. osmanlı ordusu askeri harekat yapmaya başladı. bunun üzerine büyük devletler araya girdi ve operasyonların durmasını aksi halde müdahale edeceklerini bildirdiler.

burada bir parantez açalım ve şu öngörüye bir göz atalım: (bkz: #11154566)

herneyse,
açılımcı osmanlı bir “hasta adam”dı ve büyük devletlere elbet kafa tutamazdı.

çözüm sürecinin ikinci aşamasına geçildi ve 25 ekim 1878’de halepa sözleşmesi imzalandı.

halepa sözleşmesi’ne göre rumlara fevkalade imtiyazlar tanınıyordu;

1)girit valisi sadece müslümanlardan seçilmeyecekti, hıristiyan da olacaktı.
2)vilayet genel meclisinde rumlar (49/31) çoğunlukta olacaktı.
3)hıristiyan kaymakamlar müslüman kaymakamlardan sayıca fazla olacaktı.
4)vilayet meclisi ve mahkeme dili rumca olacak; ancak resmi zabıtlar ve dilekçeler rumca ve türkçe olabilecekti.
5)ve en önemlisi asayişi sağlayan jandarma, yerli halktan seçilecekti.

hala “türk-rum kardeştir bunu bölen kardeştir” diyen uyuyan osmanlı bunu da imzaladı.

fotyadi paşasava paşakostaki anthopulos paşanikolaki sartinski paşa gibi isimleri sırasıyla girit’e vali atadı.

yani kürtlerin istediği o meşhur “özerklik” girit’te rumlara verildi.

peki bitti mi?

biter mi. sürecin üçüncü aşaması başladı.

artık özerk bir yapıya sahip olan rumlar, adadaki türk ve müslüman tebaya şiddetli baskılar uyguladılar. adadan ilk göç dalgası başladı. bunu takiben yunanistan anakarasından adaya göçmenler yerleştirilmeye başlandı. türklerin mallarına zorla el konuluyor. mahkemelerde sürekli türkler aleyhine kararlar veriliyordu.

yönetici rum, jandarması rum, kadısı-adliyesi rum.

ne kaldı?

kopuş.

o da gerçek oldu nihayet.

artık adada türkler azınlık pozisyonuna düşmüşlerdi.

1896’daki en büyük isyanda türkler ve rumlar karşı karşıya gelmişti. komşular birbirlerini öldürüyorlardı.
osmanlı adaya müdahale etmek istese de büyük devletler buna müsade etmedi.

ingiltere, fransa ve rusya adaya donanma gönderdi ve osmanlı’ya 3. bir sözleşme daha imzalattılar.

bu son sözleşmeye göre;

1)girit valisi kesinlikle hıristiyan olacaktı.
2)bu vali, adada karışıklık çıkması halinde batıdan silah ve asker yardımı isteyebilecekti.
3)hemen genel af ilan edilecekti.
4)memurların üçte biri hıristiyan olacaktı.
5)avrupalı hukukçular adli bir ıslahat reformu hazırlayacaktı.

bu son sözleşme ile birlikte rumlar iyice zafer sarhoşu olmuşlardı.
girit’in hristiyan valisi adaya osmanlı askeri istemiyor, rumlardan müteşekkil jandarma teşkilatını güçlendiriyordu.

sonuç, yüzlerce türk ölmeye devam etti.
lakin ingiliz ve rus donanması osmanlı askerlerinin girit’e çıkmasına ve adaya müdahale etmesine müsade etmiyordu. yani ada resmen elden gitmişti.

bunun üzerine 1897 osmanlı-yunanistan savaşı patlak verdi.

osmanlı savaşı kazanmasına rağmen masa başında rusya’nın dayatmasıyla kaybetti.

girit’e yeni imtiyazlar tanındı.

savaşı kazanan osmanlı’nın adaya asker çıkaracağı bahanesiyle ingilizler ve ruslar adaya çıktı. girit’in otonomluğunu ilan etti ve artık asayişi kendilerinin sağlayacağını, osmanlı askerinin gerekli olmadığını deklare ettiler.

sonuç;
1)türk askeri adadan çekildi.
2)girit resmen özerkliğini ilan etti.
3)girit’in ve giritli türklerin kaderi avrupalılara bırakıldı.
4)girit valisini seçme hakkı osmanlı’da olacak lakin bu valiyi ingiltere ve rusya onaylayacaktı.

hal böyle iken, osmanlı padişahının istememesine rağmen prens otto girit valisi olarak atandı.

bundan sonra adada asker bulunduran 4 devlet adadan çekildi.

kandiye hükümet konağına derhal yunan bayrağı çekilerek girit illegal bir şekilde yunanistan’a bağlandı.

1910 yılında girit meclisi yunanistan ile birleşme kararı aldı.
bu karar sonrası aynı günümüzde olduğu gibi anadolu’da çeşitli mitingler düzenlendi. “vur de vuralım öl de ölelim” benzeri sloganlar atıldı, yunan malları boykot edildi.
en ilginçi ise yunanistan ve avrupa’nın tepkisini çekmemek için istanbul’da sahnelenen “girit” adlı tiyatro oyunu sansürlendi.
yandaş medya da sansürlere uydu ve girit ile ilgili yayın yasakları getirilerek halkın tepkisi dizginlendi.

kardeş kardeşi vurmasın, devlet bize bakmıyor yavşaklığı ile başlayan bir süreç binlerce türkün canı ile ve akdeniz’in kalbi kritimu‘nun 1913’te elimizden çıkması ile sonuçlandı.

ana vatanlarını terk etmeyen on binlerce türk yedi düvele meydan okuyup bağımsızlığını kazanacak genç türkiye cumhuriyeti’nin “mübadele gemileri“ni beklemeye başladı.

haydi vre güljemal…”

görüldüğü üzre yakın tarihimiz pek çok ders alınması gereken örneklerle dolu.

biz ise hala demokratik özgürlüklerden, ana dilden, haklardan bahsediyor. terörist liderine “bebek katili” denmesini yasaklıyoruz.

dün rumları rencide etmedik.

sonuç yukarıda.

bugün kürtleri rencide etmeyelim diyoruz.

sonuçları sanırım kestirebiliyorsunuz.

ÇANAKKALE ve KURTULUŞ SAVAŞI GENELİNDE KÜRTLER…

Yalanlarla dolu bir coğrafyada, yalan yanlış bilgilerle donatılarak yaşıyoruz malesef.

Bu yalanlardan biri ve en hayasızı ise kürtleri şirin gösteren yavşakların son zamanlarda sürekli gündeme getirdikleri “bu vatan için birlikte savaştık” ve “çanakkale’de kürtler de savaştı” yalanlarıdır.

Evet biz bu vatanı birlikte kurduk, çanakkale‘de birlikte savaştık.

ama kimlerle?
türkler,
lazlar,
çerkesler,
boşnaklar,
arnavutlar,
abhazlar,
pomaklar,
yahudilerle

evet evet hatta yahudiler ile birlikte savaştık ve kurduk biz bu memleketi.

peki ya kürtler? ya araplar?
arapların bu kategorizasyonda neden yer almadıklarına daha önce etraflıca değinmiştik. hatırlayanlar bilirler;
(bkz: çağlar boyu arap ihanetleri/#13735392)

zaten konumuz da araplar değil, onun için biz kürtlere geçelim…

kürtler ile ilgili pek çok gerçeği, rakamlara, resmi verilere dayanarak yazıyoruz uzun zamandır.
(bkz: rakamlarla kürtler ve kürt sorunu/@protest sanayici)
(bkz: 16 milyon yeşil kartlının 12 milyonu kürt/@protest sanayici)

bu yazımızı da rakamlara dayandıracağız ki türk’ün kutlu zaferlerine kürt’ü ortak etmek isteyen yavşaklar üzerine söz söyleyemesin…

başlangıç olarak osmanlı devleti’nin, avrupa kaynaklarında geçen birinci dünya savaşı öncesi nüfus ve demografik verilerine göz atalım.

1914 nüfus saymına göre osmanlı’nın resmi nüfusu 14 milyon civarındadır.
lakin bu nüfus sayımında sayılmayan göz ardı edilen unsurlar da katılırsa ve yabancı gizli servis raporları göz önüne alınırsa osmanlı’nın nüfusu 18 milyon olarak karşımıza çıkıyor.

ingiliz kayıtlarına göre;
osmanlı nüfusu: 18.000.000
kürt unsur: 2.800.000

alman istihbarat raporlarına göre;
osmanlı nüfusu: 18.000.000(ingilizler ile aynı)
kürt unsur: 1.600.000

alman ve ingiliz belgelerindeki kürt unsur arasındaki çelişki ingilizlerin, zazaları da kürt nüfus toplamına katmasından kaynaklanıyor belli ki.

birinci dünya savaşında silah altına alınan toplam asker;

osmanlı harbiye nazırlığı resmi rakamı: 2.998.000

ingiliz kayıtlarına göre;
toplam silah altına alınan personel: 3.156.000
kürt unsur: 44.000

alman istihbarat raporlarına göre;
toplam silah altına alınan personel:2.998.000
kürt unsur: 44.000

bu rakamlara istinaden şunu diyebiliriz ki, rakamlar osmanlı’nın müttefiki olan almanya’nın istihbarat birimlerinin hazırladığı raporlara dayandırılmıştır, ingilizler de alman raporlarını referans almışlardır.

şimdi alman raporlarını referans alarak sesli düşünelim.
osmanlı tebası içindeki kürt nüfusun oranı: 18.000.000/1.600.000= yaklaşık olarak yüzde 10
osmanlı ordusundaki kürt unsur oranı: 2.998.000/44.000= yaklaşık olarak yüzde 1.5 hadi biz ona yüzde 2 diyelim ki yuvarlak olsun.

bir dengesizlik var gibi.
evet. var…
zira osmanlı’da kürt-türk diye kayıt tutma yoktu, müslüman-gayrimüslim olarak kayıt tutulurdu. yani kürtler osmanlı’nın asli unsurlarından biriydi.

şimdi sevgili kürt sevicilerine soruyorum.
osmanlı’nın asli unsur olarak kabul ettiği ve nüfusunun yüzde 10’una tekabül eden halk, osmanlı’nın en çetin dönemi olan birinci dünya savaşı esnasında neden asli unsur olmamış ve osmanlı ordusu’nda nüfusuna oranla yer bulmamış?

geçelim…

çanakkale cephelesinde şehit sayıları:
yine alman istihbarat raporlarından;
toplam şehit:48148
kürt unsur: 221
çanakkale’de silah altına alınan toplam kürt unsur: 12.000

toplam şehit sayısının binde 5’i…
kürtlerin belki şehit sayısı ve çanakkale savaşına olan katkıları daha fazla olabilirdi.
lakin, kürtler bugün iddia ettikleri gibi bu vatanın asli unsuru gibi davranmadılar, örneğin çanakkale savaşında tek bir kurşun dahi atmadan dağılan 77. alayın tamamı kürttür.
savaştan kaçan bu kürt askerler cephe gerisinde osmanlı ordusunu uğraştırmış, erzak ve mühimmat konvoylarını yağmalayarak düşmandan daha fazla zararlar vermiş ve savaş dolayısıyla haklarında infaz kararı çıkarılmış ve yakalanan firariler derhal infaz edilmiştir.

yine kürtlerden mürekkep bir başka alay olan 72. alay ise çatışmaların en çetin olduğu conkbayırı’nda kanatlarını korumakla görevli olduğu 57. alayı yüzüstü bırakmış, silahlarını dahi düşmana terk ederek etrafa dağılmış ve hatta esir düşmüşlerdir.
şefik aker paşa anılarında bu kahpelikten bahsetmektedr.

edward j erickson adlı bir ingiliz savaş tarihçisi “ordered to die” (türkçe çevirisi “size ölmeyi emrediyorum”) diye bir kitap yazmıştır.
bu kitap birinci dünya savaşı’nda osmanlı ordusunu anlatıyor.
fakat kitabın çoğu yerinde “osmanlı ordusu” yerine “türk ordusu” denmiş.
yazar sunuş kısmında bunu şöyle açıklıyor: “bu kitap 1. dünya savaşında osmanlı ordusu adını taşıyorsa da aslında türk ordusunu anlatmaktadır.
“gerçekten de, savaşa baktığımızda en acımasız düşmanları olan ingilizlerin osmanlılarla değil, her zaman türklerle savaştıklarını görürüz.”, “her ne kadar osmanlı imparatorluğu hukukî olarak varlığını hâlâ sürdürmekte ve ayrıca araplar ve kürtler gibi bağlı halklar orduda hizmet etmekteyseler de ordunun özü türk’tü ve siperde ölmek gerektiğinde ölenler genellikle türkler oluyordu”

şimdi dönem dönem biz bunları yazdığımızda, şanlı çanakkale zaferimize ortak çıkmaya çalışanlar kürt şehit sayısının az olmasını, çanakkale’nin coğrafi uzaklığına bağlıyor ve “kürtlerin diğer cephelerde savaşıp şehit olduğu”ndan bahsediyorlar…

diğer cepheler…
hangileri? kürtlerin yaşadığı coğrafyaya yakın olan cepheler.

misal sarıkamış.
kürtlere çanakkale’den çok daha yakın. sarıkamış’ta osmanlı harp tarihi kayıtlarına göre verdiğimiz şehit sayısı 50.000’dir.
ingiliz kaynakları bu rakamın 90.000 olduğunu refere eder, rus kaynaklarına göre bu rakam 108.000’dir.

savaş öncesi osmanlı resmi kayıtlarında slah altına alınan kürt unsur sayısının 44.000 olduğunu yukarıda belirtmiştik.
sarıkamış harekatına vilayet’i sitte diye adlandırdığımız coğrafyadan intikal eden şehit sayısı ise 1300’dür.
bu 1300 şehidin 1000 kadarı erzurum ve gaziantep vilayetlerinden olup geri kalanı diğer vilayet’i sitte sancaklarındandır.

yani osmanlı kaynaklarını referans alırsak 50.000 şehidin sadece 300’ü kürttür ki bu oran çanakkale savaşındaki oranın hemen hemen aynısıdır.

sarıkamış’ı ele almışken, sarıkamış’ta kürtlerin neler yaptığını incelemeye devam edelim.

miralay hafız hakkı bey’n aktarımlarından;
“soğuk ve moskofla mücadelede oldukça başarılıyız. lakin cephe gerimize sarkan ermeni ve kürt çeteleri tüm ikmal bağlantılarımızı tehdit ve yok etmekte gayet başarılılar. bu şartlar altında bu savaş kazanılamaz…”

bir diğer kaynak ise, sarıkamış harekâtını rus genel kurmayına mensup general nikolski bütün cephe savaşlarını günü gününe not etmiş ve eser rusya’da yayınlandıktan sonra emekli kaymakam nazmi (osman) bey eseri türkçeye tercüme ederek 1934 yılında 120 sahife halinde erkân-ı harbiye matbaasında bastırabilmiştir.
general nikolski’nin notlarındaki aktarımlarından;
“türkler, cephe gerilerini ve ikmal yollarını sağlama almadan böyle bir harekata girişiyorsa bunun adı “intihar”dır. başka birşey olarak adlandırılamaz…”

rus istihbaratından albay alexiyev’in aktarımından;
“ermeni gerillalar arşen ve reizyan‘dan aldığım raporlar doğrultusunda sayılarının azlığından ve türklere karşı başarısız olacaklarından çekindiğimi söylediğimde, kendileri ile birlikte 1500 kürt’ün hareket ettiğini beyan ettiler. bunların hepsini kasparyan ve skolitsa ile birleştirmek sureti ile tokat’tan van’a kadar olan sahada türklerin cephe gerisine sarkarak zaferimize önemli katkılarda bulundular.”

bir başka rus gizli servis raporuna bakacak olursak;
kirmanşah’tan tahran’a…
kirmanşah konsolosluğu idarecisinin gizli telgrafı,
30 aralık 1914
tahran’a.
kirmanşah’a gelen amir han zaharyantskürdıstan’da ve hamadan’da türklere karşı ermeni ve kürt mücahitlerden birlik oluşturmak niyetinde ve genel saymandan ona belirtilen bölgede herhangi bir göstermelik görev verilmesini talep ediyor. misyonun planını bildiğini belirtiyor. kendisine esas olarak güvenmek mümkün müdür?
talimatınızı rica ediyorum, imza: dolgopolov
(rgvia fond 2000, liste 1, dosya 3851, yaprak 75)

sarıkamış‘ı da geçelim mi?
hadi bir başka yakın coğrafya’ya, ırak cephesine gidelim.

kut ül amare savaşı’nda osmanlı kayıpları: 25.000
ingiliz raporlarına göre kut ül amare şehit olan kürt unsur: 40(sadece kırk)

peki hemen yaşadıkları coğrafyanın yanıbaşındaki bu savaşta nerede bu asli unsurumuz?

herneyse.
çanakkale ve birinci dünya savaşı esnasında kürtlerin durumu tamamen budur. dahası da var.
kürtler neden savaşmaktan imtina etti?

kürtler savaşa gönüllü olmadı zira osmanlı toprakları 5. kol faaliyet alanıydı. osmanlı ile savaşan tüm devletler kürt coğrafyasında nifak dağıtmak ve kürtleri angaje etmek için cirit atıyorlardı.

kürtlere çok önemli vaatler yapılıyordu.
“osmanlı savaşı kaybedecek, kürtler kazanan tarafta olursa gelecek onların olur…”

işte bu vaatler ile kürtler osmanlı ordusuna katılmak yerine, kendi bölgelerinde eşkiyalık yapmayı, osmanlıyı arkadan vurmayı ve ingiliz, fransız ve rus kuvvetlerine yardımcı olmayı seçtiler.

kurtuluş savaşı;

kurtuluş savaşımız cephelerinde de durum birinci dünya savaşı cephelerinden farksızdı.
kürtler kurtuluş savaşına iştirak etmedikleri gibi, birinci dünya savaşından güçlü, kayba uğramamış, donanımlı ve zengin çıkmışlar. kurtuluş mücadelesi veren şanlı ordumuzun amacına ulaşmaması için ellerinden gelen yapmışlardır.

kurtuluş savaşı sırasında kürt isyanları;
simko isyanı :1919-22
ali batı isyanı :11 mayıs 1919
şeyh mahmut berzenci isyanı :21 mayıs 1919
koçgiri isyanı :6 mart 1921

ey bu vatanın asli unsuru olan kürtler. sizin tabirinizle “türkiye milleti”(!) kurtuluş mücadelesi verirken bunları neden yaptınız?

hadi diyelim ki tüm kürtleri genellememek gerek bu isyanlarda.
diğer kürtler ne yaptı?
kurtuluş savaşımızda şehit olan kürt sayısı kaç?

bununla ilgili herhangi bir yabancı gizli servis yahut devlet istihbarat raporuna rastlayamadım. lakin kürt coğrafyası olarak kabul edebileceğimiz bölgelerin şehit sayıları şu şekilde;

ağrı: 1
batman: 1
bingöl: 55
bitlis: 23
hakkari: 1
mardin: 111
diyarbakır: 110
muş: 18
siirt: 23
şırnak: 8
şanlıurfa: 152
van: 43

toplam: 546
kurtuluş savaşında verdiğimiz toplam şehit:  15.055(on beş bin elli beş)

bu bir kaynak, bir başka kaynakta durum daha da vahim;

bir diğerinde ise şu tablo karşımıza çıkıyor;

bu rakamları baz alırken 1920’li yıllarda bu vilayetlerde türk-türkmen nüfusunun kürt nüfusundan daha fazla olduğu göz ardı edilmemelidir. yani yukarıda verilen rakamlar türk şehitleri de kapsamaktadır. türk ve kürt şehitlerin rakamlarını yarı yarıya kabul edecek olursak en iyimser rakamla kurtuluş savaşı sırasında sadece 546/2= 273(iki yüz yetmiş üç) Kürt şehit olduğunu idrak edebiliriz…

şimdi gerek brinci dünya savaşı, çanakkale savaşı ve diğer cepheler ile kurtuluş savaşımız esnasında kürtlerin bu vatanın asli unsurları(!) olarak milli mücadelelere intikalleri ve verdikleri kayıplar ortada.
ayrıca kürt teali cemiyeti‘nn faaliyetleri, şeyh sait isyanı, mutkili hacı musayusuf ziya beyihsan nurivanlı rasimtevfik cemal ve teğmen ali rıza gibi kürt hainlerin yaptıkları da tbmm’nin zabıtlarında hala belgeli ve arşivli bir şekilde durmakta.

bunlar bir yana bizler, mustafa kemal’in idam emrini verenin kürt mustafa paşa olduğunu da unutmadık hala…

milli mücadelede kürtlerin bir başka ihanet vesikası da ali galip olayı‘dır.
ingiliz ajanı binbaşı noel, ali galip ve kürdistan teali cemiyeti liderleri malatya’ya geçerler. burada bir kürt birliği kurarak sivas yolunda mustafa kemal’i öldürecekler ve kongre’nin toplanmasına engel olacaklardır.

ancak mustafa kemal girişimi haber alır ve tedbir alır.
malatya’da türk birlikler ingiliz ajanı, ali galip ve kürdistan teali cemiyeti liderlerini kıstırırlar. tutuklama emri vardır. noel, ingilizlerden yardım ister. saraya baskı yapılır fakat sonuç varmez. en sonunda kaçmak zorunda kalırlar.

görüldüğü üzere daha sivas kongresi öncesinde bile kürtler ingilizlerle, istanbul hükümeti ile birlikte mustafa kemal’e karşıdır.

ingiliz gizli belgeleri de bunu doğrulamaktadır.

28 kasım 1919’da mr. kindson’un londra’ya gönderdiği raporda şöyle yazılıdır:

“kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir.”

9 aralık 1919 tarihli yüksek komiser robeck’in lord curzon’a raporunda ise şunlar yazılıdır:

alıntı
“kürtler bütün ümitlerini ingiliz hükümetine bağlamış durumdalar. bu ara mustafa kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. kuvvetler, kürtleri mustafa kemal paşa’ya karşı kullanmak için para ödemeye hazırdırlar”
alıntı

bitmedi…

ingiliz gizli belgeleri’nin verdiği bilgiye göre kürtler aynı zamanda yunanlılarla da temas halindedir.

amasya’da yunan temsilcisi ile görüşen kürtler, yunanlılara türk ordusunda ele geçirilen kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu esirlerin türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. teklif kabul edilir ve esir kürtler yunan ordusunun hizmetine girerler.

kürt-yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise koçgiri isyanı’dır. yunan ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce kürtler isyan eder. yunan ordusu bursa’ya doğru ilerlerken kürtler sivas’a doğru yürümeye başlar.

amerikan askeri ateşesi durumu şöyle rapor eder:

alıntı
“… yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa kürt isyanı türkiye’nin arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. ancak batıdaki savaş türklerin lehine gelişirse, türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle kürt sorununa son verebilir. ingilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. gene de kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece mustafa kemal’in musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. dolayısıyla kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.”
alıntı

koçgiri isyanı’nın başlangıç tarihi sadece yunan ilerleyişine değil aynı zamanda londra ve san remo konferansları’na da denk gelir. ankara hükümeti ve milli mücadele kürtler kullanılarak böylece sıkıştırılmaktadır.

“1071’de türklere yardım etmeseydik malazgirt’i kazanamazlardı” ile başlayıp “cumhuriyeti birlikte kurduk, ama sonradan bize ihanet edildi.” safsataları artık yerini milli duruşa, milli bilince bırakmalı ve bu vatana ve millete ihanet edenler, arkadan vuranlar değil, türkiye’nin gerçek sahibi olan türk milleti konuşmalıdır artık.

ne mutlu türküm diyene

 

TÜRK KÜLTÜRÜNDE BOZKURT…

Bozkurt hiç bir siyasi iradenin tekelinde olamaz milli bir simgedir.

Bu sebeple siyasi bir önerme yada anlatım değildir. Türklerin tarih sahnesinde var oluşundan bu yana bayraklarında, paralarında kullandığı bir milli semboldür.

(Avar Türkleri’nin bayrağı)

Bozkurt’un Türk destanlarındaki, dolayısıyla Türk Milleti’nin inanışlarındaki rolü üç şekildedir:

– Ata olarak bozkurt
– Rehber olarak bozkurt
– Kurtarıcı olarak bozkurt

Bozkurt’tan türemiş olmak inancı Türklere uzun zaman boyunca büyük bir gurur, emniyet ve geleceğe güvenle bakma duygusu vermiştir.

Bazı Türk destanlarında ana, bazı Türk destanlarında baba olarak görülen bozkurt çok defa Türk neslinin yok olacağı zaman ortaya çıkmakta ve Türklerin neslinin devam etmesini sağlamaktadır. Böylece Türklerin soyunu kutsallaştırmaktadır.

Türklerin millet hayatında büyük tesiri olacak hareketlere girişecekleri zamanlarda bozkurt onlara yol göstermekte, rehberlik yapmaktadır.

Ergenekon Destanı’nda ve kut dağı efsanesinde bozkurt milli bir kılavuz rolünü oynamaktadır. Türk’ün zor duruma düştüğü zaman bozkurt’un ortaya çıkarak onu kurtarması, evladı üzerine eğilen bir ananın veya babanın şefkat duygusunu hatırlatacak derecede derin bir mana da taşımaktadır. Sanki bozkurt manevi bir alemden Türk milleti’nin akıp giden hayatını devamlı takip etmekte ve onların başının sıkıştığı, çaresiz kaldıkları zaman ortaya çıkarak yol göstermektedir.

Türk tarihinde pek çok kahraman, bozkurt simgesi ile temsil edilmiştir. aşına sözcüğünün hem bozkurt anlamına gelmesi, hem de Hun ve Göktürk hükümdar sülalesinin adı olması rastlantı değildir.

(KARAÇAY TÜRKLERİ’nin arması)
Eski Türkçe’de bozkurt’a, “kök böri” (veya “börü”) adı verilirdi. buradaki “böri” (ya da “börü”) sözcüğü “kurt” anlamına gelirken, “kök” de bugünkü “gök” sözcüğünün eski söyleniş biçimidir. fakat kök (gök) kelimesi mavi rengi tasvir etmek veya gökyüzünden bahsetmek için değil, “ulu” anlamında kullanılır. mesela “kök tengri”, “ulu tanrı” anlamına gelir.

Türk destanları arasında, milli motifler bakımından özellikle dikkat çekenler şunlardır:

– Oğuz destanı.
– Bozkurt destanı.
– Ergenekon destanı.
– Göç destanı.

Bu dört destandaki ortak ve temel motif, bozkurt’tur. Oğuz destanı’nda, seferleri sırasında Oğuz Kağan’a bozkurt yol gösterip kılavuzluk yapmış, Oğuz Kağan’ın orduları bu sayede zaferler kazanmıştır.

Bozkurt destanı’nda, ayakları ve kolları kesilip ölüme terk edilen bir oğlan çocuğunu dişi bir kurt iyileştirip beslemiş; düşman askerlerinin genci öldürmek istemesi üzerine de Altay Dağları’na kaçırıp kurtarmıştır. Daha sonra dişi kurt, bu çocuktan gebe kalarak 10 oğlan doğurmuştur. Bu oğlanların büyüyüp çoğalması ile, Türk soyu eriyip gitmekten kurtulmuştur. Hükümdar olan Aşına, bozkurt’un anısını unutmadığını göstermek için, çadırının önüne kurt başlı bir bayrak dikmiştir.

Ergenekon destanı’nda ise, bozkurt, demir dağı eritip çıkan Türklere yol göstermiştir. Ergenekon’dan çıktıktan sonra, Türklerin ilk hükümdarı börte-çine (boz-kurt) adını almıştır. Göç destanı’nda, ana yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Türklere, bir bozkurt yol göstermiştir.

Bu destanlarda, bozkurt’un şu nitelikleri ortaya çıkmaktadır:

– Soyun devamını sağlamak.
– Türklere kılavuzluk etmek.
– Türkleri felaketlerden kurtarmak.

Kurt, Türk efsanelerinde merkezi bir konumdadır. Göktürk kağan sülalesi olan aşına ailesinin atası bir dişi kurt idi. Gök türk kağanları, atalarının anısına saygı olarak, otağlarının önüne altından kurt başlı bir tuğ dikerlerdi. böylece kurt başlı sancak, Türklerde kağanlık (hakanlık) alameti olmuştur.

Ancak bu gelenek yalnızca Göktürklere özgü olmayıp, kökeni Asya Hun Türklerine ve Türklerin eski atalarına değin gider. m.ö.’ki Asya Hunları’nda ve hatta o çağlarda Batı Türkistan’da yaşayan U-Sun (wu-sun) Türkleri’nde, tıpkı bildiğimiz Bozkurt Destanı’nda olduğu gibi, kurttan türeme efsanesi ve dişi kurdun verdiği süt ile beslenme inancı yaşıyordu.

Aynı efsane Tabgaç Türklerinde de vardı; Tabgaç ülkesinde “kurt dağları”, “kurt ırmakları” bulunmaktaydı. Uygur Türklerinin kökenlerine ilişkin bir efsane de onları kurda bağlıyordu (Uygur Kağanlığı, Göktürk Kağanlığı’nı takiben kurulan bir Türk devleti olup, onun devamıdır).

(HAKAS TÜRKLERİ)
Kurt, eski Türk kültüründe “at” ile birlikte en önemli yeri tutan hayvandır. Türkler kendilerinin kurt soyundan indiklerine, seferlerde kendilerine kurdun yol gösterdiğine inanmışlardır.

Türkler, güçlü ve saldırgan bir hayvan olan kurdu kendilerine simge olarak seçtikleri gibi, komşuları da onları kurttan türemiş saldırgan karakterli insanlar olarak tanımışlardır.

Göktürklere göre dişi kurt “ulu ana”, Uygur Türklerine göre de erkek kurt “ulu ata”dır. Oğuz Kağan destanı’nda, Oğuz’a her sefere çıkışında gök bir kurt öncülük eder. Cengizname’de Alanguva, gökten inen bir kurttan gebe kalır ve doğan çocuğun soyundan da Cengiz Han gelir.

Dede Korkut öyküleri’nde kurt yüzünün mübarek olduğu belirtilir. yine Dede Korkut öyküleri’nden birinde Salur Kazan, kurtla haberleşir, kendisine yurdundan haber vermesini ister.

Etnoloji bilimine göre, kurt motifi Türkler için ”tipik”tir; yani, başka kavimlerde görülmeyen etnografik bir belirtidir. Eski Çin kaynaklarında bile Türk soyundan olan kavimler “kurt’tan türeyenler” olarak tanımlanırken, Türk soyundan olmayan kavimler “kurt’tan türeyenlerden değildirler” biçiminde ayırt edilmiştir.

(Polonya Tatarları’nın bayrağı)

Türk destanlarında kurt yol gösteren, sıkıntılı anlarda yardıma yetişen bir varlıktır. Uygur Türklerinin kutlu dağ destanı’nda kurt, ülkeye bolluk ve mutluluk getirdiğine inanılan kutlu bir kayanın Çinlilere verilmesinden sonra, üzerine uğursuzluk çöken ülkenin açlığa mahkum olması üzerine kendilerine yeni bir yurt arayan Türklere kılavuzluk etmişti.

Batıda (11. yüzyılın sonu) kuman Türklerinde yardımına başvurulduğuna ilişkin kayıtlar bulunan kurdun kılavuzluk işlevi, 2. yüzyılın ortalarına değin gitmektedir. 160-170 yılları arasında topraklarından ayrılmak zorunda kalan Tabgaç Türklerinin ataları (yani Hun Türkleri) bir bozkurt’un önderliğinde yolsuz dağlardan aşabilmişlerdi.

En büyük ve en eski Türk destanı olan Oğuz Kağan destanı’nda Oğuz Kağan, gün ışığının içinden çıkan bir bozkurt’un öncülüğünde dünyayı fethetmiştir.

Şimdiki Bulgaristan topraklarında bulunan Madara’daki kaya kabartmasında görkemli bir atlı biçiminde gösterilen Kurum Han’ın yanındaki kurt tasviri de, Türk Bozkurt geleneğinin taşa işlenmiş örneklerinden biridir.

(Astana/Kazakistan’da Bozkurt anıtı)

Kurt motifi, çobancılık ve besicilikle (eski Türklerin ekonomisi hayvan besiciliğine dayanır) olan sıkı ilgisinden ötürü bozkırlı ve doğrudan doğruya Türk’tür. Bundan dolayı, bugün dahi dünya Türkleri arasında söylenen masal ve halk öykülerinde hem ata, hem de kurtarıcı-kılavuz nitelikleri ile bozkurt, bütün Türkler tarafından kutlu sayılmış ve Türklüğün milli simgesi olmuştur. Bozkurt, destanlarda Türk’ün yaşam ve savaş gücünü temsil eder.

Türkler kahramanlarını gök kurtlara benzetmiş, kağanlarının gövde yapılarına bile kurt çizgisini işlemişlerdir. Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz’un beli kurt beline benzetilir. Aynı destanda Oğuz Kağan, hükümdarlığını halka bildirdiğinde “kök böri bolsungıl uran” (“gök börü olsun savaş narası”) demiştir. Yine Oğuz Destanı’nda, Türk ordularına gök tüylü, gök yeleli bir erkek kurt yol gösterir.

(Japonya-Shikou adasında Bozkurt heykelleri)
Kırgız Türklerinin büyük destanı Manas Destanı’nda kurt, bir düş yorumu olarak karşımıza çıkar. Destana göre Manas Han’ın karısı Kanıkey Hatun düşünde bir eğe görür ve eğeyi alıp saklar. Ertesi gün uyanınca ülkenin deneyimli yaşlı kişilerine düşünü anlatır. Yaşlı kişiler bu düşü duyunca sevinip Kanıkey Hatun’a şöyle derler: “senin çocuğun, gök yeleli korkunç bir kurt gibi olacak…” Kırgız Türkleri, cins ve güzel atlara da ”kök böri” (gök kurt, boz kurt) adını verirlerdi…

Kaynak: Türk Tarih Ansiklopedisi

 
(Atatürk’ün bastırdığı Ergenekon-Bozkurt pulları)
(Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk ve TBMM’de Bozkurt figürü)
(1925 yılında Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekaleti (millî eğitim bakanlığı), Türkiye Cumhuriyeti devlet armasının yapılması için Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleriyle bir yarışma açmıştır. Bu yarışmanın sonunda Namık İsmail’in bozkurtlu arması birinci seçilmiştir.)
(Bu anıt Kurtuluş Savaşı sırasında Maraş halkının işgalci Fransızlara karşı yaptığı mücadele sonrası kazandığı zaferlerini simgeleme için 1936 yılında Mustafa Kemal Atatürk vasıtasıyla dikilmiştir. Adeta bir bayraktar gibi duran bu bozkurtlu heykeli 1970 li yıllarca Komünist militanlarca parçalanmıştır.)

 

(Türk Macar Parlamentolar arası dostluk grubu başkanı ve Jobbik Partisi genel başkan yardımcısı Tomas Hegedüs, Tisavasvari Belediye Başkanı Erik Flöp ve nişanlısı Klaudia Lacz, belediye başkan asistanı Andras Szentmihalyi, Merhum Başbuğ Alparslan Türkeş’in kabrinin başında…)

(Güney Azerbaycan’ın Türk şehri Tebriz’in başarılı futbol kulübü TRACTOR SAZİ’nin Bozkurt taraftarları)

Atlantik’te Yelken Basan Hollandalı Türk…KÜÇÜK MURAT REİS…

Küçük Murat Reis, Atlantik’i kısa süreliğine de olsa bir Türk gölü(!) haline getiren Hollanda’lı türk denizcidir.

Asıl adı Jan Janszoon Van Haarlem olup, Hollanda kökenlidir. (bkz: dutchman)

İngiltere ve Hollanda kraliyetleri’nin her türlü korsanlık faaliyetlerini yasaklama kararının ardından müslüman olup Fas sultanı’nın himayesine girmiş, Fas’ın Atlantik kıyısındaki Sale limanını İspanyollardan alarak, “kurtarılmış bir korsan cumhuriyeti” kurmuştur.

Daha sonraki yıllarda Fas’ın Osmanlı’ya bağlanması ile birlikte Osmanlı’ya tabi olmuş ve Cezayir Beylerbeyi’nin emrine girerek, Osmanlı’nın “Atlantik Korsan Kuvvetleri” komutanı olmuştur.

Küçük Murat Reis’in en önemli akınlarından biri izlanda seferi‘dir.
Murat Reis, 1627 senesinde Cezayir limanı’ndan 15 parça gemi ile yelken açıp, cebelitarık‘tan çıkmış ve kuzeye soğuk ve sisli denizlere yönelmiştir.
Murat reis, bu harekata manş denizi‘ni geçerek başlamış, Kuzey Denizi boyunca danimarka ve norveç kıyılarına taarruz etmiş, 20 haziran 1627 tarihinde İzlanda açıklarında demirlemiştir.
bu bölgede 16 temmuz tarihine kadar 26 gün kalan Türk denizcileri, adayı kontrol altında tutmuş, 400 esir ve büyük bir ganimetle Cezayir‘e geri dönmüştür.
Yaklaşık 2800 deniz mili olan geri intikal seyri 27 günde tamamlanabilmiştir.

(murat reis’in akınlarını gösterir harita)
Murat Reis ve emrindeki kaptanlar, İngiltere‘deki prenslikler ve kontluklar başta olmak üzere, İzlanda, Norveç, İsveç ve Danimarka limanlarına ard arda saldırılar düzenlemiş, önemli miktarda ganimet ve esir ele geçirmişlerdir.

Danimarka‘daki kraliyet kütüphanesi‘nde 1628 senesinde yazılmış ve türklerin atlantik serüvenini belgeleyen bir kitapta piskopos olaf eigilsson “Türk denizcilerinin 1627 senesinde İzlanda’ya geldiklerini, kendisi de dahil, 300 kişiyi esir alarak cezayir’e götürdüklerini, daha sonra serbest kalarak İzlanda’ya geri döndüğünü” anlatmaktadır.
Yolculuğunda esirlere müslümanlar tarafından iyi davranıldığını, kendileri ne yemişse esirlere de aynısını yedirdiklerini, izlandalılara asıl kötü davrananların, sonradan müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalılar olduğunu bizzat o gemide esir bulunan piskopos Olaf Eigilsson söz konusu kitapta anlatmıştır.

(olaf  eigilsson’un murat reis’i tasvir ettiği kitabı)
Kopenhag‘da, “kgl bibliotek chistians brygge no: 8” adresinde yer alan kütüphanede bulunan diğer bir kitap, pek bilinmeyen iki türk denizcisini bizlerle tanıştırmaktadır, İzlanda‘nın başkenti reykjavik‘de 1852 yılında basılan ve h.haengsson ile h.hrolfsson tarafından beraberce yazılan, “litil saga umm herhla-up tyrkjans a islandi 1627” adlı eserde, Murat Reis‘in filosundan Arif ve Bejram (muhtemelen Bayram) adlı iki komutanın gemileri ile Beruşyord limanı‘na girdikleri anlatılmaktadır.
Aynı kütüphanedeki diğer bir kitapta, “Murat Reis, amiral olarak tanıtılmakta”, başka bir kitapta ise, “1631 senesinde Türk donanmasının 15 parça gemi ile İngiltere’ye geldiği ve daha sonra 12 parça gemi ile İzlanda’ya sefer düzenlediği” belirtilmektedir.

Kopenhag‘ın 60 km. uzağında bir liman şehri olan Helsingör‘de, müze olarak kullanılan hamlet’in şatosu’nun duvar pano ve tablolarında İskandinav limanlarındaki Türk denizcileri ve gemileri tasvir edilmektedir.
Stanley Lein Paul, “Devonshire kontluğu tarihi” adlı kitabında “Türk denizcilerinin, 1625 yılının ağustos ayında Plymouth ve Hardland point limanları açıklarında 27 parça ticaret gemisine el koyduklarını, suseks, hatas, devon, cornwell ve batı kıyılarındaki kontluklara ait kalelere akınlar düzenlediklerini” anlatmaktadır.
Ayrıca İzlanda’da Türk gülleleri halen sergilenmektedir.

Murat reis komutasındaki Osmanlı korsanları Büyük Britanya adasını da hedefleri arasına seçtiler.
İngiltere‘nin güneybatısındaki lundy adası 1625-1630 yılları arasında Türk korsanları tarafından ele geçirilerek, özellikle kuzeye yapılan harekâtları daha iyi destekleyebilmek amacıyla üs olarak kullanıldı.
Türkler, Bristol Kanalı‘nın açığında Lundy Adası‘nı almakla Bristol Liman ağzına hakim oldular.
Murat Reis‘in emrindeki Türk korsan filosu “land end”den yaklaşık 100 mil kadar içerde hard lend burnundan 11 mil açıktaki bu adayı üs yaparak batılı devletlere dehşet saçmaktaydı.
İngiltere, yıllarca Türkler‘i Lundy ve Scillya adalarından atamadı.
İngiltere kralı i.james ve oğlu i.charles‘ın tüm çabalarına rağmen İngiltere kıyılarına sadece 10 km mesafedeki bu küçük ada yaklaşık 5 yıl boyunca Türk korsanları‘ndan geri alınamayınca birçok İngiliz amirali kral tarafından görevden alındı.

1631’de de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar.
İngiltere‘nin Bristol, Plymouth, Southampton ve İrlanda‘nın Cork ve Baltimore gibi birçok limanları Türk korsanları tarafından birçok kez vuruldu ve Atlantik ortasında yüzlerce İngiliz, İspanyol ve Hollanda gemisi ele geçirildi.
1627 yılında 10 gün içinde 27 İngiliz gemisi Türkler tarafından zaptedildi. 19 haziran 1631 gecesi İrlanda‘nın Baltimore limanı da Türk Korsanları tarafından zapt edilmiş ve bu olay sonunda ünlü şair Thomas Usborne Daways 56 mısralık uzun bir şiir yazmıştır.

Bugün tüm bunlar neredeyse hepimize bir hayal gibi gelmekte, lakin Osmanlı’nın döneminin süper gücü olduğu düşünüldüğünde ve o dönem devlet teşkilatının emin ellerde ve iyi yöneticilerin hakimiyeti altında olduğu düşünüldüğünde insana gurur veriyor.

Düşünsenize, bugün Türkiye’nin Atlantik’te bir donanma üssü olduğunu…

 

OSMAN GAZİ HAN’IN SECERESİ…

Osmanlı Beyliğini devlet haline getiren Kayı Türkleri’nin lideri Osman Gazi Han’ın(Otman) baba soy kütüğüdür.

Osmanlı tarihçisi Bayati’nin, Fatih Sultan Mehmet Han’ın oğlu Cem Sultan’ın isteği ile yapmış olduğu araştırma neticesinde Osman Gazi Han’ın babadan(Ertuğrul Gazi) itibaren seceresi şu şekildedir;

ertuğrul gazi:
süleyman şah:
kaya alp(kayı alp):
kızıl buga(kisil buga):
baytemir:
ay kutlug:
tuğrul alp:
kara batur:
sakur alp:
bulgay:
sungur alp:
tok temir alp:
yıksak alp:
çemendur alp:
ay kutlug:
turak:
kaz han:
yasu han:
bay temur:
tortulmuş:
yalvaç beg:
bay beg:
tokmiş beg:
kuçi beg:
ortuk:
kurtarı beg:
çektemur:
turaç:
kızıl buga:
yumak:
baş buga:
çamur han:
bay soy:
sevinç beg:
çar buga:
kurtılmış beg:
korçak han:
balçık han:
kumaş han:
kara oglan beg:
selman beg:
kokulu beg:
boz togan beg:
beg temür:
turmuş han:
temren han:
beg temir han:
turmış han:
kayı han:

Kayı Han’dan önceki silsile ise mitolojik silsiledir.
Kayılar’ın mitolojik silsilesi ise şu şekildedir;

kayı han:
gün han:
oğuz han:
kara han:
dip tokuy:
türük:
yafes:
nuh:
kayra han:
kök tengri han:

NOT: Tarihçi Bayati, Neyzen Bayati ile karıştırılmamalıdır.
NOT2: Araştırmada Ertuğrul Gazi’den, Sakur Alp’e kadar olan kısım Bayati’ye aittir.

OĞUZLAR…

oğuzlar kavmî ve siyasî bir teşekkül için el (il) kelimesini kullanmakta idiler: oğuz eliakkoyunlu elidulkadırlı eli. onların diğer türk kavimlerinin söyledikleri aynı anlamdaki budun sözünü unuttukları anlaşılıyor. bu kelimenin moğolca karşılığı olan ulus sözü deilhanlılar‘ın tesiri ile, ancak doğu anadolu’da türkmenlerce, el kelimesi ile birlikte, kullanılmıştır.
karakoyunlu ulusuboz-uluskara-ulus.
şimdi biz el yerine umumiyetle arapça’dan aldığımız kavim (kavm) kelimesini kullanmaktayız. görüldüğü gibi, oğuz-eli’nin başında yabgu unvanlı hükümdarlar vardı. xii. yüzyıldan sonra bu kelime, bu anlamda, kullanamayarak unutulup gitmiştir. türkmen ellerinin başında bulunan hükümdarların ise türkçe yalnız beğ unvanını taşıdıkları görülür. el’in zamanla ülke anlamına gelmiş olduğu malûmdur. yurt; elin, boyun, obanın ve ailenin oturduğu yerdir.

oğuz eli’ni meydana getiren teşekküllerden her birine boy denir ki, kâşgarlı bu sözün oğuzca olduğunu bildiriyor. orhun âbidelerinde geçen “bod” sözü, söylendiği gibi, belki bu kelimenin en eski şeklidir. boy, türkiye’de bu anlamda gerek resmî dilde, gerek halk arasında son zamanlara kadar kullanılmıştır.

türkiye’de boyların başında bulunanlara da boy beği deniliyordu.
kavim gibi arapça’dan alarak resmi dilde kullandığımız kabîle kelimesi türkçe’de hususiyetle boy manâsını ifade eder. boyları irsen idare eden reisler debeğ unvanını taşırlar.
oğuz ve türkmen soylularını bu beğler meydana getirirler. yabgular ve sultanlar da beğler arasından çıkmıştır. boylar da obalara ayrılmaktadır.
kâşgarlı, oba kelimesinin de oğuzca olduğunu söylüyor. obalardan sonra her halde aileler geliyordu ki, oğuzlar’ın bunu hangi kelime ile ifade ettikleri bilinemiyor. böylece aileden (soy) obalar, obalardan boylar ve boylardan da oğuz eli meydana gelmiştir. oğuz eli’nde asıl oymak birliği boy’dur.
oymak kitabımızda, boylar (kabîle), obalar (cemâat) ve onların kollarını ifade etmek üzere, umumî bir mânâda kullanılmıştır. bunu evvelce aşîret kelimesi ile ifade ediyorduk. aşîret şimdi güney anadolu’da, teklik hem çokluk olarak, yörük anlamında kullanılıyor. mesela “iki aşiret geldi demek yörüklerden iki kişi geldi” demektir.

oğuz boylarının arap ve diğer bazı kavimlerde olduğu gibi, münferiden bir hayat geçirdikleri veya tek başına siyasî bir harekette bulundukları nadir olarak görülür. onlar daima el halinde (yani üç-dört oymak bir arada) yaşamayı severler ki, bu husus siyasî başarılarında mühim bir âmil olmuştur.

görüldüğü gibi, x. yüzyılın başlarından itibaren oğuz eli’nden kümeler halinde ayrılmalar başlamıştır. bu kümelerden ilki hazar denizi kıyısındaki yarım adaya giderek yurt tutmuş ve buraya mangışlak adını vermişti.
ikinci bir küme ise selçukluların idaresinde yakın-doğu ülkelerine geldi, üçüncü bir küme de yine xi. yüzyılda karadeniz’in kuzeyinden balkanlara indi.
diğer taraftan oğuzlardan kalabalık bir nüfus da seyhun’un orta yatağındaki şehirlerde yerleşmişti. göçebe oğuzlar’ın bu şehirli eldaşlarına, küçümseyerek, yatuk yani tenbel adını verdiklerini biliyoruz. fakat bütün bunlara rağmen oğuz eli eski yurdunun bir kısmında el teşkilatını muhafaza ederek yaşıyordu. boz-ok ve üç-ok adları ile iki kola ayrılan sultan sancar’ın galibi oğuz kümesi önemli bir kol olmakla beraber son teşkilatlı küme veya ana kol değildir.

boz-ok ve üç-ok ikili teşkilatını en son taşıyan oğuz-türkmen kümesi, moğol baskısı yüzünden xiii. yüzyılın ikinci yarısında anadolu’dan suriye’ye göç eden kalabalık topluluktur. bu topluluğun tarihinden de daha önce söz edilmişti.

oğuz boylarının tarihlerine gelince, bunların tarihlerinin seyri de, tıpkı oğuz eli’ninki gibi olmuştur. yani herhangi bir siyasi harekete boylara mensup bütün obaların katıldıkları görülmez.
mesela xii. yüzyılda iran’ın fars eyaletinde siyasî iktidarı ellerine geçiren salurlar bu boyun ancak bir obası veya kolu idi. akkoyunlu ailesinin buyruğunda da bayındır boyunun bir obası (akkoyunlu) bulunuyordu. hatta selçuklu fethine, bu ailenin mensup bulunduğu kınık boyunun bütün obaları katılmamıştır. anadolu’da oğuz boylarına ait yer adlarının ve teşekküllerin muhtelif yerlerde görünmesi aynı sebeble ilgilidir. yani oğuz boylarından pek çoğunun obaları ve kolları bu ülkeye farklı zamanlarda gelmişler ve bu gelenlerden de siyasî ve iktisadî sebebler ile yeni ayrılmalar olmuştur, ileride oğuz boyları ayrı ayrı incelendiği zaman bu husus daha iyi anlaşılacaktır.

dikkate değer bir husustur ki, xvi. yüzyılda osmanlı ailesinin yurdu olan sultanönü sancağındaki karacaşehir kazasına bağlı bir köy, tokuz-oğuz adını taşımakta idi. bu köyün ne gibi bir sebeble bu adı aldığı bilinemiyor.

seyhun oğuzları xi. yüzyılda 24 boydan müteşekkil bulunuyorlardı. bize bunu bildiren kâşgarlı mahmud, aynı zamanda bu boylardan 22 sine ait bir liste de vermiştir. mamafih selçuklu fethinden bahseden bir ermeni müverrihi de fâtih kavmin 24 boydan meydana geldiğini kaydetmiştir. oğuz boylarına ait tam liste xiv. yüzyıl’ın başlarında reşideddin tarafından verilmiştir.
bu listelerin ehemmiyeti şuradadır ki, bunlar olmasa idi oğuz boylarına ait tam bir liste yapmak bizler için pek müşkül ve hattâ belki de imkânsız olacaktı. kâşgarlı’nın listesinden yalnız memlûk devri müverrihlerinden aynî faydalanmıştır. diğer eserlerde görülen listeler (hamdullah-i müstevfî, yazıcı-oğlu, neşri, ebû’l-gazi ve diğerleri) doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak reşideddin’inkinden gelmektedir.

kâşgarlı mahmud, halac adını taşıyarak bazı hususlarda diğerlerinden ayrıldıkları için oğuzlar’dan sayılmadığını söylediği iki boyu listesine almadığı gibi, bunların adlarını da vermemiştir.
diğer taraftan kâşgarlı’nın, “sayısı az ve damgaları belli değil” dediği çarukluğ boyunun adına da reşid ed-din’in listesinde rastgelinemiyor.
orada kaşgarlı’da bulunmayan şu adlar vardır: yaparlıkızıkkarkın.
bunlardan kızık ve karkın’dan birini kâşgarlı’nın listesine almadığı iki boydan biri olarak kabul etmek zarurîdir. diğerinin de yine bunlardan biri olduğuna ihtimal vermek mantıkîdir.
çünkü, her iki boy yani kızık ve karkın aynı dalda, yıldız-han’ın oğulları arasında gösterilmiştir. halbuki yaparlı boyu başka bir dalda, ay-han’ın oğulları arasında bulunmaktadır.
yaparlı, yine orada adının ne manaya geldiği yazılmayan biricik boyudur. diğer taraftan hiç bir yerde ne çaruklu’ya ne de yapırlu’ya ait tarihî bir kayda, bir yer adına veya bir teşekküle rastgelinebilmiştir.
kısaca reşided-din’deki yapırlu’nın kâşgarlı’daki çarukluğ’un yerini tuttuğunu ve yine aynı müellifin listesine almadığı” iki boyun da kızık ve karkın olduğunu kuvvetle tahmin ediyoruz. reşided-din’in listesinin bu iki boy bakımından da, vakıalara uygun olduğu görülüyor. çünkü, her iki boya ait yer adlarına ve teşekküllere türkiye’de rastgelinmiştir. kâşgarlı’nın listesinin boyların o zamandaki siyasî şöhretlerine göre sıralandığı anlaşılıyor. meselâ selçuklu hanedanının mensub olduğu kınık boyu orada en başta yer almıştır.
halbuki bu boy reşîded-din’in listesinde en sonda bulunmaktadır. reşided-din’in listesinin, oğuz boylarının eski siyasî ve içtimaî mevkilerine göre tanzim edildiği görülüyor. burada 24 boy her biri eşit sayıda olmak üzere oğuz han’ın altı oğlundan türetilmiştir. diğer taraftan kâşgarlı’nınkinde olduğu gibi, burada da boylardan her birinin kendine mahsus damgaları olduğu halde, her dört boyun ortak bir ongunu da vardır.

reşided-din’de 24 boy iki kola ayrılmıştır.
bunlardan biri boz-ok, öbürü de üç-ok adlarını taşıyor. ne bu ikili tasnif ne de onların isimleri kâsgarlı’da vardır. ancak bunun da tarihî bir vakıa olduğunu biliyoruz.
sancar’ı yenen oğuzlar, bu adlar ile iki kola ayrıldıkları gibi, xiv. yüzyılda kuzey-suriye’deki türkmenler de yine bu adlar ile iki kola ayrılmışlardı. bu türkmenlerden boz-ok koluna mensup olanlar yozgat bölgesinde yurt tuttuklarından bu bölge cumhuriyet devrine kadar bu adla anılmıştır. ayrıca xvi.yüzyılda konya’nın kuzeyinde, istanbul-halep ana yolu üzerinde de bozok adlı büyük bir köy vardı. bugün de urfa’nın birecik kazasında bozok adlı bir köy bulunmaktadır.

reşid ed-din’de boz-ok kelimesi parçalamak şeklinde manâlandırılmıştır ki, kelimenin “boz” fiilinden getirildiği görülüyor. üç-ok da üç adet ok seklinde izah edilmiştir.
fakat bu izah şekillerini kabul etmeye imkan yoktur. ok’un on-ok’ta olduğu gibi, eski zamanlarda boy anlamına geldiğini biliyoruz. bu isimlerdeki ok kelimesinin de boy manâsında olduğu muhakkaktır. buna göre üç-ok, üç boy demektir.

bozok’a gelince, buradaki boz kelimesinin de, bir rakamın yerini aldığı akla geliyor. yine reşided-din’deki sözlere göre, oğuz-eli’nde hâkim kolu boz-oklar teşkil etmiştir. bu sebeble boz-oklar’ın alâmeti yay ve tâbi kol oldukları için de üçoklarınki ok’tur.
tuğrul bey 1038 yılında nişabur’a girerken kolunda gerilmiş bir yay ve belinde de üç-ok bulunuyordu. bunlar her halde, kendisini boz-ok ve üç-ok’un, yani bütün oğuz-eli’nin hükümdarı saydığının bir ifadesidir.
yüreğir boyunun damgasının da bir yay ve üç ok -pek muhtemel olarak- şeklinde olduğu görülüyor. daha önce de söylendiği gibi, bir yay ve üç ok, pek muhtemel olarak oğuz yabgularının hükümdarlık alâmeti idi.

eski türk ellerinde ve ordularında ikili düzenin değişmez bir kaide olduğu bilinir.
oğuz elinde ve ordusunda da, görüldüğü gibi, bu kaide hâkimdi. böylece el ve ordu ikiye bölünmekte, bunlara kol denilmektedir. kollar da birbirinden sağ ve sol sıfatları ile ayrılıyor. osmanlı imparatorluğunda da sağ kol, sol kol adları verilen bu ikili düzen hem askerî, hem de mülkî teşkilâtta esaslı bir kaide olarak uygulanmıştı. türkler‘de sağ kol, moğolların aksine olarak, daha şerefli sayılıyordu. bozoklar da hâkim kolu teşkil etmeleri itibari ile onlar sağ kol sayılmışlardır.
bu gelenek, bu kollar var oldukça devam edip gelmiştir. boz-okların hâkim kol sayılması, islâmiyetten önce siyasî üstünlüğün uzun bir zaman bu kolun elinde kalması, yabguların daha çok bu kolun boylarına mensup olmalarından ileri geliyor.
denildiğine göre, oğuz yabguları başlıca şu boylardan çıkmıştır: kayı, yazır, avşar, begdili ve eymür. bunlardan yalnız eymür boyu üçoklar’dan idi.
dede korkut destanlarında ise siyasî üstünlüğün üçoklar’da olduğu görülür.
islâm ülkelerinde de üç-oklar büyük bir varlık göstermişlerdir: selçuklu hanedanı (kınık), salurlular (salur), berçem oğulları (yıva), akkoyunlular (bayındır), ramazanoğulları (yüregir) ve kadı burhaneddin (salur) bu koldan idiler.
şimdiki bilgilerimize göre, bozoklar’dan da artukoğulları’nın (döğer), şumlaoğulları’nın avşar) ve nâdir şah’ın avşar hanedanından çıkmış olduğu görülüyor.

kâşgarlı ve reşided-din’de bulunan listelerdeki oğuz boyları zamanlarındaki söyleniş şekillerine göre yazılmıştır. fahreddin mübarek şah’ın listesindeki oğuz boylarının yazılış şekli kâşgarlı’nınkinin aynıdır.

kâşgarlı ve reşided-din’in listelerinde boyların damgaları da gösterilmiştir.
bu keyfiyet damgalara verilen ehemmiyeti ifade eder. kâşgarlı bu damgaların davarlara, yılkılara vurulduğunu söyler. reşided-din’de bunlar damga kelimesi ile ifade edilmiştir.
oğuzların damgalar için hangi kelimeyi söyledikleri bilinemiyorsa da, bunun anadolu’da kullanılan “im (en)” sözü olduğundan şüphe edilemez.
bazı türk hanedanlarının, boylarının damgalarını, aile alâmeti olarak kullandıklarını biliyoruz. salurluların paralarında salur damgası görüldüğü gibi, akkoyunlu paralarında bayındır ve osmanlı hükümdarı ii. murad’ın bazı sikkelerinde de kayı damgası bulunmaktadır.
akkoyunlular, damgalarını yalnız paralarına değil, yaptırdıkları eserlere, resmî vesikalara, bayraklarına da koydurmuşlardır.
her ne kadar ii. murad’ın haleflerinin paralarında kayı damgası görülmüyorsa da hükümdarlara ait şahsî eşyada, toplar da dahil olmak üzere, silâhlarda bu damgaya sık sık rastgelinmektedir.
oğuz boyları damgaları’nın anadolu’da hayvanlara vurulduktan başka halı, kilim motifi olarak kullanıldığını, aşı boyası ile evlerin duvarlarına resmedildiğini, kap kaçağa ve nazar değmemesi, uğur getirmesi için bazı giyim eşyasına konulduğunu ve hattâ mezar taşlarına bile çizildiğini biliyoruz. bunlara ilâve olarak bu damgalardan bazılarının da âbideler, yapılar ve kayalar üzerinde görülmüş olduğunu söyliyelim.

reşided-din’in listesinde damgalardan başka ongunlar da görülmektedir.
bunların hepsi eti yenmeyen avcı kuşlardır. reşided-din, ongun (onkun) ittihaz edilen hayvan veya kuşun kutlu sayıldığını, incitilmediğini, etinin yenilmediğini bildiriyor ve ongun (onkun) kelimesinin türkçe’de “kutluluk” demek olan oynuk’tan geldiğini söylüyor.
abdülkadir inan’a göre ongun moğolca bir kelime olup türkçesi töz’dür. her iki kelime de bugün türkiye’de bilinmiyor. görmüş olduğumuz gibi, oğuzların tarihinde bir totem devri söz konusu değidir.
diğer taraftan oğuzların ongun kuşları olduğu hakkında başka eserlerde hiç bir bilgi yoktur. bu sebeble oğuz boylarının ongunları olduğuna dâir ongunlarla ilgili bilgilerin doğruluğundan şüphe etmek yerindedir.
ongun olarak zikredilen avcı kuşlar başlıca, şahinkartaltavşancılsunguruc ve çakır’dır.
bunlardan şahin farsça bir kelimedir. kartala gelince, bu da karakuş yerinde kullanılan yeni bir kelimedir. kara kuş anadolu’da kullanılır. tavşancıl kartala benzeyen, fakat ondan daha küçük, kara renkli bir kuştur. sungur ise tuğruldan küçük, fakat doğandan daha büyük bir kuş olarak tarif edilmektedir. uc’a gelince, bu hususta bir bilgiye rast gelemedim. yalnız timur‘un kumandanlarından uc-kara bahadır’ın adındaki uc kelimesi her halde bu kuşu ifade etmektedir. bu kumandanın adına bakarak tahmin etmek mümkün olabilir ki, uc yahut uç-kara, çal-kara, bay-kara ile birlikte aynı kuşu ifade edebilir. ve bu kuş da kartal olabilir. çakır da doğan soyundan bir kuş olup şahinden ayrıdır.

yine reşided-din’in listesinden anlaşılıyor ki eski zamanlarda boyların toylarda yiyecekleri koyun etinin kısımları da bir kaideye bağlanmıştır.
reşid ed-din’de bu kısımlara endam-i goşt (etin bir kısmı), yazıcıoğlu’nda sünük (kemik) deniliyor.
dikkate değer ki, ongunlar gibi her dört boyun da ortak bir sünükü vardır. böylece, kayıbayatalkaraevlikaraevli boylarının sünükü yani koyundan yiyecekleri kısım sağ karı yağrın, yani sağ kürek kemiği kısmıdır, yazırdöğerdodurga ve yapırlı boylarındaki sağ aşığlu, yani aşığın bulunduğu et parçası (bud), avşarkızıkbeğdili ve karkınlar’ın sünükü sağ umaca, yani kalça (sağrı) kemiği kısmı, bayındırpeçenekçavundur ve çepniler’in sünükü sol karı yağrın, salureymüralayuntluyüreğir‘lerinki ucayla (sol umaca ), iğdirbügdüzyıva ve kınık boylarının sünükleri (sol) aşığludur.

bir boyun toplantılarda ve toylarda oturacağı mevki (orun) ve yiyeceği et kısmı (ülüş) yalnız oğuz elinde değil, diğer türk kavimlerinde de kaidelere bağlanmıştır. bu geleneklerin ehemmiyeti şuradadır ki bunlar bir boyun kendi eli içindeki siyasî ve içtimaî hukukunu tayin eden başlıca müesseselerdir.

reşided-din’in listesinde boylar oğuz han’ın 24 torunundan türetilmiştir.
kâşgarlı da, 24 oğuz boyunun, adlarını dip dedelerinden aldığını söyler ve bu 24 dip dedeye zulkarneyn’in türkistan seferi esnasında nasıl türkmen adının verildiğine dâir bir de hikâye anlatır.
ona göre bu boylar çok eski zamanlarda meydana gelmişlerdir. aynı müellif bu boyların oba ve oba kolları olduğunu da yazıyor. fakat oğuzlardan hiç bir boyun obası kesin olarak bilinmiyor.
ancak, karakoyunlu (yıva) ve akkoyunlu (bayındır) teşekküllerinin bu obalardan olması muhtemeldir.
ayrıca yemen’deki resuloğulları‘nın mensup olduğu biçek ve 1230’larda şehrizorerbil arasında faaliyette bulunan sevinç’in koş yalu (çift yaylu) adlı oymakların da bu obalardan oldukları düşünülebilir.
15. ve 16. yüzyıllarda anadolu’da yaşayan ağçakoyunlukarakeçili vesaire gibi oymaklar ile aynı yüzyıllarda harizm türkmenleri arasında görülen teke, ersarı gibi teşekküller için de aynı tahminde bulunmak mümkündür.

osmanlı devleti teşkilâtında sağ kol, sol kol olmak üzere ikili düzen esaslı bir kaide olarak yer aldıktan başka, 24’lü düzene ait de bazı misaller vardır. meselâ rum-eli eyâleti 24 sancağa ayrıldığı gibi, diyarbekir eyâleti de sekizi yurtluk, beşi ocaklık olmak üzere 24 sancak idi.
otlukbeli savaşında (1473) anadolu beğlerbeğisi dâvud paşa’nın kumandasında 24 sancak beği vardı.
dede-korkut destanlarındaki 24 sancak beği sözü bunlardan çıkmış olacaktır.
evliya çelebiye göre, kütahya sancağı 24 kadılık idi. rum-elindeki devlet hizmetinde bulunan yörükler 24 kişiden müteşekkil takımlara aynlmıştı. 24 kişiden biri eşkinci, üçü çatal ve yirmisi de yamak sayılmıştı.
1100 (1688-1689) tarihinde konya mütesellimi bulunan yeğen osman paşa’nın dayısı kara-hasan beğ’in maiyyetinde 24 bayrak sekban ve sarıca bölüğü vardı. her bayrak bir bölüğü temsil etmekte ve her bölüğün başında bir bölükbaşı bulunmakta idi. kara-hasan’ın azli üzerine bu 24 bayrak sekban ve sarucanın başına yeğen osman paşa’nın kendi yeğeni, ahmed beğ geçmişti.

osmanlı mâlî teşkilâtında da 24 sayısı ile ilgili olarak bazı misaller zikretmek mümkündür.
yörükler’den birinin koyunu 24’ten az olur veya hiç kalmaz ise onlar kara yani yoksul sayılır ve kendilerinden buna göre bir vergi alınırdı.
bundan başka yeniçeri ocağı zabitlerinden yaya-başıların gündeliklerinin 24 akçe olduğunu biliyoruz. oymaklar arasındaki bazı toplulukların, oğuz boyları gibi, 24 bölük halinde teşkilâtlandıkları görülmektedir. meselâ merv bölgesinde yaşayan teke adlı meşhur türkmen oymağı, seyyahların sözlerine göre, 24 obaya ayrılmakta idi.
safevî devrinde kara-bağ’da yaşayan ve 24 obadan meydana gelen bir topluluk da, teşkilâtına uygun olarak, “iğirmi dört” adını taşıyordu.
şeref han bu topluluğun kürd asıllı olduğunu söylüyor. yine ona göre mensup bulunduğu bitlis dağlarındaki ruzegi adlı boy 24 obadan müteşekkil olup, bunlardan 12 oba bilbasi ve 12 oba da kovalsi adını taşıyordu ki, her ikisinde de oğuz boy teşkilâtının âmil olduğu açıkça görülüyor.

24 rakamının ok yapımında da bir değeri olduğu görülüyor. osmanlı okları 4 dirhemden 24 dirheme kadar olup, yayın büyüklüğü göz önüne alınarak yapılırdı. bundan başka ok her dört derecesi boğaz, yedi derecesi göbek, altı derecesi şalvar, yedi derecesi ayak olmak üzere 24 derece itibar edilmiştir.

müverrih hammer 24’lü oğuz boy teşkilâtının mısır memlükleri’nde 24 beğ olarak devam ettiğini söylüyorsa da böyle bir keyfiyet ancak xvi. yüzyıl başlarında görülmektedir. filhakika kansu gavrî devrinde mukaddem beğlerinin sayısı 24 idi. fakat daha önceki sultanlar zamanında da mukaddem beğlerinin aynı sayıda olması şüphelidir.

şikârî’nin karaman-oğulları tarihi’nde 24 vezir, 24 bin er sözü sık sık geçtiği gibi, evliya çelebide de bu mahiyette ifadeler görülüyor. ii. murad da 1444 yılındaki varna zaferi münasebeti ile tutsak alınan hıristiyan beylerinden seçtiği 24 kişiyi memlûklara göndermişti. bütün bu zikredilen misallerin bazıları bir tesadüf ile izah edilebilir ise de, bir çoklarının 24 oğuz boyundan gelen gelenek ve hâtıra ile ilgili olduğu şüphesizdir.

oğuz boylarına ait bu hususları belirttikten sonra, bilhassa türk oymakları hakkında araştırma yapacaklara kolaylık olmak üzere, kâşgarlı’da ve reşided-din’de geçen oğuz boyları aşağıda ayrı listeler halinde verilmiştir. bilindiği gibi, yazıcı-oğlu ali’nin ve ebû’l-gâzi’nin listeleri esas itibarı reşided-din’den gelmektedir. ancak yazıcıoglu ile reşided-din’in mükemmel bir nüshasını gördüğünden ve aynı zamanda bu konuya vâkıf ve meraklı bir türk olduğu için listesi kaynağına en yakın olanıdır. bu bakımdan onun listesi de aynen yayınlanmıştır.

(faruk sümer, oğuzlar, türk dünyası araştırmaları vakfı yayınları, istanbul 1992, sayfa 163-169)

ANADOLU’DAKİ CEMAATLERİN BAĞLI BULUNDUKLARI OĞUZ BOYLARI

Sıra
Boy
Cemaat sayısı
Hane
Mücerred
1
Avşar
5.406
140.357
43.627
2
Beğdili
1.540
42.738
13.297
3
Kayı
1.707
70.406
13.874
4
Bayad
2.099
59.222
17.333
5
Büğdüz
229
4.358
993
6
Yüreğir
1.261
26.405
9.016
7
Çepni
512
22.128
5.885
8
Çavundur
146
4.432
1.686
9
Yıva
3.782
120.939
30.692
10
Karaevli
44
1.953
1.179
11
Yazır
569
22.049
4.743
12
Dodurga
637
15.926
4.624
13
Karkın
1.480
23.544
6.243
14
Kızık
1.587
19.051
9.314
15
Salur
2.318
69.416
21.578
16
Peçenek
547
14.025
4.271
17
Eymür
2.320
58.805
19.023
18
Bayındır
3.010
88.823
23.899
19
Kınık
1.200
25.601
9.270
20
Yaparlı
181
3.635
1.324
21
Döğer
1.560
40.720
12.784
22
Alayundlu
624
15.829
3.609
23
İğdir
1.182
35.359
11.140
24
Alkaevli
2
19
15
TOPLAM
33.943
925.740
269.419
1
Varsak (Üçoklardan)
1.555
40.252
14.666
2
Barak
195
5.960
1.969
3
Çunkar
494
12.428
5.183
TOPLAM
2.244
58.637
21.818
GENEL TOPLAM
36,187
984.377
291.237
Türkmen ve Yörük Grupları
Yörük ve Türkmen grupları
Cemaat Adedi
Hane Sayısı
Mücerred
Bulundukları Bölgeler
1
Ak Keçilü Yörükleri
187
9.874
2.091
Birecik, Kütahya, Mardin
2
Ak koyunlu Türkmenleri
228
9.070
2.193
Afyon, Bozok, Kütahya, Uşak, Sivas
3
Akçaköy Yörükleri
28
332
159
Saruhan
4
Ali Beğlü Taifesi
73
1.725
528
Adana, Bozok, Tarsus
5
Andırın ve Haruniye Yörükleri
55
1.103
537
Adana, Kars-ı Maraş, Maraş, Özer
6
Arslan Ali Taifesi
22
867
281
Sivas
7
Atçeken Yörükleri
1.911
35.576
5.638
Afyon, Aksaray, Akşehir, Eskişehir, Karaman, Konya, Niğde, Urfa
8
Avşar Taifesi
137
5.006
1.461
Adana, Bozok, Haleb, Kozan, Kütahya, Şark Vilâyeti, Uşak
9
Ayrı Tamlu Taifesi
45
1.441
476
Dulkadır, Kars-ı Maraş, Kozan
10
Balasanlu Taifesi
24
418
174
Malatya, Samsad
11
Bayındır Taifesi
90
2.419
630
Adana, Tarsus
12
Boylanlu Taifesi
12
243
147
Malatya, Samsad
13
Bozca Todurga Taifesi
76
1.975
445
Tarsus
14
Bozdoğan Yörükleri
119
2.909
1.368
Adana, Aksaray, Karaman, Tarsus
15
Bozkırlu Yörükleri
110
2.438
919
Aksaray, Ankara, Karaman, Kırşehir, Konya
16
Bozulus Türkmenleri
708
35.226
7.381
Ankara, Birecik, Bozok, Diyarbekir, Dulkadır, Erzurum, Kilis, Maraş, Sivas, Siverek, Urfa
17
Bulgarlu Taifesi
55
1.253
454
Adana, Karaman
18
Çakallu Taifesi
16
342
180
Besni, Malatya
19
Çokun Taifesi
99
3.448
927
Adana, Özer, Sivas
20
Çömlek Taifesi
14
498
116
Adana
21
Çullıyan Yörükleri
259
8.265
2.313
Aydın
22
Danişmendlü Türkmenleri
379
12.318
444
Adana, Afyon, Aksaray, Ankara, Aydın, Ka­raman, Kayseri, Kırşehir, Maraş, Sivas, Tarsus
23
Dulkadırlı Türkmenleri
1.923
51.534
9.140
Adana, Ankara, Antakya, Antep, Besni, Bire­cik, Bozok, Diyarbekir, Ergani, Kars-ı Maraş, Kayseri, Kozan, Malatya, Maraş, Özer, Sivas, Urfa
24
Dündarlı Yörükleri
196
6.110
1.713
Adana, Aksaray, Karaman, Niğde, Sivas
25
Eğlenlü (Eğlen-oğlu) Taifesi
47
1.203
307
Kars-ı Maraş, Kozan
26
Elbistan Yörükleri
20
419
196
Maraş
27
Ellici Yörükleri
395
5.288
2.085
Adana, Aydın, Bursa, Karesi, Kütahya, Mani­sa, Saruhan
28
Elvanlu (Elvan) Taifesi
120
2.923
633
Tarsus
29
Esenlü-i Eredna (Ertana) Taifesi
156
3.976
1.176
Tarsus
30
Eymir Hanlı Taifesi
15
268
64
Tarsus
31
Gökçelü Taifesi
96
2.456
720
Tarsus
32
Günerli Taifesi
46
1.225
397
Tarsus
33
Haleb Türkmenleri
1.084
45.810
16.787
Adana, Antep, Birecik, Diyarbekir, Halep, Hama, Kilis, Malatya, Maraş, Sivas
34
Haymene Yörükleri
776
19.608
5.531
Aksaray, Ankara, Ereğli, Karaman, Koçhisar, Konya, Niğde, Sivrihisar, Tarsus
35
Horzum Yörükleri
113
5.273
734
Aydın, Denizli, Menteşe, Muğla
36
İçel Türkmenleri
2.392
68.147
28.786
İçel, karaman, Niğde
37
İskender Beğ Yörükleri
47
2.242
171
Menteşe, Muğla
38
İslâmlu Yörükleri
73
1.826
487
Kayseri
39
Kara Keçilü Yörükleri
303
10.768
3.396
Birecik, Konya, Mardin
40
Kara koyunlu Türkmenleri
314
10.673
2.079
Aydın, Bozok, Eskişehir, İzmir, Menteşe
41
Kara Ulus Taifesi
225
1.610
711
Urfa
42
Karacalu (Karacalar) Yörükleri
120
1.590
479
Biga, Bursa
43
Karaçorlu Türkmenleri
33
359
4
Erzurum
44
Karaisalu Taifesi
265
6.257
1.818
Adana, Karaisalu
45
Karı Kışlalu Taifesi
31
2.074
720
Adana
46
Kasaba Yörükleri
118
3.637
627
Ankara
47
Kavurgalu Taifesi
127
2.746
1.056
Adana, Bozok, Kozan, Özer, Sivas, Tarsus
48
Kılcan Yörükleri
139
6.076
756
Kütahya, Konya, Karaman, Hamid
49
Koçhisar Yörükleri
23
509
182
Koçhisar
50
Kosun Yörükleri
418
10.701
3.129
Tarsus (Kosun)
51
Köstere Yörükleri
121
2.657
453
Kayseri
52
Kuştemür Yörükleri
280
6.038
1.567
Konya Eski il, Tarsus
53
Kuzviran Yörükleri
23
1.153
61
Menteşe (Köyceğiz)
54
Maraş Yörükleri
3.464
61.380
28.853
Adana, Adıyaman, Antep, Besni, Birecik, Bozok, Çorum, Kars-ı Maraş, Kilis, Malatya, Maraş, Özer, Sivas, Tarsus
55
Marmaracık Yörükleri
13
181
73
Saruhan
56
Menteşe Yörükleri
37
1.860
108
Menteşe
57
Milli Taifesi
16
989
278
Çemişkezek, Kilis, Mardin
58
Mukataahane Yörükleri
24
266
256
Saruhan, Manisa
59
Oğul Beğlü Taifesi
11
255
74
Özer, Tarsus
60
Orhan Beğlü Taifesi
150
3.283
1.069
Tarsus
61
Pasyan Taifesi
120
3.272
835
Berazi, Diyarbekir, Savur
62
Rum (Anadolu) Yörükleri
18
184
15
Bozok (Yozgat)
63
Saruhan Yörükleri
1.367
8.491
5.516
Saruhan (Ilıca, Gördüs, Güzelhisar, Manisa, Menemen)
64
Savcı Hacılu Taifesi
127
3.415
1.168
Adana, Kozan
65
Sındırgı Yörükleri
34
195
11
Karesi, Sındırgı
66
Sivas Türkmenleri
28
729
271
Sivas, Uşak
67
Sonisa Yörükleri
14
428
242
Niksar, Sivas, Sonisa
68
Söğüd Yörükleri
19
501
196
Biga, Bursa
69
Şam (Şam Bayadı) Yörükleri
95
2.426
316
Bozok, Gedük, Sivas
70
Taceddinlü Taifesi
16
931
223
Ankara, Bacı Kaz.
71
Taşköprü Yörükleri
62
1.542
754
Kastamonu, Taşköprü
72
Teke Türkmenleri
462
18.009
4.626
Antalya (Elmalı, İğdir, Kalkanlu, Karahisar, Kaş, Milli Nah., Muslu Nah.), Aydın (Sart, Sultanhisarı, Tire, Silifke), Maraş, Menteşe, Tarsus
73
Terkemiş Yörükleri
38
1.758
290
Hamid, Gölhisar
74
Toylu Yörükleri
34
1.399
125
Kütahya
75
Turgud Yörükleri
154
4.149
490
Akşehir, Karaman (Turgud, Saidili)
76
Turhal Yörükleri
20
588
209
Tokat, Turhal
77
Ulaş Taifesi
216
5.077
1.597
Adana (Yüreğir), Tarsus, Kosun, Ulaş
78
Ulu Yörük Taifesi
1.437
41.001
23.199
Amasya, Ankara (Ayaş, Beğpazarı), Bozok, Budaközü, Çorum, Eskişehir, Mihaliç, Sivas, Sivrihisar, Sorkun
79
Uluborlu Yörükleri
8
84
Hamid, Uluborlu
80
Yaban Eri Türkmenleri
69
3.081
1.034
Sivas
81
Yahyalu Yörükleri
222
7.736
2.862
Adana (Karaisalu, Sarıçam), Aydın, Bozok (Boğazlıyan), Develi, Karahisar, Kayseri, Niğde, Tarsus, Ürgüb
82
Yakublar Yörükleri
8
99
47
Karesi, Pınarhisar
83
Yeni il Türkmenleri
12
605
17
Sivas
84
Yenişehir Yörükleri
185
3.480
1.237
Aydın (Alaşehir, Arpaz, Birgi, Bozdoğan, İzmir, Sultanhisarı, Tire, Yenişehir), Hamid (Eğirdir), Kütahya (Kula), Menteşe (Tavas), Saruhan (Adala)
85
Yortan Taifesi
55
1.429
254
Bolu (Kıbrıs, Konrapa), Tarsus (Ulaş, Kosun)
86
Yüzdeciyan Yörükleri
335
3.102
2.564
Aksaray, Ankara, Bayburd, Kelkid, Konya, Ereğli, Eski il, Koçhisar, Niğde
87
Yüzdepâre Yörükleri
58
2.876
216
Kırşehir, Çiçekdağı
88
Zakirlü Kabilesi
63
1.567
332
Bozok, Sorkun
89
Zekeriyalu Taifesi
34
860
252
Tarsus, Ceyhan
TOPLAM
23.745
655.800
187.270

EK TABLOLAR KAYNAK: SN. Yusuf HALAÇOĞLU.

ANADOLU COĞRAFYASINDA OĞUZLAR’A AİT YER İSİMLERİ;

A – Umumi Oğuzlara Dair Adlar

1. Aşağı Oğuzdan : Ahlat.

2. Yukarı Oğuzdan       Ahlat.

3. Oğuzar : Çemişgezek.

4. Oğuzlar : Elazığ

5. Oğuz Dağı : Erzincan.

6. Uvezler : Bigadiç.

7. Guz : Kilis.

8. Bozoh : Birecik.

B – Bozoklar

Gün Han Boyları

a) Kayı’lar :

1. Kayı Köyü : Gedves.

2. Kayı Dere : Muğla.

3. Kayı Dere Çayı : Menderes’e akar.

4. Kaylar : Aydın.

5. Kayı : Burdur.

6. Kayı : Isparta.

7. Kayı : Burdur.

8. Kayıklı : Aydın.

9.  Kayık : Sapanca.

10. Kayı : Eskişehir.

11. Kayı Köyü : Domaniç.

12. Kayı Köy : Denizli.

13. Kayı Köy : Fethiye .

14. Kayı : Fethiye .

15. Kaycağız : Kilis.

b) Bayat’lar :

1. Bayat : Siverek.

2. Bayat : Sivas.

3. Ayvaz Bayatı : Doğu Bayezid.

4. Şam Bayatı : Adıyaman.

5. Bayat : Lefke.

6. Bayat : Bilecik.

7. Bayat Bağlar : Günan.

8. Bayat : Sındırgı.

9. Bayat : Balıkesir.

10. Bayat : Soma.

11. Bayat : Elmalı.

12. Bayat : Elmalı.

13. Bayat : Sandıklı.

14. Bayat : Kütahya.

15. Bayatcık : Altıntaş.

16. Bayat : Eskişehir.

c)Alkaevli’ler : Alkaevliler’e ait herhangi bir yer adı bulunamadı.

d)Karaevli’ler :

1. Küçük Karalı : Giresun.

2. Büyük Karalı : Giresun.

3. Karaevli : Burdur.

Ay Han Boyları

a)Yazır, Yazgır’lar :

1. Yazır : Burdur.

2. Yazır : Burdur.

3. Yazır : Denizli.

4. Yazır : Denizli.

b)Döğer’ler :

1. Döğer : Urfa.

2. Döğer : Siverek.

3. Döğer : Sivas.

4. Döğer : Altıntaş.

c) Dodurga’lar :

1. Dodurga : Denizli.

2. Todurga : İnönü.

3. Yeni Todurga : İnönü.

d)Yabirli’ler – Yaparlı’lar; Bu boya ait bir yer adı bulunamadı.

Yıldız Han Boyları

a) Avşar, Afşar’lar :

1. Avşar : Malatya.

2. Ayşarlı : Maraş.

3. Avşar Soba Çimen : Gürün.

4. Avşar : Gürdus.

5. Avşar : Kasba.

6. Avşar : Aydın.

7. Afşar : Elmalı.

8. Çam Avşarı : Günan.

9. Koca Afşar : Balya.

10. Afşar : Alaşehir.

11. Afşar : Kütahya.

12. Kanlı Havşar : Birecik.

b)Kırık,Cerikli’kler :

1. Cirik : Adana.

2. Ak Kırık : Ordu.

3. Kayık : Van.

4. Kırıkhan : Hatay.

5. Kırak : Karapınar.

6. Kırıklar : Aydın.

7. Kırık : Aydın.

8. Yukarı Kırıklar : Soma.

9. Kırıklar : Uluborlu.

c)Beğdili’ler :

1. Beğdili : Sivas.

2. Beğdili : Birecik.

d) Karkın’lar :

1. Kargın : Sivas.

2. Karkın : Şereflikoçhisar

3. Büyük Karkın : Kilis.

4. Küçük Karkın :   Kilis.

5. Kargın Aşıklar : Simav.

6. Kargın : Karapınar.

7. Kargın : Elmalı.

8. Kargın : Bigadiç.

9. Kargın : Sandıklı.

10. Kargın : Eskişehir.

11. Kargın Köy : Denizli..

12. Kargın : Kandıra.

13. Aşağı Karnik : Hozat.

14. Yukarı Karnik :   Hozat.

e)Kızıklar:

-kızık: Manyas.

-cumalıkızık: Bursa.

-fidyekızık: Bursa.

-değirmenlikızık: Bursa.

-derekızık: Bursa.

-hamamlıkızık: Bursa.

-kızık: Bolu.

-kızık: Sandıklı

-kızık: Gümüşhacıköy

-kızık: Ankara

-kızık: Kızılcahamam.

-kızık: Andırın.

-kızık: Karaman.

-kızık: Develi.

-kızık: Kayseri.

-kızık: Kütahya.

-kızık: Arguvan.

-kızık: Zara

-kızık: Ovacık.

-kızık: Tokat.

C – ÜÇOKLAR
Gök Han Boyları

a) Bayındır’lar :

1. Bayındır : Karlıova.

2. Bayundur : Giresun.

3. Bayındır : Keban.

4. Bayındır : Malatya.

5. Bayındır : Tutak.

6. Bayındır : Ödemiş.

7. Bayındır : Elmalı.

8. Bayındır : Balya.

9 Bayındır : Burdur.

10. Bayındır : Burdur.

11. Bayındır : Elmalı.

12. Bayındır Bahçeleri : Elmalı.

13. Aşağı Bayındır : Elmalı.

14. Yukarı Bayındır :   Elmalı.

15. Oh Bayındırı : Balıkesir.

16. Bayındır : Mustafakemalpaşa.

b)Peçene, Peçenek’ler :

1. Bacanak : Fatsa.

2. Paçınık Hanı : Elbistan.

c)Çavuldur’lar :

d)Çepni’ler :

1. Çepni : Karapınar.

2. Çepni Tepeköy : Karapınar.

3. Çepni : Söke.

4. Çepni : Bandırma.

5. Çepni : İzmit.

6. Ciniler : Balya.

7. Çepni : Sandıklı.

8. Çepni : Altıntaş.

9. Yörük Çepni : İnönü.

10. Çerkes Çepni : İnönü.

Dağ Han Köyleri

a)Salurlar’lar :

1. Salur : Elmalı.

2. Salur : Bandırma.

3. Salur : Sandıklı.

4. Salarot : Of.

1. Karamanlı : Fatsa.

2. Karamanlı : Ünye.

3. Karamanlı : Ünye.

4. Karaman Köyü : Divriği.

5. Karamanlı Köyü : Elbistan.

6. Karamanca : Gediz.

7. Karamanlı : Aydın.

8. Karamanlı : Burdur.

9. Aşağı Karaman : Elmalı.

10. Yukarı Karaman :   Elmalı.

11. Karaman Köyü : Balıkesir.

12. Karaman : İnegöl.

13. Karamanlı : Sandıklı.

14. Karaman : Şile.

15. Karamanlı : Kandıra.

16. Karaman : Denizli.

17. Karaman : Fethiye.
c)Eymür’ler :

1. Eymür : Kelkit.

2. Emürler : Simav.

3. Emirli : Simav.

4. Emir : Nazilli.

5. Umur Köy : Aydın.

6. Yukarı Emir : Burdur.

7. Aşağı Emir :    Burdur.

8. Umur Bey : Gemlik.

9. Emirler : Elmalı.

10. Umur Bey : Geyve.

11. Emirler : Osmaneli.

12. Umurlar : Gönen.

13. Emirler : Kırkağaç.

14. Umur İli : Susurluk.

15. Emirler : Balıkesir.

16. Umurlar : Mustafakemalpaşa.

17. Umur : Alaşehir.

18. İmir : Afyonkarahisar.

19. Eymir : Bilecik.

20. Emir Köy : Denizli.

21. Emirdağ: Afyon.

22. Eymir: Hafik.

d)Alayundlu’lar :

1. Alayund : Kütahya.

2. Alayonlar : Sandıklı.

20. Örger’ler :

Deniz Han Köyleri

a)İğdir-Yiğdir’ler :

1. İğdir : Eskişehir.

2. İydir : Burdur.

3. İğdir : Aşkale.

4. İğdir: Gürsu.

5-Iğdır: Iğdır.

b)Büğdüz’ler :

1. Buduz : Burdur.

c)Yiva-Ava’lar :

1. Ayvalı : İnönü.

2. Ayvacık : Gediz.

3. Ayvalı : Sandıklı.

4. Ayveli : Seyitgazi.

5. Ayvacık : Eskişehir.

6. Ayvalık : Harput.

7. Şeytan Ava : Van.

8. Şeytan Ava : Malazgirt.

9. Şenlik Ava : Erciş.

10. Ayvacık: Çanakkale.

d)Kınık’lar :

1. Kınıhlar : Kelkit.

2. Kınık : Şarki Karahisar.

3. Baş Kınık : Malatya.

4. Tat Kınık : Malatya.

5. Kınık : Birecik.

6. Kınık : Adıyaman.

7. Kınık Nahiyesi : Adıyaman.

8. Kınık : Sivas.

9. Kınık : Isparta.

10. Kınık : İznik.

11. Kınık : Balya.

12. Kınık : İnönü.

13. Küçük Kınık : İnönü.

14. Kınık : Bilecik.

15. Gınık : Fethiye.

16. Kınık: İnegöl.

D – MUAHHAR OĞUZ ZÜMRELERİNE AİT ADLAR;

1. Karakoç : Diyarbekir’in 15 kilometre cenubunda.

2. Karakoç : İspir’in 30 kilometre cenub-ı garbisinde.

3. Kaçar : Harput’un 30 kilometre şarkında.

4. Aşağı Kaçar :

5. Yukarı Kaçar :    Hozan’ın 25 kilometre kadar şark-ı cenubisinde.

6. Karakoç : Kiğı’nın 30 kilometre şark-ı cenubisinde.

7. Kara Koyun : Siverek’in 14 kilometre cenub-ı şarkisinde.

8. Kara Koyunlu : Fatsa’nın 30 kilometre cenub-ı garbisinde.

9. Koyunlu : Terme’nin 10 kilometre garbında.

10. Akça Koyunlu : Adana’nın 50 kilometre şarkında.

11. Akça Koyunlu : Adana’nın 50 kilometre şarkında.

12. Akça Koyunlu : Maraş-Ayıntap yolu üzerinde ve Ayıntap’ın 40 kilometre cenub-ı şarkisinde.

13. Akça Koyunlu : Bağça’nın10 14 kilometre şimal-i garbisinde. (Buradaki 4 tane Akçakoyunlu Akkoyunlu demektir. Türk şivelerinden birinin  hususiyetidir. Dede Korkut kitabında görülen “Akçasakallı” nasıl  Ak sakallı demek ise buradaki Akçakoyunlu da Akkoyunlu  demektir.)

14. Ak Koyunlu : Tire’nin 10 kilometre şimal-i garbisinde.

15. Ak Koyunlu : Burdur’un 30 kilometre şimal-i garbisinde.

16. Gök Oğlan : Erciş’in 30 kilometre şimal-i garbisinde.

E – OĞUZLAR’A AİDİYETİ MUHTEMEL ADLAR;

(Ebul Gazi’nin kitabında Oğuz’un 24 meşru torunundan başka 24 tane gayr-ı meşru torunu olduğu zikrolunmaktadır. Bunlardan biri de Güna’dır. Biz Anadolu’da bu ada benzeyen 4 köy bulduk. Fikir beyanını erbabına bırakarak zikrediyoruz.)

1. Kızıl Güna : Aydın’ın 29 kilometre cenub-ı şarkisinde.

2. Günay : Alaşehir’in 30 kilometre şimal-i şarkisinde.

3. Günay : Nazilli’nin 27 kilometre cenub-ı garbisinde.

4. Günayı : Alaşehir’in 60 kilometre cenub-ı şarkisinde.

2. OĞUZLARLA İLİŞKİLİ TÜRK ADLARI

1. Türkelli (Türk ili) : Trabzon vilâyeti Vakfıkebir’in 14 kilometre garbında sahilden 4-5 kilometre içeride

2. Türkelli (Türk ili) : Menemen’in 9 kilometre şimalinde.

3. Türkmenli : Gümüşhane’nin 5 kilometre şimalinde.

4. Türkân : Diyarbekir’in 20 kilometre kadar şimal-i garbisinde. (Türkan Farisi kaidesiyle Türk’ün cem’i olacak. Yukarıda Oğuzan geçti.)

5. Türkmen Hacı : Diyarbekir’in 30 kilometre ve Dicle nehrinin 5 kilometre cenubunda. (Bu köyün 5 kilometre cenubunda Kürt Hacı Köyü vardır.)

6. Türkiyân : Çölik’in 30 kilometre garbında.

7. Harâbe Türkân : Diyarbekir-Urfa yolu üzerinde ve Urfanın 25 kilometre cenub-ı garbisinde.

8. Türkebâr  Nehri (Türkevâr) : Rusya’nın 5 kilometre şimalinde. Rumiye’ye akar.

9. Türkmân Yaruh : Kilis’in şark-i cenubisinde Nusaybin demiryolunun 5 kilometre şimalinde. (Yaruk : ışık, nur demektir.)

10. Türkân Celâli : Bayezid’in 15 kilometre şimal-i şarkisinde. Eğridağ eteğinde.

11. Türkmân : Bayezid’in 20 kilometre garbisinde.

12. Türkmen : Malatya’nın 60 kilometre  şimal-i garbisinde.

13. Türk Tomarası : Reşadiye’nin 23 kilometre cenub-ı garbisinde.

14. Türk Köyü : Mesudiye’nin 10 kilometre cenub-ı garbisinde.

15. Türk ili : Karadeniz sahilinde Görele’nin 3 kilometre şimalinde.

16. Türkmen Viran : Birecik’in 40 kilometre şimal-i şarkisinde.

17. Türkman Oğlu : Salihli’nin 14 kilometre şarkında.

18. Türkmen Köyü : Bergama’nın 42 kilometre cenubunda.

19. Türkmân : Bilecik’in 36 kilometre şarkında.

20. Türkmen Çiftliği : Bolayır’ın 41 kilometre şimal-i garbisinde.

21. Türkmenler : Çanakkale’nin 14 kilometre şarkında.

22. Türkmenler : Bayramiç’in 7 kilometre şimal-i garbisinde.

23. Türkmenli : Bayramiç’in 13 kilometre garbında.

24. Türkmenler : Bayramiç’in 28 kilometre cenubunda.

25. Türkmen Köyü : Edremit’in 3 kilometre şarkında.

26. Türkmenler : Fethiye (Mekri)’nin 30 kilometre cenub-ı şarkisinde.

Bunların dışında Anadolu’da, bu Oğuz Boylarına bağlı aşiret ve oymak isimlerini de taşıyan yüzlerce yerleşim yeri daha mevcuttur.

ANKARA…

Türk yurdu Anadolu’nun göbeğinde, ismini Saka Türkleri’nin pek bilinen bir destanından alan bir kent var. Üstelik bu kentimiz Türkiye Cumhuriyetine, Türk Yurduna, Türk vatanına başkentlik yapmakta.

ANKARA…

Baykal ile Angara adlı Kazak efsanesine göre;

Bütün Sibirya’ya hükmeden Baykal adlı bir bey vardır.
Baykal’ın Zarlık adlı kızı, dünyada eşi benzeri olmayan Angara adlı yiğide âşık olur. Bu sırrı sezen Baykal’la Angara’nın arası açılır. Baykal, önce kızı Zarlık’ı öldürmeye karar verir. O, korkusundan dağa çıkıp gitmiş ve o dağa onun adı verilmiş.

Angara ise korkmamış ama karşı da gelmemiş.

Yönünü kuzeye çevirip çekip gitmiş. Baykal ise yaptığından pişman olup yere yüzüstü yatmış ve kaygısından, gücünden yer oyulup, dipsiz, derin bir göle çevrilmiş.

Oradan çıkan su, Angara’nın izinden gidip aka aka büyük bir nehre çevrilmiş (Kazak).

İşte, Sakaların ilgi çekici bir mirası da Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara ve Ankara isminin kaynağıdır.

Yakutistan’da da Angara isimli bir şehir bulunmakta olup, tıpkı Ankara gibi tiftik keçisiyle meşhurdur.

Bu ve diğer örneklerde de görüldüğü üzre, Anadolu aslında tarihin çok çok eski zamanlarından beri bir Türk yurdudur.
Bakmayın siz şehirlerimizin eski Yunan isimlerine.
O isimlerin de kaynağı, Yunan medeniyetinin de kaynağı aslında Ön Türklerdi…

Bir Türkmen Katili; İDRİS-İ BİTLİSİ…

Bugün Güneydoğu ve Doğu Anadoluda Sünni Kürt nüfusun varlığının sebebi olan Türk düşmanı iblistir, İdris-i Bitlisi…

Bölgede hüküm süren Akkoyunlu ve Safevilerin Türk dilinin yöreye hakim olmasından rahatsızlık duyan Kürt mollası İdris-İ Bitlisi; Osmanlılar ile işbirliği yaparak Türkmenler’den intikam alır.

Yavuz Selim’e kadar Doğu Anadolu’da Türkmen hakimiyeti vardır. Yavuz ise, Şafi mezhebinden Nakşibendi tarikatından Kürt mollası şeyh İdris-i Bitlisi’nin önerisi ve planlamasıyla doğu ve güney Anadolu’da Türkmenler katledilmişler, kurtulanlar ise Azerbaycan’a kaçmışlardır. Türkmenlerin hakim oldukları idari beylikler ve toprakları, Yavuz’un imzaladığı boş fermanları, İdris-i Bitlisi doldurarak kürt aşiret reisine ve ağalarına vermiştir. böylelikle bugünkü doğudaki feodalizmin temelleri atılmıştır.


İdrîs-i Bitlîsi “selim şah-name” adlı eserinde; başta Diyarbekir olmak üzere Kürtistan memleketinde “Kürt beyleri ve Kürt taifesinin mülk, millet, mezhep ve irsi bağlarının” nasıl güçlendirdiğini anlatırken, şehir ve yöre adlarını tek tek vererek kızılbaş türkmenleri de nasıl katlettiklerini “Allah’ın ve padişah’ın yanında olan bir molla olarak” zevkle ve kana susamış bir vampir edasıyla anlatmaktadır.
Kürtler “dirlik ve birliklerini” İdrîs-i Bitlîsi’ye borçluyken, Türkler ise, Yavuz Selim ile İdrîs-i Bitlîsi’nin yaptıklarını lanetle anmaya devam edeceklerdir.

Büyük bir Türk katili olan İdrîs-i Bitlisi’nin bütün eserlerini türkmen tarihi açısından “Türklük bilincine sahip bir tarihcimiz” tarafından incelenip gerçek anlamda “anadolu türk tarihi”nin bir kesitini ayakları üstüne oturtulması gereklidir.
Yunan mezalimini ağızlarında sakız eden bazı “Türk milliyetçi yazarları” Yavuz ve İdris-i Bitlisi’nin Türk katliamlarını görmezlikten gelmektedirler.

Yavuz dönemimde Osmanlı yönetiminde görev alan İdris Bitlisi ve bıyıklı mehmet paşa ile Kürt aşiret ağaları’nın durumları için; bugün Kürt gruplarından komkar belgeli olarak şöyle demektedir ki çok ilginçtir:

“1535’ler de böyle bir icazet vererek, beylik topraklarının bölünmesini kolaylaştırmıştır. Kanuni Sultan Süleyman fermannamesinde aynen şöyle diyor:

-bey öldüğünde, eyaleti kaldırmayıp bütün hududu ile mülkname’yi humayun uyarınca oğlu bir ise, o’na kalacak, eğer müteadit ise, istekleri üzerine kale ve yerleri, aralarında paylaşacaklardır. uzlaşmazlarsa, kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar ve mülkiyet yoluyla bunlara ebediyete kadar ila ebeddevran mutaarrıf olacaklardır. eğer bey, varissiz, akrabasız ölmüş ise, o zaman eyaleti, hariçten ve yabancılardan hiç kimseye verilmiyecek, kürdistan beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse, ona tevcih edilecektir. (hükmi şerif, topkapı sarayı müzesi arşivi, e. 11960 sayı-istanbul)

Kürt-Osmanlı andlaşması’nın mimarı Mevlana İdris’tir. bu anlaşmayı kabul eden ve gerekli bulan Yavuz Sultan Selim’dir. Sultan Selim, Mevlana İdris’e;

“-git kürdistan beylerini ve emirlerini topla, kendi aralarında bir beylerbeyi seçsinler”

demişti.
Mevlana İdris ise, Kürt beylerini çok iyi tanıdığı için kestirmeden bir beylerbeyi sultan’dan istemiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa’yı tavsiye ederek bu işi noktalamış idi.

Diyarbakırlı bir Kürt olan Bıyıklı Mehmed Paşa’da çok erken gitti ve bundan sonra Kürdistan eyaleti başkenti’ne Mekadonlu komutanlar gelmeye başladı.kanuni sultan süleyman, bilerek veya bilmiyerek 1533-34’lerde, Bitlis’i Şeref Han’dan alıp, bir fermanla ulame tekelu‘ya veriyor. Direnen Bitlis Beyi’nin üstüne, Diyarbekir Beylerbeyi ve kuvvetleri ile bütün kürdistan beylerinin kuvvetlerini de katıyor ve ulame’yi başkomutan olarak atıyor.
Aynı sultan, 1535’ler de Bağdat seferini yaptıktan sonra Kürtleri tanımaya başlıyor veya bunlarsız bir şey yapamıyacağını anlayarak, babasının Amasya’da imzaladığı anlaşmaya yukarda verdiğim arşiv numaralı hükm-i şerif-i yayınlıyor. Neticeye baktığımızda, Kürdistan hükümdarları, çoğunlukla topraklarını bölmemiş ve statülerini 1850’lere kadar getirmişlerdir.”

Aynı gurubun siyasi örgütünün başı Alevi kökenli Kemal Burkay ve Munzur Çem gibileri; bu iki Osmanlı Kürtünün, Alevileri katletmesini görmezlikten gelerek, Alevi tarihini yok sayarak “öteki tarih” dedikleri uydurma bir “Kürt Tarihi” yaratmaya çalışıyorlar. Tunceli Ovacık’ta “üçlü kürt ittifakı” olan: Bıyıklı Mehmet Paşa, İdris Bitlisi ve Palu Beyi Cemşid’in; on binlerce kızılbaşı kesmesine; aynı bölgenin adamları Kürtlük ideolojileri adına ses çıkarmamaktadırlar.

Yavuz Selim’in önce Erzincan valiliğine atadığı, sonradan da bütün doğu ve güney doğuya bakmak kaydı ile Diyarbakır eyaletine getirdiği Dıyarbakırlı Kürt Bıyıklı Mehmet Paşa ve danışmanı Bitlisli Molla İdris, bütün bölgeyi Türkler’den temizlerler ve yüz bin Kızılbaş Türk’ü katlederler.
Bölgeden kaçamayan Türkler de kendilerini kürt olduklarını söyleyerek kalırlar,(bu gün güneydoğuda varlığını sürdüren Karakeçili Aşireti Kayı boyunu oluşturan 5 aşiretten biri olmasına rağmen Kürtleşmiş ve kendini Kürt olarak tanımlar olmuştur.) baskılar sonucu da gerçekten Kürtleşirler.

Doğu sınırlarını Türklere kapatan Yavuz; korumalığını da kürt aşiretlerine bırakır. 1517’de Yavuz Selim’in Mısır’ı alması ve 74.ncü islâm halifesi olması ile Sünnilik resmi ideoloji haline gelir ve İslâmi devlet kimliği oluşur.
Bu tarihten sonra Araplar, Osmanlı Devleti’nin yaşamı boyunca diğer halklardan üstün ve gözde konumlarına devam ederler. Türk ulusal kimliği, bozkırdaki Türkmenlerde yaşar ve ozanları Türkçe’yi geliştirir. Osmanlı sarayı ise giderek soysuzlaşır ve yapay “osmanlıca” denen yazı dili hakim olur.
Bu nedenle Prof.dr. Faruk Sümer, Safaviler için, “Osmanlılar’dan daha fazla türktür” demektedir.

Kanuni Sultan Süleyman dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede olduğu bir zamandır. Ama Türkler açısından bir şey değişmez.
Yine bu dönemde zülüm, şiddet ve katliamlar devam eder. Kürt kökenli ebussuud efendi’nin şeyhülislâm olmasıyla ve 30 yılda verdiği fetvalarla “Osmanlı toplum yaşamını” belirler ve Kızılbaş Türkmen katliamı, “sünni şeriatı”na göre meşruluk kazandırır.
Yedi kızılbaş öldürene “cennetin anahtarı” verilir.
Bugün sünni din adamları tarafından huşu ile anılarak “evliya mertebesi”ne çıkarılan Ebussuud Efendi, Türk katliamcısı, yobaz, lanet okunacak bir zalim ve cellattan bir kişiden başka birşey değildir.

Hırvat kökenli ve Nakşibendi tarikatından kuyucu murat paşa sadrazam olduktan hemen sonra Anadolu’da geniş çaplı Alevi katliamı harekatı başlatır.
155 bin Alevi Türkmeni diri diri kazdırdığı kuyulara gömdürür. Aman dileyen insanlara Kuyucu Murat Paşa’nın yanıtı; “vurun şu pis türkün başını” olmuştur.
Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat Paşa üç yıl terör estirir.

köprülü mehmet paşa (1656-1661) Celali ayaklanmaları bastırmak ve eşkıya tedibi adı altında, Anadolu Türkmenlerini kırımdan geçirmiş sağ kalanlara da zülüm yapmıştır. Osmanlı vak’a-nüvisleri naima ve hoca sadettin efendi gibileri; kitaplarında katliamları ballandıra ballandıra anlatmaktalar ve Türkler için; “nadan” yani “kaba türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk” (bkz: etrak ı b idrak) ifadesini kullanmaktadır.
Başka kitaplarda ise; “türk iti şehre gelince farisice ürür” yazmaktadır.
Osmanlının ünlü şairi Nef’i ise “tanrı türk e irfan çeşmesini yasaklamıştır“demektedir.

Divan-ı hümayun yazarlarından hafız ahmet çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde Türk’e ve Türklüğe şu şekilde saldırmaktan geri kalmamıştır;

–ALINTI–
Sakın Türk’ü insan sanma
Bir an bile olsa Türk’le birlikte olma
Türk eline şeker alsa o şeker zehir olur.
Türk’ün başını kesenken sakın gam yeme
Baban da olsa Türk’ü öldür.
–ALINTI–

 

Geçtiğimiz aylarda meclis’e önerge verip İstanbul’un en mutena yerlerinden biri olan Piyer Loti tepesinin adının İdris-i Bitlisi tepesi olarak değiştirilmesini öne süren akp’nin Bitlis’li Kürt milletvekili Vahit Kiler’de sanırım İdris-i Bitlisi’nin böyle bir azılı Türk düşmanı olmasından gurur duyuyordur.

İşte Türk evladı uyursa, Kürt gelir, İstanbul’un en nadide yerine bir Türk düşmanı’nın ismini koymayı düşünür ve hatta teklif eder.

Uyuma Türk evladı…Düşmanını bil…

Düşmanın kardeş olamaz.

Görsel

OLMASAYDIN, OLMAZDIK…

KÜRTLEŞMİŞ TÜRK BOYLARI…(Kürtleşen Türkler)

yüzyıllar içerisinde çeşitli siyasi gelişmelerin sebebiyet verdiği sosyal döngüdür.

kürtleşen türklere en önemli örnek karakeçili aşireti‘dir.

kayı boyuna mensup ve osmanlı hanedanı’nın da mensubu olduğu bu aşiretin güneydoğu anadolu’da yerleşen kolu yüzyıllar içerisinde kürtleşmiş, kürt topluluğu olarak anılır olmuştur.

bu siyasal sebeplerin en önemlisi safevi-osmanlı çekişmesidir. yani bir yerde şii türk-sünni türk çatışmasıdır ki bugün neredeyse tamamı türkmenlerden müteşekkil doğu anadolu alevilerinin “kürt alevi” olarak anılmasının ana sebebidir.

şii oldukları için osmanlı tarafından dışlanan, soykırıma ve katliamlara maruz bırakılan türkmenler, devşirme sistemi ile yönetilen türk(!) osmanlı tarafından sırf mezhepsel kavgadan ötürü türk olarak kabul görmemiş ve zaman içerisinde üst kimliklerinde değişkenlikler göstererek kürtleşmişlerdir.
işte bugün kürt alevisi dediğimiz unsurlar bu öz be öz türkmen kandaşlarımızdır.
(bkz: hem kürt hem alevi olmak/#11560000)
(bkz: safeviler/#17319027)
(bkz: kızılbaş/#17247534)

safevi lideri şah ismail, doğu anadolu’da yaşayan türkmen beylerine, safevilere bağlı kalmaları koşulu ile, yaşadıkları bölgelerin kontrolünü vermeyi vaad etmiştir.
oysa osmanlı devleti fatih sultan mehmet yönetimi döneminden başlayarak türkmenlerin başına enderun mektebinden yetişen yöneticileri atamışdır.
ayrıca osmanlı devleti yıkılana değin türkmenleri göçebelikten vazgeçmeye ve toprağa yerleşmeye zorlamıştır. buna karşılık osmanlılar kürtleri bu uygulamanın dışında tutmuştur. üstelik osmanlı devleti, kürt aşiret beylerine toprakta tapu hakkı vermiş, ancak aynı hakkı türkmen aşiret beylerine tanımamıştır.
ayrıca, osmanlı devletinin hanefi türkmenlere yaptığı zorlamalar alevi türkmenler üzerinde daha şiddetli biçimde gerçekleşmiştir. bu çerçevede alevi türkmenlerin bir kısmı da kürtleşmiş ve buna karşılık mezheplerini korumuşlardır.
bu da türk aşiretlerinin, doğu ve güneydoğu anadolu’daki türkmenlerin zaman içerisinde kürtleşmelerinde en önemli etmenlerden biri olmuştur.

osmanlıda, bir çok aşiret arşiv kayıtlarında türkmen ekradı (türkmen kürtleri) diye bir şeye rastlanmaktır.
16. yy’da “türkmen” olarak adı geçen bir çok aşiret günümüzde “kürt” olarak karşımıza çıkmaktadır.

kürtleşmiş türk aşiret ve topluluklarından bazıları şunlardır;
(bkz: karakeçili aşireti)
(bkz: avşarlar)
(bkz: begdili aşireti)
(bkz: hınıslu aşireti)
(bkz: küresinliler)
(bkz: lekler)
(bkz: batıkan aşireti)
(bkz: herkiler)
(bkz: kılıçlı aşireti)
(bkz: kürdili aşireti)
(bkz: mukriler)
(bkz: türkan aşireti)
(bkz: şadıllı aşireti)
(bkz: çapanoğlu aşireti)
(bkz: ertuşiler)
(bkz: rişvan aşireti)
(bkz: brukan aşireti)
(bkz: babat aşireti)
(bkz: dersimli aşireti)
(bkz: karaçoban aşireti)
(bkz: tanas aşireti)
(bkz: izzeddinliler aşireti)
(bkz: hörmekli aşireti)
(bkz: karaballı aşireti)
(bkz: pınarlı aşireti)
(bkz: kubatlı aşireti)
(bkz: deli budak oymağı)
(bkz: kara güne aşireti)
(bkz: şeyhbizin aşireti)
(bkz: aygut oymağı)
(bkz: çemişgezeklü aşireti)
(bkz: kureyşan aşireti)
(bkz: beskan aşireti)
(bkz: badıllı aşireti)
(bkz: milli aşireti)
(bkz: modanlı aşireti)
(bkz: burukan aşireti)
(bkz: şavak aşireti)
(bkz: abbasan aşireti)
(bkz: ağuçan aşireti)
(bkz: kırgan aşireti)
(bkz: zerikan aşireti)

şimdi haklı olarak şunu diyeceksiniz?
“madem bu aşiretlerin hepsi türkmen, bu kürtlük nereden geliyor?”

onun cevabını da şurada bulmanız mümkün;
(bkz: idris i bitlisi/#17320962)

SAFEVİLER…

Halkı Türk, idarecisi Türk, askeri Türk olan, lakin Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 devlet içinde kendine yer bulamayan Türk-Türkmen-Oğuz devletidir Safeviler…

Safevi sülalesi, dini-tasavvufi bir akımın, bir cemaatin şeyhleri olarak, şeyh safiyüddin ile ortaya çıkarlar ve geniş bir coğrafyada taraftar bulurlar. şeyh safiyüddin, müridi olduğu ve aynı zamanda da kayınpederi olan şeyh zahid gilani‘nin ölümünden sonra o’nun halefi olarak erdebil‘de şeyhlik makamına oturur.
Sufilik akidelerine dayanan tarikat bu dönemde horasan, azerbaycan, anadolu, suriye, ırak ve iran’da geniş kitleleri etkiler.

 (Şeyh Safiyüddin Türbesi-Erdebil)

Şeyh safiyüddin’in ölümünden sonra oğlu şeyh sadreddin, sonra torunu hoca ali ve ondan sonra da şeyh ibrahim zamanında erdebil dergahının müritleri daha da çoğalır, anadolu ve rumeli türkmenleri arasında öğretileri benimsenir. bu dergahın bu denli etkin olması bursa’daki osmanlı sarayına da ulaşır ve osmanlı devleti, erdebil dergahına her sene “cerağ akçesi” adı altında bağışlar göndermeye başlar. (cerağ akçesi, yavuz sultan selim dönemine kadar gönderilmiş, ondan sonra kesilmiştir.)

Büyük türk hakanı emir timur anadolu’dan dönüşünde erdebil’de şeyh hoca ali’yi ziyaret etmiş, şeyh timur’un üzerinde büyük etki bırakmış, hatta timur şeyhin isteği ile anadolu’dan esir ettiği 3000 türkmeni serbest bırakmış, erdebil arazisi ve havalisinin gelirlerini de erdebil dergahına vakfetmiştir.
(bu olay ile ilgili resmi evraklar 200 sene sonra şah abbas’ın ordusundaki askerler tarafından özbekistan’da bulunmuştur)

İşte Emir Timur’un Şeyh Hoca Ali’nin tavsiye ve isteği ile serbest bıraktığı bu Türkmenler Anadolu’nun dört bir yanında bu Erdebil Dergahının gönüllü propagandasını yapmışlar, Anadolu Türkmenleri, türk aşiret, boy ve oymakları kitleler halinde Erdebil’e varıp bu dergaha biat etmeye başlamışlardır.

şeyh cüneyd;
Safevilerin ilk şii şeyhidir. amcası Şeyh Cafer ile post mücadelesi vermiş, Anadolu Türkmenleri’nin desteği ile Erdebil postuna oturmuştur. Bu dönemden önce sünni-şafi olan erdebil dergahi, şii olan Anadolu Türkmenlerinin etkisi ve Şeyh Cüneyd’in de şiiliği seçmesi sebebiyle artık şii bir tarikata dönüşmüş olur. Şeyh Cüneyd’in Anadolu’ya gelişi ve buradaki Türkmenler ile etkileşiminden aşıkpaşazade tarihi‘nde detaylı olarak bahsedilir.
Buna göre Şeyh Cüneyd bir derviş heyetini sultan 2. Murad Han’a gönderir ve post sermek için hünkardan kurt beli‘ni ister. Sultan Murad hem gelen dervişlere hediyeler ve altın verir hem de Şeyh Cüneyd’e 200 duka altın göndererek; “bir tahtta iki padişah olmaz” diyerek Cüneyd’in bu teklifini nazikçe reddeder. bundan sonra Cüneyd, Osmanlı diyarını terk ederek Karaman’a gider.
şah ismail‘in dedesi olan Şeyh Cüneyd, Oğuz boyları arasında “oğul mu önce gelir, yoksa sahabeler mi?” diyerek propaganda yapmaya başlar. buradaki oğul kelimesi; Oğuz boyları, Oğuz Han’ın çocukları yani Türkmen aşiretleri, sahabe kelimesi ise; Osmanlı’nın devşirme sisteminden yetişen devlet görevlileridir. Şeyh Cüneyd bu propaganda ile Osmanlı’nın kendi köklerini terk ettiğini, devşirme sistemi ile kozmopolit bir yapıya kavuşup, bir Türk devleti olmaktan çıktığını vurgulamaktadır.
Cüneyd Karaman ülkesinden sonra teke eli‘ne gider, burada Varsak Türkmenleri arasında fikirlerini yayar daha sonra ise sırasıyla taş eli(İçel) ve daha sonra Halep üzerinden Memlük Ülkesine gider. Amanos dağlarında bir haçlı kalesine yerleşir, burayı tamir ederek kendine yönetim merkezi haline getirir. bu sayede hemen Anadolu’nun yanıbaşında Türkmen nüfusun çoğunlukta olduğu bu bölgede faaliyetlerine devam eder ve Urfa, Antep, Kilis, İçel, Antakya, Halep ve Humus Türkmen beyleri ile sürekli temaslarda bulunur.
(Aşikpaşazade tarihi’nde Simavna kadısı Şeyh Bedreddin’in de bu dönemde adamlarıyla birlikte gelerek Şeyh Cüneyd’e katıldığından bahsedilir)
Lakin burada din adamlarının Memluk sultanına şikayeti üzerine Şeyh Cüneyd burayı da terk etmek zorunda kalır ve Çepni Türkmenlerinin yoğun olduğu Samsun-Canik bölgesine hicret eder. burada zayıf durumdaki Pontus İmparatorluğunu yıkarak bunun yerine bir Türk devleti kurmak ister ve bu amaçla Trabzon’u kuşatır. Lakin Pontus Devleti antlaşma gereğince Fatih Sultan Mehmed’e bağlı ve onun koruması altında olduğu için, Fatih, Amasya valisi Hızır Paşa’yı Şeyh Cüneyd’in üzerine gönderir. bunun üzerine Şeyh Cüneyd Trabzon’u muhasaradan vaz geçer ve güney’e yönelerek Akkoyunlu topraklarına sığınır ve uzun hasan ile buluşur.
Uzun Hasan, Şeyh Cüneyd’i sevgi ve muhabbet ile karşılar ve ağırlar. Zira Karakoyunlular ile mücadele içerisinde olan Hasan, Türkmenlerin desteğini almak istemektedir ve Türkmenler de Şeyh Cüneyd’e muhabbet ile bağlıdır.
ayrıca Şeyh Cüneyd’in Erdebil Dergahı için post mücadelesi verdiği amcası Şeyh Cafer Karakoyunlular tarafından desteklenmektedir.
Böylece Şeyh Cüneyd- Akkoyunlu, Şeyh Cafer-Karakoyunlu ittifakı mücadelesi başlar.
Bu esnada Şeyh Cüneyd, Uzun Hasan’ın kız kardeşi hatice begim(Begüm) ile evlenir ve bu ittifak siyasi bir boyut kazanır.
Şeyh Cüneyd, Uzun Hasan’ın yanıda önemli bir Türkmen ordusu toplar, bunlara ganimet elde etmek için hristiyan Kafkas diyarına cihat düzenler. Lakin bu bölgede bulunan ve Şeyh Cafer’i destekleyen Şirvanşahlar, Cüneyd ve askerlerini arkadan vurur, iki ateş arasında kalan Şeyh Cüneyd geri çekilirken yolda girdiği çatışma sırasında öldürülür…

şeyh haydar;
Babası Şeyh Cüneyd öldüğünde henüz bebek olan Şeyh Haydar, Şeyh Cüneyd’e bağlı Türkmenler tarafından yeni şeyh ilan edilir. Haydar 9 yaşına kadar dayısı Uzun Hasan’ın yanında eğitim alır ve yetişir. Uzun Hasan Türkmenlerin de desteğiyle Karakoyunluları mağlup eder ve Erdebil’i alır, Şeyh Haydar’ı Erdebil postuna oturtur. lakin tepkilerden çekindiği için Şeyh Cafer’i kovmaz ve o’nu da Şeyh Haydar’a kayyum olarak atar. Şeyh Cafer’in ölümünden sonra ise artık Erdebil postunun tek sahibi olur. Bu arada Uzun Hasan’ın kızı halime begim ile evlenir. Bu evlilikten, sultan aliseyyid ibrahim ve ismailadlı 3 erkek çocuğu dünyaya gelir.
Haydar ve Erdebil’de çevresinde toplanan Türkmenler de Şeyh Cüneyd’in izinden giderek “Erdebil merkezli bir Türk devleti” kurmak için faaliyetlerde bulunurlar.
Lakin bu faaliyetler Akkoyunluların hoşuna gitmez. Şeyh Haydar ve beraberindeki Türkmenler Şeyh Cüneyd’in intikamını almak için Şirvanşahlar üzerine yürüdükleri sırada Akkoyunlu hükümdarı Yakup, Şirvanşahlar’a yardım eder, meydana gelen muharebede Şeyh Haydar göğsüne gelen bir ok darbesi ile vefat eder.
(Akkoyunlu hükümdarı Yakup hem Şirvanşahlar hükümdarı Ferruh Yesar’ın, hem de Şeyh Haydar’ın kayınbiraderidir. yani Şeyh Haydar ile Şirvanşah Ferruh Yesar düşman bacanaklardır.)

şah ismail;
Şeyh Haydar’ın ölümü sonrası o’na bağlı Türkmenlerin çoğu oğlu Sultan Ali’nin etrafında toplanır. Bu durumu tehlike olarak gören Akkoyunlu hükümdarı Yakup, yeğenleri ve kızkardeşi Halime Begim’i hapseder. Bu sırada Şah İsmail henüz yaşını dahi doldurmamıştır.
5 senelik esaretin ardından Yakup Bey’in yeğeni Rüstem, Akkoyunlu tahtını ele geçirir, bu sırada Rüstem, Yakup Bey’in oğlu Baysungur ile taht mücadelesi verir. Bu mücadelede Türkmenlerin desteğini alabilmek için de Şeyh Haydar’ın karısı ve çocuklarını serbest bırakır. Erdebil’e dönmelerine müsade eder.
Lakin yeniden Sultan Ali’nin etrafında büyük bir güç oluştuğunu görerek o’nun üzerine bir kuvvet gönderir, çıkan savaşta Şah İsmail’in abisi Sultan Ali öldürülür. Sultan Ali ölmeden önce Şah İsmail’i halefi olarak gösterir ve Türkmen beyleri Şah İsmail’in etrafında toplanmaya başlar. Akkoyunlular bunun üzerine Şah İsmail hakkında ölüm fermanı çıkarırlar. Lakin Şah İsmail’e bağlı Türkmenler çocuk yaştaki İsmail’i saklar ve Akkoyunlular’ın o’nu ele geçirmesine mani olurlar. Erdebil’in artık Şah İsmail için tehlike arz etmesi üzerine Türkmenler Şah İsmail’i de alarak Gilan’a gelir ve Hz Ali soyundankarkiye mirza ali‘nin yanına gelirler. Karkiye Mirza Ali, Şah İsmail ile özel olarak ilgilenir. O’nun eğitimi ile ilgilenir. İsmail Gilan’da iken dahi Türkmenler, Anadolu’dan o’nu ziyarete gelir.
Şah İsmail’in Gilan’da güç kazanmasının ardından Akkoyunlu Rüstem, İsmail’in üzerine yürümek ister, bunun hazırlıklarını yaptığı sırada ordugahında uğradığı bir suikast sonucu öldürülür ve Akkoyunlu tahtında bir kez daha taht kavgası başlar. Bu sırada 12 yaşına gelmiş olan İsmail tekrar Erdebil’e gitmek için Gilan’dan yola çıkar.
İsmail’in Gilan’dan Erdebil’e gidişi esnasında 7 Türkmen boyundan 7 Türkmen beyi ona refakat eder.
Şah İsmail yanında 1500 kişilik bir kuvvetle ve direniş görmeden Erdebil’e girer, büyük atası Şeyh Safiyüddin’in türbesini ziyaret eder. Lakin Türkmenlerin kuvveti hala bir Türk Devleti kuracak seviyede değildir. Bu sebeple Anadolu’ya geçme kararı alırlar ve Erzincan dolaylarına gelirler…

Şah İsmail ve yanındakiler Erzincan’a gelerek post sererler, Anadolu’nun dört bir yanına ulaklar çıkarılır ve Türkmenlerin, Şah İsmail’in sancağı altında toplanmaları için haber salınır.
Anadolu, Suriye, Irak, İran ve Azerbaycan’ın dört bir yanından gelen Oğuz Türkmenleri Şah İsmail’e bağlılıklarını bildirirler, Şah İsmail topladığı 20.000 kişilik kuvvetle Şirvanşahlar üzerine yürür, eniştesi Ferruh Yesar’ı mağlup ederek hem dedesinin, hem babasının intikamını alır ve bununla da kalmayarak artık Safevilerin bir devlet olduğunu tüm dünyaya duyurur…

Safevi Devleti’nin kuruluşunda rol oynayan Türk boy ve oymakları;

1. rumlu;
Bu boy başlıca Sivas’ın koyulhisar (koylahisar) ve karahisar (şebin) kazaları ile yine Sivas’a bağlı diğer yöreler ve Tokat-Amasya bölgelerindeki köylü kızılbaşlar tarafından meydana getirilmişti. nur ali halifepirî beg ve div sultan bu teşekkülün en tanınmış beyleridir.
Div sultan’ın asıl adı div ali (beg)dir. kendisinin Tokat bölgesi halkından olduğu anlaşılıyor. görüldüğü gibi Div Sultan devletin kuruluşuna katılmıştı. Dirliği (tiyul) sad çukuru (erivan bölgesi) olup emirü’l-ümeralığa sadece şahsî kabiliyetleri sayesinde yükselmiştir.
Kendisinden başka yine Rumlu’dan badıncan sultan (patlıcan)(erdebil valisi), kazak sultansofiyan halife ve aygud bey‘i(Aykut) tanıyoruz.

2. ustacalu(ustaclu)
Bu boy aslında başlıca Sivas, Amaysa-Tokat bölgesinde yaşayan ve bazı oymakları Kırşehir’e kadar yayılan ulu yörük adlı büyük topluluğa mensup idi.
şeyh cüneyd ve şeyh haydar‘ın Anadolu’lu müridlerinin mühim bir kısmını Ustacalular teşkil ediyordu.
Oymağın adını, ustaca (usta gibi veya belki usta hacı) adlı bir şahıstan aldığından şüphe edilmez. 906 (1500) yılında erzincan‘da buyruğundaki iki yüz atlı ile şah ismail‘in katına gelen mirza beg oğlu muhammed beg, ustaca’nın neslinden idi. Bu muhammed beg, çaldıran‘da safevî ordusunun sol koluna kumanda eden meşhur ustacaoğlu (yahut ustacaluoğlu) Muhammed Han’dı.
Muhammed Han’ın bu tarihte kılıç han adlı bir oğlunu tanıyoruz. ustacalulardan Şah İsmail’in sofracı başısı diğer Muhammed Beğ’in 920 (1514) de çayan sultan lakabı ile emîrü’l-emüralığa getirildiğinden, 929’da (1523) ölümü üzerine mevkiinin oğlu bayezid sultan‘a verilmişti.
Yine ustacalu’dan korucubaşı saru pire‘nin çaldıran savaşı‘nda öldüğü görülmüştü. Bu tarihte Çayan Sultan’ın kardeşi köpek sultan (asıl adı Mustafa idi),karınca sultanmenteşe sultan (şeyhlü obası‘ndan korcubaşı suru pire‘nin kardeşi), bedir begkürd begkara han‘ın oğlu abdullah hankadı begsofu oğlu ahmed sultan (Kirman valisi), “kazuk” lakaplı hamza sultan,taceddin beg gibi emirler de bu boydan idiler.
ustacalu hızır ağa atını vermek suretiyle şah ismail’in savaş meydanından kaçmasını temin etmişti. bu suretle Ustacalular Şah İsmail devrinde devleti kuran oymakların başında gelmektedir.

3. tekelü(Tekeli-Teke İli)
Yukarıda bir kaç defa söylendiği gibi bunlar esas itibariyle teke ili veya sadece teke denilen Antalya bölgesi Türklerindenidiler. Aralarında hamideli(Isparta-Burdur bölgesi) ve menteşe ili (Muğla vilayeti)halkından kimseler de vardı.
Tekelüler devletin mühim bir rol oynadıktan başka 916(1510-1511) yılında şah kulu baba isyanı dolayısıyla 15.000 kişinin İran’a gelmesi ile çok daha fazla kuvvetlendiler. Devletin kuruluşunda rol oynayan ve mühürdarlık mevkiine getirilen tekelü mühürdar saru ali 912 (1506) yılında şamlu abdi beg ilekürd sarım üzerine gönderildi ise de başarı gösteremeyip yapılan çarpışmada öldürüldü.
Yine devletin kuruluşunda rol oynayan diğer bir Tekelü beyi de burun sultan olup bu tarihte Meşhed emiri idi.
Yukarıda adı geçen emirlerden başka tekelü yeğen sultançuha sultan(çuka ya da çaka), reis beg ile şerefeddin beg‘in de Şah Kulu tekelülerinden önce Şah İsmail’in hizmetinde bulunduklarını biliyoruz.
Hatta Şah Kulu Baba Tekelülerinin İran toprağına ayak bastıklarını öğrenen Şah İsmail bunların durumunu anlamak için Çuha Sultan’ı göndermişti. Fakat bu tarihte başlıca Burun Sultan, Çuha (çuka) Sultan, Karaca Sultan (Hamedan valisi), Ahi Sultan, Çirkin Hasan, Tekelilerin en başta gelen beğleri idiler. Bunların da Şah Kulu tekelülerinden önce İran’a gelmiş olmaları pek muhtemeldir.

Safevi Devleti’nin kurulmasında ve gelişmesinde rol oynayan oymaklara bakıldığında , genelde yaygın olan teze aykırı olarak devletin kuruluşunda esas rolü akkoyunlu ve karakoyunlu Türkmenleri’nin değil , orijinal ve yeni Anadolu’lu (rumlu) ve Suriyeli (şamlu) Alevi Türkmen topluluklarının oynadığı ortaya çıkmaktadır.
Devletin kuruluşunda rol oynayan büyük oymaklardan ilki Rumlu olup, Sivas’ın Koyulhisar (koylahisar) ve Karahisar (Şebinkarahisar – şimdi Giresun’a bağlı) yöreleri ile Tokat ve Amasya bölgelerinindeki köylü Kızılbaş Aleviler tarafından meydana getirilmiştir.

Ustacalu oymağı ise Sivas, Amasya, Tokat bölgesinde yaşayan ve bazı oymakları Kırşehir’e kadar yayılan ulu yörük topluluğuna ait bir oymaktı.

Adından da anlaşılacağı üzere Antalya bölgesi Türkmenlerinden oluşan Tekelü oymağı içinde Hamit-ili (Isparta, Burdur) ve Menteşe-ili (Muğla) Türkmenleri de yer alıyordu.

Bu üç Anadolulu oymaktan başka, devletin kuruluşunda görev alan bir diğer topluluk Suriye Türkmenlerinden oluşan şamlu oymağı‘ydı. Bu oymak yazın Sivas’ın güneyindeki uzun yayla’da, kışın Halep, Gaziantep arasında yaşayan ve Osmanlı döneminde halep türkmenleri denilen oymaklardan kopmuştu.
Devletin kuruluşunda önemli rol oynayan oymaklardan biri de Kahramanmaraş ve Boz Ok (Yozgat) bölgesini içine alan
dulkadir elinin bilhassa boz ok kesiminde yaşayan Türkmenlerden oluşan dulkadir oymağı‘ydı.
Bu oymak mensuplarının ayrılması ile zayıflayan dulkadiroğulları beyliği kolayca Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Bütün bu oymaklar dışında kuruluşa katılan daha küçük topluluklar da şunlardır:

*Tarsus yöresi Varsakları(varsak türkmenleri),
*Orta ve Doğu Karadeniz Çepni’leri,(çepniler)
*arapgirlü türkmenleri,
*turgudlu türkmenleri(karamanoğlu türkmenlerinden),
*bozcalu türkmenleri(halep türkmeni),
*acirlü oymağı,
*hınıslu oymağı,
*çemişkezeklü oymağı,
*şadlu/şadıllı oymağı (türkmen)
*bayat türkmenleri,
*begdilli türkmenleri,
*eymür türkmenleri,
*kayıkızılkeçili türkmenleri,
*kınık türkmenleri,
*döger türkmenleri,
*yüregir türkmenleri,
*bayındır türkmenleri,
*salur türkmenleri,
*gündüzlü oymağı,
*musullu oymağı,
*bayburdlu oymağı,
*karadağlı oymağı,
*çapanlı oymağı,
*terekemeler,
*ispirlü oymağı,
*tokaçlu oymağı,
*irmidörtlü oymağı

Devletin kuruluş ve örgütlenmesinin esasını oluşturan bu oymaklardan başka, daha sonra Safevi siyasal örgütlenmesine katılan Ak koyunlu ve Kara koyunlu boyları da olmuştur. ancak bunların çoğu Kızılbaşlığı kabul ettikleri halde önemli statüler elde edememişlerdir.
Bunlardan kaçarlar 15. yüzyıl sonlarında Bozok’tan Gence’ye göç etmiş bir Akkoyunlu boyudur.
Bir diğeri, karamanlu oymağı, Karakoyunlu ulusundan olup karabağ‘da yerleşmişti. Devletin kuruluşunda rol almayıp, sonradan dahil olan boylardan en önemli rol oynayan Türkmen boyudur. Bu boy Akkoyunlu bakıyelerinden olup, Akkoyunluların, Musullu ve Pürnek (purnak) boylarına Safeviler, komple Türkmen demişlerdi.
Son olarak, İran’da yerleşmiş olan afşarlar da kuruluştan sonra önemli sayılan statüler aldılar…

Görüldüğü üzre yöneticisinden komutanına, askerinden ahalisine kadar soyu, sopu Türk olan Safeviler ne yazık ki salt Şii olduklarından ötürü Türk tarihindeki haklı yerlerini edinememekte, hatta yok sayılmaktadırlar.

Öyle ki geniş bir coğrafyaya yayılmış ve etki alanı altına almış olan bu devlet öz be öz bir Türk Hakanlığı olmasına rağmen Cumhurbaşkanlığı Forsunu meydana getiren 16 yıldızdan biri olmaya dahi layık görülmemekte.

Cumhurbaşkanlığı Forsunda,
Farslaşmış, Fars-İran-Arap kültürünün ve dillerinin Türk Kültüründen daha çok yer aldığı büyük selçuklu yer alırken, halkı Hindu olan babürler yer alırken, Türklere “etrak-i b’idrak” diyen Osmanlı yer alırken, halkı Türk, ordusu Türk, töresi Türk Safevilerin yer almayışı bir tarih katliamıdır…

Türk devletlerini bir potada eritirken dikkat edilmesi en önemli husus dil birliğidir.
Devlette Türkçe önemli rol oynamalıdır. İran selçuklularında ve hatta Anadolu Selçuklularında Türkçe herhangi bir belgeye rastlanmaz. Yine bir Türkmen devleti olan Karakoyunlularda da durum farklı değildir. Özbek hanlarının Osmanlı’ya yazdığı, Osmanlı’nın Özbek hanlarına yazdığı Türkçe tek bir mektup dahi yoktur.

Buna rağmen Safevilerde ise resmi yazışmalarda Türkçe resmi dildir. Safevi sarayının Türk kenti Tebriz’den, Fars kenti İsfahan’a taşınmasından sonra dahi resmi dili Türkçedir.

Bugün Türklüğünü Avrupa’lı bilim çevrelerinin dahi kabul ettiği Safeviler ne yazık ki Türkiye’deki ders kitaplarında “salt yönetim kademesi türk” olarak görülen “irani” bir devlet olarak okutulmakta ise bu ayıbın yegane sahibi “türk islam sentezi” adı verilen saçmalık ve o’nun hizmet ettiği  “hint avrupa odaklı tarihçilik” anlayışıdır.

Dosya:Safavid Empire 1501 1722 AD.png

28/10/2012

V.E-BURSA…

Türk Dövüş Sporu: AMAROK…(Alpağutnung Mengü Az rak Oğuz Köreşi)

Judo-kung fu karışımı, İslamiyet öncesi Türklerinin uyguladığı savunma ve saldırı sanatı.

Orijinal adı; Alpağutnung Mengü Az rak Oğuz Köreşi‘dir.

alpağutnung: korkusuz, cengaver, alperen

mengü: sonsuz, ebedi, sonu olmayan

az rak: ender, nadir, az bulunan.

oğuz köreşi: oğuz güreşi.

kurucusu Hakan Haslaman‘dan amarok açıklamaları;

amarok düş güçünden oluşan bir yöntem değildir. kökü eski türük geçmişine ve mitolojisine dayanmaktadır. bu nedenle amarok’u eski türük geçmişinde bu ad ile bulamadığınıza şaşmayın, neden ki bu dövüş yöntemi bu biçimde eski türük sistemlerinde yoktur. değişik türük uluslarından alınıp, bu yönteme geliştirilmiştir ve bu adın verilmesi doğru bulunmuştur. ançak bu dövüş yönteminin kökü her bakımdan türük geçmişine ve kaynaklarına dayanmaktadır.

amarok inuitlerin kurt yani böri adlandırılmasıyla hiç bir ilgisi yoktur.
şu soruyada yanıt vermek isteriz: “amarok neden öğretilmiyor?”

amarok yalnızca eski türüklerin dövüş sanatına yönelik değil, bunun yanısırada unutulmakta olan dil, yazı, geçmiş ve geleneklerine çok büyük önem vermektedir. bu nedenle amarok’un pazarda ki diğer türk dövüş sanatlarından ayrımı, diğer dövüşlerden oluşan bir biçim olmamayışıdır. geçmişde yok olmuş bir yöntemi yeniden yaşama getirebilmek, yalnızca anlık bir olay değildir, çok iyi düşünüp ve özenerek üzerine çalışma yapılması gerekir ve bu yılların araştırmasını alır. biz sizlere amarok’u eksiksiz ve oluşumu onaylı kaynaklara delilli sunmak için çalışıyoruz. pazarda olusan başka dövüş sanatlarının kopyası değiliz, wing chun ve benzeri sistemlerden gelmiyoruz ve onlarla bağlantımızda yoktur.

amarok düş gücünden (fantasi) oluşan bir yöntem değildir. kökü eski türük geçmişine ve kamcılık (şamanizm) bilimlerine dayanmaktadır. bu nedenle amarok’u eski türük geçmişinde bu ad ile bulamadığınıza enmeğin (şaşmayın), neden ki bu urug uzluğu (dövüş sanatı) bu biçimde eski türük tokış uzluklarında (savaş sanatlarına) yoktur.

amarok, islam öncesi eski türüklerin tokış uzluklarına dayanmaktadır. türük geleneklerinden alınıp, bu yönteme geliştirilmiştir ve bu adın verilmesi kurucu hakan haslamandan doğru bulunmuştur. çağcıl (modern) bir yöntem olsa da, kökü eski türük geçmişine ve kaynaklarına dayanmaktadır ki, bu m.ö. 300 yılının yazılı xing-nu kaynaklarına dayanmaktadır. sözde, bundan daha öncesine dayanacak söylentilerin uluslar arası yazılı kanıtları ve kaynakları yoktur.

bu urug uzluğunun özellikleri adın (değişik) bölümlerle gerçekleşir ve pazarda ki adın urug uzluklarından ayrıntılı yanları vardır. bu ayrıntıların barçası (hepsi) tavış (teknik) açıdan değildir, neden ki amarok öncelikle gizemcilik yaşamına ve sıkı düzenine (disipline) bağlıdır.

urug yöntemi kop (çok) geniş kapsamdadır. amarok’un bir kök bilim dalı vardır. bu genelde adın urug uzluklarında da öğrenilebilinir. amarok ilkeleri üzerine kurulmuş kök bilim dallarından artı bazı baş- ve tolum (silah) urug bilim dalları da vardır ve kamcılık öğretimi ile in-içgüdü (yaban hayvan) ayrıntılarına bağlıdır.

öğrenciye tokuşmadan önce elde etmesi gereken barça bilgiler öğretilir, örneğin gerilme, ten eşgüdümü vs… önemli olan öğrencinin her an doğru düşünce ve tavış etmenin bilinçliğini öğrenmesi, gereksiz yöntemleri bırakıp, yalnızca gerekenlerle tokuşmasıdır.

amarok’un öneyüklerinden (özelliklerinden) biri, öğrencilerin kop urug bilim dallarını birbiriyle bağlaya bilmesini öğrenmeleridir. bir öğrenci amarok’u bırakıp başka bir urug uzluğuna gidecek olursa, o urug uzluğunda büyük uyum sorunu yaşamaz.

amarok klip;
https://www.youtube.com/w…mbedded&v=xcj6ygs2h98


kaynak: http://www.amarok.net/

KURBAN BAYRAMI ve HERMES…

İnsanlar ilk çağlardan beri inandıkları tanrılara “hoş” gözükmek için ve inanışları ölçüsünde işledikleri günahların veballerini asgari seviyelere indirgeyebilmek için kendince birtakım ritüeller geliştirmiş ve binyıllara yayılan silsileler ile bu şekilde ibadetler ederek inandıkları tanrılara yaranmaya çalışmışlardır.

İşte bu ritüellerden biri ve hatta en önemlilerinden biri de KURBAN ritüelidir.

kurbanlık fiyatları

İnsanoğlu inancı gereği tanrısına kurban ya da kurbanlar sunar, bu kurbanlar kimi zaman çeşitli mahlukattan seçildiği gibi, bazen de insanoğlu kendi hemcinsini de kurban etmekten çekinmemiştir tanrısına…

Semavi dinlerde ise Malum ve bilindik bir hikayesi vardır kurbanın.

Peki ya bizim bildiğimiz hikayenin asıl kökeni, nerelere ve kimlere dayanmaktadır?

HERMES…

Baş tanrı Zeus’un habercisi ve oğlu olan mitolojik karakter…

Birçok vasfı bulunan Hermes’in asıl görevi Zeus’un habercisi ve özel ulakı olmasıdır. bu vazifesi nedeniyle sık sık babası ile seyahatler yapar ve o’nun buyruklarını yerine getirir.

Şimdi bu ilginç tanrının bu habercilik görevi üzerinde biraz duralım…

Yunanca okunuşu “angelio” olan fiil, “tebliğ etmek, bildirmek, haber vermek” anlamına gelmektedir. bu işi yerine getiren görevliye de “tebliğ eden, bildiren, haber veren” anlamına gelen “angelos” yani bildiğin “melek”…

Herneyse, buraya döneceğiz tekrar.

Yine bu kökenden gelen “iyi bir haber veren, müjdeci” fiilinden türeyen ve latincede “evangile” ya da “evangelia” olarak bilinen “incil” kelimesinin anlamı da yine bu sözcüklerle alakalı olup anlamı; “iyi haber-angelos” sözcüğü modern batı dillerine “angel”, “ange”, “angelo” biçimlerinde geçmekte ve dilimizde “melek” anlamı kazanmaktadır…

Bu anlama göre, “angelos” yani haber taşıyan görevli-ulak-elçi olan hermes, kutsal kitaplardaki melek gabriel(Cebrail)in görevlerini yerine getirmiş oluyor.
Vazifesinde bir yerden bir yere çok hızlı bir biçimde ulaşabilmesi için bir çift de kanat bahşedilmiştir Hermes’e…lakin Hermes’in kanatları bilinen melek silüetinin aksine sırtında değil, topuklarındadır.

Hermes’ın eski Yunan inanışında birçok vazifesi ve bu vazifeleri ile ilintili pek çok ünvanı vardır. konumuzla ilgili örnek vermek gerekirse bu ünvanlardan biri; “hermes kriophoros” yani “koç taşıyan Hermes” tir…

E bu Hermes baya baya Cebrail işte…Tanrı’nın habercisi, kurbanlık koç taşıyıcısı…bakalım daha neler çıkacak?

efsaneye göre Hermes, tam kurban edilecekleri sırada gökten inerek helle ve phriksos‘u sırtına alıp kaçıran “altın post“lu koçu çocukların annesi Nephele’ye hermes getirmiştir…Tevrat’a göre İbrahim peygamber İshak’ı, Kuran’a göre İsmail’i kurban edecek iken gökten kurban edilmesi için koç indiren ise Cebrail’dir…

Hikayeler biraz farklı ama, neticeye bakmak gerekirse her üç mitte de çocuklar gökten inen bir ulakın getirdiği koç sayesinde kurtarılmıştır.

Hermes’in maceralarından birinde de baş tanrı Zeus diğer oğlu Apollon’u yanına ister. Lakin Apollon Anadolu’da(muhtemelen Truva’da) Zeus ise Yunanistan’da (malum Olimpos’ta)dır. Tabi bu durumda iş  Hermes’e düşer, o da ulaklık görevini yerine getirir ve Zeus’un isteğini Apollon’a tebliğ eder. Lakin Apollon Hermes gibi bir yerden bir başka yere seri bir şekilde gidebilme yetisine muktedir olmadığı için Hermes Apollon’a bir tek boynuzlu ve çift kanatlı at verir, Apollon bu at ile babacığı Zeus’un yanına gider ve onunla konuşur.

Tabi bu efsane de biryerlerden tanıdık geliyordur size mutlaka.

Bu küçük örneklerden ve daha önce yazdıklarımızda da bahsettiğimiz üzre tüm ortadoğu dinleri gerek Eski Yunandan, gerek Sümerlerden etkilenmiştir.

Bu etkileşimin silsilesi ise;
antik filistinliler—>israiloğulları—>araplar
şeklindedir.

FİN UGOR KAVİMLERİ VE FİN UGOR DİLLERİ…

ural-altay dil ailesin ural grubu dil ve lehçelerini kullanan halklardır.
dünya üzerindeki populasyonları 30 milyondan fazladır.

(bkz: macarlar)———–>17 milyon
(bkz: finler)————->8.5 milyon
(bkz: estonlar)———–>2 milyon
(bkz: laponlar)———–>200.000
(bkz: udmurtlar)———->1 milyon
(bkz: yukagirler)———>10.000
(bkz: nenetsler)———->60.000
(bkz: komiler)————>500.000
(bkz: permyaklar)———>110.000
(bkz: erzyalar)———–>10.000
(bkz: mariler)*->750.000
(bkz: mokshalar)———>4400
(bkz: meryalar) ———>2500
(bkz: muromianlar)——->4000
(bkz: meshcherianlar)—->13.000
(bkz: karelyalılar)——>80.000
(bkz: ludeler)———–>1000
(bkz: olonetsler)——–>1000
(bkz: livonyalılar)——>20.000
(bkz: vepsler)———–>500
(bkz: vöroler)———–>500
(bkz: votiler)———–>1000
(bkz: luleler)———–>1500
(bkz: piteler)———–>2100
(bkz: kainuular)———>1400
(bkz: kemiler)———–>27.000
(bkz: akkalalar)———>1800
(bkz: inariler)———->2200
(bkz: kildinler)———>3500
(bkz: skoltlar)———->4000
(bkz: terler)———–>2500
(bkz: kantiler)———->3000
(bkz: mansiler)———->20.000
(bkz: yamalolar)———>4.000
(bkz: ingriler)———->15.000
(bkz: besermyanlar)——>40.000
(bkz: yuratslar)———>500
(bkz: nganasanlar)——->3500
(bkz: matorlar)———->(soyları tükenmiştir)
(bkz: selkuplar)——–>500
(bkz: kamasinler)——->(soyları tükenmiştir)
(bkz: enetsler)———>1500

FİN UGOR DİLLERİ;

a-FİN OGUR DİLLERİ;
1)fin dilleri;

perm dillerikomicekomi-permyak diliudmurtça.
finno-volga dillerimariceerzyacamoksha dilimeryacamuromiancameshcherian dili.
fin-baltık dillerifincekarelcelude diliolonets karelcelivoncavepsvörovoti diliestonca.
sami dillerigüney sami lehçesiume sami lehçesilulecepite dilikuzey sami lehçesikainuu dilikemi diliakkala diliinari dili,kildin diliskoltçeter dili.

2)ugor dilleri;
macarcakanticemansice.

b)SAMOYED DİLLERİ;
kuzey samoyedçegüney samoyedçe.

c)YUKAGİR DİLLERİ;
kuzey yukagir lehçesigüney yukagir lehçesi.

TÜRK MİTOLOJİSİ TANRIÇALARI…

Türklerin kadına verdiği değerin belgesi olan, Türk Mitolojisi unsurlarıdır.
türk milleti’nin tarihini incelerken atlanmaması gereken önemli bir detay vardır.

“TÜRK KADINI…”

İlk çağlardan beri Türk kadını erkeğinden hiçbir dönem ayrı düşünülmemiş, her zaman erkeğin tamamlayıcı unsuru ve dengi olmuştur.
Türk Tengricilik inancında kadının yeri yerin yedi kat yukarısı yani tengri’nin yanıdır. Han ile Hatun(katun) yer ile gökün evlatlarıdır ve birbirlerinden ayrılamazlar…
Bu yüzden, kadın Türkler için kutsaldır.
Bu kutsallığı Türk Mitolojisinin kadın kahramanlarından anlamak güç olmasa gerek;

(bkz: umay)
(bkz: ak ana)
(bkz: gün ana)
(bkz: kartal ana)
(bkz: ayizit)
(bkz: ak kızlar)
(bkz: asena)*
(bkz: su iyesi)
(bkz: kubey hatun)
(bkz: al karısı)
(bkz: ana maygıl)
(bkz: od ana)
(bkz: erke solton)
(bkz: eje)
(bkz: ak kızlar)
(bkz: al ana)
(bkz: tomris)
(bkz: alahçın)
(bkz: alma hanım)
(bkz: kırk kız)
(bkz: ama hanım)
(bkz: ambar ana)
(bkz: ayı ana)
(bkz: ağaç ana)
(bkz: barak ana)
(bkz: bayanay)
(bkz: bayrım ana)
(bkz: belen hanım)
(bkz: bürküt ana)
(bkz: cargıl)
(bkz: cembil)
(bkz: dayıkın)
(bkz: ebey)
(bkz: etügen)
(bkz: geyik ana)
(bkz: hu hanım)
(bkz: kara kızlar)
(bkz: kiştey)
(bkz: satılay)
(bkz: su ana)
(bkz: suvolta)
(bkz: telgey)
(bkz: toprak ana)
(bkz: ulu ana)
(bkz: yayuçı)
(bkz: yel ana)
(bkz: yelbis)
(bkz: yılan ana)
(bkz: inehsit)
(bkz: içite)
(bkz: şimiltey)

 

KIZILBAŞ VE KIZILBAŞLIK…

rivayete göre hz peygamber’in de katıldığı bir savaşta, bir darbe ile hz peygamber’in dişi kırılır ve yere düşer. bunu gören hz ali, peygamber’in dişini alır ve kaybolmasın diye kendi başına çakar ve bu şekilde muhafaza eder. başına çaktığı diş sonrası hz ali’nin başı kanar ve tüm sarığı kırmızıya boyanır.
sadakallahülazim…

yazarlar, tarihçiler, anlatıcılar ve bir kısım bilim adamları ve büyük ölçüde de osmanlı’nın etkisiyle “kızılbaş” adı tamamen şeyh haydar‘ın türkmenlere giydirdiği söylenen 12 dilimli “tac-ı haydari” denilen kırmızı başlıkla ortaya çıktığı ve irani(iran menşeili) bir terim olarak kullanılır kızılbaş, ya da kızılbaşlık…

kızılbaş adının çıkış noktası, türkmenlerin, çok eski bir türk geleneğinin(altayik efsane ve mitler) devamı olarak “kızıl börk” giymelerine dayanır.
kızıl başlık giymek türklerin çok eski bir geleneği idi, yani safevi devletinin kuruluş sürecinde, şeyh haydar devrinde başlamış değildir. türkmenlerin milli geleneği olarak giydikleri kızıl börkten dolayı, siyasi olarak safevi yanlısı, itikadi olarak da şii anlamında kızılbaş olarak anılması 16. yüzyılın başlarından itibaren görülür…
kızıl tac kabul edildikten sonra iran’daki safevi şahlarına tabi olan bu zümreye sünniler tarafından kızılbaş denilmiş, aleyhlerinde bir çok ipe sapa gelmez isnadlar uydurulmuş ve karalanmaya çalışılmışlardır.

kızılbaş sözü, alevi olanların tamamını kapsamaz, yalnızca şii-alevi inançlı türklere mahsus bir terimdir.

kızılbaşlığın irani bir olgu olmasının dayanağı da esasen osmanlı kayıtlarıdır. ve osmanlı kayıtlarında kızılbaş olarak “isyancı, talancı, rafizi, zındık” tabirleri geçer. bu şekilde anadolu türkmenleri aşağılanır. osmanlı’nın devşirme tarihçileri türk ve türkmen adlarını da kızılbaşlığa mensup olduğundan dolayı “etrak-ı b’idrak” (akılsız-idraksız türk) gibi bir sıfatla anar.
oysa osmanlı’nın da, tüm türkmenlerin de dip kültüründe yatan bir gerçektir kızılbaşlık.

yani öyle çaldıran savaşı ile, salt safeviler ile sınırlı bir şey değil, binlerce yıldır var olan ve “türk mitolojisinin” temel taşlarından biri olan bir olgudur kızılbaşlık.
osman gazi‘nin başına taktığı başlıktır kızılbaş, oğuz kağan‘ın börküdür, alp er tunga‘nın tacıdır…

bugün ülkemizde kızılbaş denilince, biraz düzeyli çevrelerde şiilik, anadolu’nun alevi türkmenleri, zamanında safevi devletine bağlı olan taraftarlar ve onların şimdiki uzantıları anlaşılmakla birlikte, kimi zaman da yanılgı olarak iranlılar kastedilir.
bazı cahil çevrelerde ise bu bir itham şekline dönüşerek din dışı, sapkın, anasıyla bacısıyla cinsel ilişkide bulunan anlamında “mum söndürenler” ve benzeri ağır suçlamalara maruz kalacak anlamlarda kullanılır…

kızılbaş türkmenler türkiye’de çeşitli adlarla anılırlar.
aşağılayıcı sıfatlar yanında bunlar için genelde alevi ve kızılbaş adı kullanılmakla beraber, değişik yörelerde onlar için; türkmenyörüksıraçabdal,çepnitahtacı ve bektaşi adlarıyla da anılmaktadır.

türk devletinin kurucu unsuru, türklüğün her yönden taşıyıcıları olan türkmenlere, kötü anlamlar ihtiva ederek “kızılbaş” olarak yakıştırılan bu iftiranın kaynağı hep merak konusu olmuştur.
bu iftiranın kaynağı türk kültürü olamaz. türk kültürü kendi soyuna sopuna, ırkına bu aşağılık yakıştırmaları yaftalamayacak kadar asildir. bu yakıştırmalar, türk kültürüne yabancı ve türklüğü kabullenmek istemeyen “yabancı çevreler”in mozaik meraklılarının yakıştırmasıdır. asırlardır atılmakta olan bu iftiralar ne gariptir ki hiçbir örneğe, bilgi ve belgeye dayandırılamamıştır.

oysa bu alevi türkmenler, milli kimliklerine, türk gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlı, türk hayat tarzı yaşamaktadır.
türkler namuslarına büyük hassasiyet gösterirler.
kendi muhitlerinden olmayanlarla kız alıp vermekten kaçınırlar. türk kızları tarihin hiçbir devrinde sarayların, sultanların, padişahların zevk-sefa alemlerinde kullandıkları bir meta olmamış, bu saray ve çevrelerde türk obasından, türk çadırından çıkma türkmen kızları cariyeler görülmemiştir.
türk töresi bu tip cariyelik sistemine karşıdır. onun içindir ki selçuklu ve osmanlı sultanlarından sadece birkaçı türkmen anadan olmadır. türkmen kızı evinden obasından gelinliği ile, ancak evinin hatunu olmak için, ana olmak ve devlete ve millete hayırlı evlat yetiştirmek için çıkar…

işte bu yüzden bu saçma iftira sadece türk toplumuna değil, türk aile kurumuna atılmış bir iftira sayılmalıdır.
şu çok iyi bilinmektedir ki türk budununda kadın ve erkek eşittir, kadının yeri beyinin yanıdır. bu bey ister demirci olsun, ister çoban, isterse kağan türk kadını evinin, otağının, ocağının ve sarayının her zaman ecesidir.

böyle bir örf ve ananeye, böyle bir aile düzenine sahip bir toplum, bir yerde toplanarak mum söndürme ile birbirine, anasına, bacısına sapkın emeller tatbik edebilir mi? türk budunu, türkmen toplumu bunu yapabilir mi?

günümüzde alevi-türkmen soydaşlarımıza atılan bu iftira ve iftirayı atan çevreler kendilerinin çok iyi bir müslüman olduğu iddiasında olan çevrelerdir ne yazık ki. türkler, tarih boyunca kan düşmanlarından bile bu şekilde aşağılık bir iftira ve yaftalama görmemiştir.

bu tip şerefsiz ve iptidai ve bir o kadar da sapkın ilişkileri ortadoğu toplumlarında gözlemlemek mümkündür.

gerek arap, gerek iran toplumlarında bu tip ahlaksızlıklar pek çok yazılı bilgi ve belgeye dayandırılmakta, tarih boyunca örnekleri görülmektedir.

iran’da 5. yüzyıl sonlarında zerdüştlüğün bir kolu olan mazdekizm ortaya çıkar. bu mezhebin kurucusu mazdek adlı biridir ve bu devirde iran’da sasani saltanatı hüküm sürmektedir. işte bu sasani saltanatında da “kubad” yahut “kuvat” adı verilen bir hükümdar bulunur.
her şeyi mübah olarak sayan mazdek kral kuvat’ı da mezhebine sokar, kuvat henüz tahta oturmadan önce mazdek ile tanışır ve iktidar mücadelesi esnasında hapse düşer, hapiste iken kuvat’a muhafızlık eden zindancı kuvat’ı ziyarete gelen karısına aşık olur, kuvat’ta hapisten kurtulabilmek için zindancının karısı ile cinsel ilişkiye girmesine müsade eder. bu yolla zindandan kaçar ve daha sonra hakimiyeti ele alarak kral olur. mazdek ile birlikte mazdekizm öğretileri ile ülkeyi yönetmeye başlar, daha sonra kendi kız kardeşi ile evlenir, bu evliliği dünyanın dörtbir yanına elçiler göndererek duyurur, lakin halk bu duruma kızar ve tüm dünyaya küçük düşürüldüklerini anlar ve isyan çıkarır, kuvat iktidardan indirilir, mazdek kaçar…

işte bu tarihi gerçekte bahsi geçen kral kuvat’a istinaden bugün hala bu tip sapkınlıkları olan, aile kurumuna, türk töresine uygunsuz hareketler sergileyen kişilere “kavat” sıfatı reva görülür.

ve ne acıdır ki ortadoğu’nun bu tip ahlaksızlıkları da günümüzde yine bu müslüman çevrelerce sahiplenilir, benimsenilir…
selçuklu sultanlarında görülen key-kubat adları da aynı irani ada dayanır ne yazık ki…
iran kültürünün etkisine kendisini bu derece kaptıran bir sarayda ve onların uzantısı konumundaki osmanlı saraylarında irani etkiler ile bu tip sapkınlıkların üretilmesi-düşünülmesini de gayet normal karşılamak gerek…

islam öncesi iran’da meydana gelmiş olan kavat olayının ortaya çıkardığı olumsuzluklar mezhebi çekişme devrinde iranlı, yahut iran yanlısı gibi kabul edilen anadolu türkmenlerine yönlendirilmiş çirkin yakıştırmanın temellerinden biridir.

lakin türkmenler bütün menfi yakıştırmalara rağmen “kızılbaş” olmaktan gurur duymuşlar, kızılbaş sözünü bizzat kendilerini ifade etmek için kullanmışlar, devletlerini “devlet-i kızılbaş“, hükümdarlarını da “padişah-ı kızılbaş” olarak isimlendirmekte bir beis görmemişlerdir.

bu kızılbaşlıktan gurur duyma durumunu şah ismail(hatayi)nin şu mısralarında gözlemleyebiliriz;
“yüregi dağ olmayınca, bağru kanla l’al tek,
heç kimin haddi yokdur kızılbaş olmaga…”

türkmenler, kızılbaş adını, osmanlı’nın muaviyeci devşirme idarecilerinin ahlakdışı karalamaları neticesinde bırakmak zorunda kalmışlardır, bazı kesimleri bir süre “bektaşi” adıyla anılmış, lakin yeniçeri ocağının lağvedilmesi(1826) ile birlikte bektaşi adı da yasaklanmış, bundan sonra başlayan sürecin henüz tespit edilememiş bir safhasında ise bunlara “alevi” denilmiş, kendileri de bu ismi benimsemiş ve kullanmaya başlamışlardır.
oysa ki “alevi” sıfatı, hz ali soyundan gelenleri, yani yalnızca seyyidleri tanımlamak için kullanılmıştır. iran şii literatüründe de alevi denildiğinde hz ali’nin soyundan gelenlerin ifade edildiği anlaşılır.

kızılbaşlığın, kızıl börk’ün ortaya çıkışının ne safeviler ile ne de şiilikle bir alakası yoktur.
en az 5000 yıllık bir türk geleneği olup pek çok türk hakanı tarafından takılmış, kullanılmıştır.

kızıl börklü türk hakanlarından bazıları;
oğuz kağan,
alp er tunga,(iskit hakanı)
basaraba(kıpçak hakanı)
attila(hun türkleri’nin hakanı)
stefan şişman(bulgar hakanı)
kemenche(macar hakanı)
bayan han(avar hakanı)
böri şad(hazar kağanı)
tuvan kağan(hazar kağanı)
tapar han(kıpçak hakanı)
dobriç(kıpçak hakanı)
buga han(kıpçak hakanı)
baybars(kölemen hakanı)
abılay khan(kazak atamanı)
otman gazi(osmanlı hakanı)
süleyman şah(otman gazi’nin dedesi)
selçuk bey(selçuklu devleti’nin kurucusu)
emir timur,
issen buga(emir timur’un kumandanı)
uzun hasan(akkoyunlu hükümdarı)
toktamış han(altın ordu hükümdarı)
şah ismail(safevi şahı)
nadir şah
babür şah

kızıl börk giymiş türk hakanlarından en önemlileridir.

MÜBADELE GEMİLERİ…

alıntı
gülcemal geçiyor gözümün önünden
geçip gidip boğaza dalıyor
arkasından bir sürü martılar
bir ilkyaz sisi
ve bir sürü gözyaşları.

nereye böyle nazlı gemi?

toplayarak geçmişin bütün izlerini
bordasına yığarak anıları ve acıları
daldın yine boğazın karanlık sularına
nereye böyle yine
yine beykoz’daki evine mi?

görüyorum gidiyorsun bütün güzelliğinle

ey gülcemal!
adınla yaşa emi! geçmişin bülbülleri
çamlıca tepesinden seni gözlüyor
türküler söylüyorlar, seni seviyorlar
ey nazlı gemi.. ey hayalet gemi
geçmişte bıraktık bütün gidenleri..

gülcemal…

adınla çok yaşa emi!

gülcemal şiiri-erdal ceyhan…
alıntı

şayet türk denizciliği için tarihte bir sayfa açacaksak, bu sayfanın en nadide yerine yerleştirilmesi gereken birtakım kahramanlar vardır…
barbaros hayrettin gibi, turgut reis gibi, piri reis gibi, çaka bey gibi, rauf orbay ve hamidiyesi gibi, rüsümat no4 gibi…
işte bu kahramanlardan biri ya da bir kaçı da bu mübadele gemileridir.
evlerini, yurtlarını, doğup büyüdükleri toprakları ve en önemlisi de yaşanmışlıklarını, anılarını ardında bırakarak aslında çok bilindik olan ve bir o kadar da bilinmeyene yelken açan evlad-ı fatihan torunlarının hikayelerine tanık olan kahraman gemilerdir onlar…

türkiye ile yunanistan arasında 30 ocak 1923 yılında imzalanan mübadele sözleşmesi, henüz emekleme aşamasında bulunan türk denizcilik sektörünü, ege’nin karşı kıyısından yarım milyona yakın bir insan kitlesini getirme zorunluluğu ile karşı karşıya bırakarak, bir diriliş öyküsünü de başlatıyordu…bu olay ile birlikte türk denizcilik sektörü, sınırlı olanaklarıyla bir muazzam kütleyi, özgür iradesiyle ve gönüllü olarak türkiye’ye taşımak zorunda kaldı. türkiye o dönemde kabotaj hakkını kullanabilecek gemi sayısına bile sahip değildi. buna karşın türk denizcileri ortaya atılarak, ülke sermayesinin dışarı gitmemesi için gönüllü olarak bu yükün altına girdi. onca yetersizliğe karşın, sayıları yarım milyona çıkan perişan insan kitlesini türkiye’ye taşımak, türk denizciliğinin tarihteki en büyük başarılarından biridir…

http://galeri.uludagsozluk.com/r/333293/+ (drama’da hilal-i ahmer cemiyeti göç edecek mübadillere çorba dağıtıyor)

1. dünya savaşı başlarında 130 bin tona ulaşan türk deniz ticaret filosu, savaş yıllarında önemli kayıplara uğrayarak, cumhuriyet türkiyesine 35 bin tonluk filo aktarabildi.
bu sırada türkiye, tarihte çok ender yaşanabilecek bir durumla karşılaştı. 30 ocak 1923 tarihinde lozan’da imzalanan türk-rum nüfus mübadelesi ile batı trakya dışındaki yunanistanlı müslümanlar ve istanbul dışındaki türkiyeli ortodoksların zorunlu değişimi öngörüldü.
demiryollarından yararlanma olanağı bulunmayan ülkede, göçmenlerin deniz yoluyla getirilmesi, pratik ve ucuz olacağı için tek yol olarak görüldü. bunun için imar ve iskan vekaleti tarafından açılan taşıma ihalesine, italyan, yunan, ermeni ve türk vapur birlikleri katıldı.
yabancı işletmelere bağlı gemilerle göçmen getirilmesi halinde çok sınırlı olan sermayenin başka ülkelere gideceği endişesiyle devreye giren türk vapurcular birliğinin, lloyd triestino kumpanyasının ihaleyi kazandığının duyurulmasına rağmen istanbul sanayi ve ticaret odası ile hükümet nezdindeki girişimleri olumlu sonuç verdi.
hükümete bağlı seyri sefain idaresi ile türk gemi kumpanyalarının güçlerini birleştirerek, yükün altına girme isteği, hükümetten onay aldı. böylece ilk başta 12 vapur olarak belirlenen filo, bakanlar kurulu kararıyla göçmen taşımayı üstlendi. gemi sayısı sonraki görüşmelerde değişti, yenileri eklenerek, filo büyütüldü. böylece ilk aşamada adları üzerinde uzlaşılan gemilerin yedeklerle birlikte tonajı, 27 bini buldu. sonra filo, 50 gemiye ulaştı…

göçmen taşımada kullanılan gemilerin en büyüğünü 5062 gros tonluk “akdeniz“, en ünlüsünü ise atatürk’ün de birkaç kez bindiği, orhan veli‘nin, bedri rahmi‘nin eserlerinde geçen “gülcemal” oluşturdu.
cumhuriyet, dumlupınar, sadıkzade, giresun, sakarya, diğer önemli gemiler arasında sayıldı. çoğunluğu 50 yaşın üzerinde gemilerden “ümit”, yaşlı olduğu için şanssızlığın da etkisiyle karaya oturdu.

(girit’te gülcemal vapurunu bekleyen mübadiller-dedemin insanları filminden)

büyük ölçüde açıkta kalmış, başta selanik olmak üzere yunanistan’ın büyük kentlerine yığılmış, kara kış koşullarında aç bekleyen türklerin durumunun önceliği, mübadele gemilerinin 1923 kasım ayı olarak belirlenen hareketini, 1 ay erkene aldı.
gemiler, bütün gerekli önlemler alındıktan sonra, 1 doktor, 2 sağlık görevlisi eşliğinde ekim ayı ortasında denize açıldı. türk kıyılarını, yunan iskelelerine bağlayan ege, göçmen taşıyan gemilerin aralıksız gidiş gelişine tanıklık etti.
çiçek, veba, dizanteri aşıları uygulanan göçmenlerden hastalar ve çocuklar, kamaralara yerleştirilmeye çalışıldı. yolcuların çoğunluğu güvertelerde, koridorlarda, ambarlarda taşındı, hayvanlarının yanında yolculuk yapmak zorunda kalanlar oldu.

(mübadele gemilerinden sandallarla karaya taşınan mübadil atalarımız)

(mübadil atalarımız böyle zorlu bir yolculukla ve telafisi mümkün olmayan kayıplar vererek anavatan’a getirildi.)
göçmen taşımada en korkulan, bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği dönemde, veba salgını riski oldu. bir ara yunanistan’da vebaya rastlanınca selanik’ten kısa bir süre göçmen getirme işine ara verildi. mübadele bakanlığı göçmen taşıyan gemiler için 40 günde bir fare itlafını zorunlu kıldı.

(mübadillere verilen hüviyet cüzdanı)

girit, kavala, drama ve selanik’ten 1924 temmuz ortalarına kadar 314 bin 52 muhacir, taşınabilir malları ve hayvanlarıyla birlikte gemilerle türkiye’ye getirildi. mübadele kapsamındaki yunanistan türklerinden 300 kadar sabıkalı da bir vapurla taşındığı istanbul’da, emniyette parmak izleri alındıktan sonra izinsiz ayrılmamak üzere serbest bırakıldı.
türkiye’ye muhacir getiren gemiler için indirme iskeleleri, izmir, istanbul-tuzla, ayvalık, mudanya, samsun, trabzon, antalya ve mersin oldu, her iskelenin yanında karantina oluşturuldu. (izmir’deki “karantina” semtinin ismi buradan gelmektedir…)
imar ve iskan bakanlarından refet bey’in (canıtez) verdiği bilgiye göre, yükleme ve boşaltma iskeleleri arasında 269 kişi öldü. 9 kişi, vapurdan indirilip misafirhaneye götürülüşünde, 870 kişi de misafirhanelerde hayatını kaybetti.
mübadillerin taşınmasında, seyri sefain idaresine gemi alımıyla birlikte 620 bin 800 lira harcandı…

işte mübadil türkleri doğdukları topraklardan anavatan’a getiren kahraman mübadele gemileri;
hacıpaşa
sadıkzade
sakarya
rumeli
bahr-i cedit
nilüfer
dumlupınar
timsah
rize
istanbul
canik
sürat
sulh
ankara
kırzade
salih
reşit paşa
ismet paşa
karabiga
reşadiye
altay
arslan
millet
cumhuriyet
mahmudiye
akdeniz
türkiye
kartal
giresun
bozkurt
teşvikiye
mahmut şevket paşa
ümit
trabzon
gülnihal
gülcemal

mübadilleri taşıyan bu gemilerin içinde en meşhur olanı ve bütün mübadillerin hatırladığı geminin adı gülcemal’dir. belki de ençok seferi yaptığı için adı en çok bilinen bu gemidir.

(mübadil taşıyan “kurtuluş” vapuru)

(Selanik’li mibadiller…)

V.E 09/10/2012 BURSA…

Geçmişten Günümüze MÜTAREKE BASINI ve ALİ KEMAL’ler…

At izinin it izine karıştığı şu günlerde ülkemizin her sathından gelen üzücü ve moral bozucu haberler neticesinde başbakanımız hazretlerinin bazı mevzuların haber yapılmaması isteği ve buna ricat eden değerli medya mensuplarını günümüzden 90 yıl evvelsinin medyasına benzetmek fevkalade mümkün…

Şehit veriyoruz, ocaklar sönüyor, lakin ulusal basın olayın soğumasını bekliyor neredeyse, onlarca haber kanalı hükümetin ağzının içine bakıyor “haber yapalım mı yapmayalım mı” diye…

Zira medya ile siyaset arasında bir dizi kirli ilişkiler silsilesi almış başını gitmiş, bugün Türkiye Cumhuriyeti aleni bir şekilde Suriye’li teröristleri destekliyor ve medya da hükümetin ve dahi ve de dolaylı olarak CIA’nın emelleri doğrultusunda neşr ediyorsa bunun adı “mütareke basını” değildir de nedir?

Dün mütareke basını ve satılmış kalemlerine rağmen Türk Milleti bir destan yazıp haklı savaşından alnının akıyla çıkmıştır, Türk Milleti’nin damarlarındaki asil kan bugün de mütareke basınının her nevi ve türlü kahpeliklerine ve satılmış ve de yağdanlık kalemlerine rağmen bu savaşı kazanmaya muktedirdir…

MÜTAREKE BASINI…

PEYAM-I SABAH OSMANLICA GAZETE SAYI 1123

1918-1922 yılları arasında Payitahtın, İngiliz elçiliğinin, işgalcilerin ve zararlı cemiyetlerin destekleri ile halkı Milli Mücadeleden soğutmak ve Milli Mücadele’ye katılımın ve yardımların engellenmesi amacıyla sapkın yazılar ve haberler kaleme alan bir dizi şerefsizi içinde barındıran medya güruhu…

Bunların en meşhurları herkesin malumu, Peyam-i Sabah gazetesi başyazarı ali kemal‘dir.

Ali Kemal dışında mütareke basınının diğer hain kalemleri ve akibetleri şöyledir;

Emin Süreyya;
İzmir Islahat Gazetesi başyazarı ve genel yayın yönetmeni. 9 Eylül günü bir Yunan gemisine sığınarak kaçmaya çalışmış, lakin Yunanlılar tarafından “seninle işimiz bitti” denilerek gemiden atılmış, daha sonra da Konak meydanında linç edilmiştir.

Mehmet Refet;
İzmir Köylü Gazetesi başyazarı ve genel yayın yönetmeni. Türk Ordusu’nun İzmir’e girmesinden evvel Yunanistan’a kaçtı. 150’likler listesine girdi ve bir daha yurda adım atamadı.

Mevlanzade Rifat;
Serbesti Gazetesi sahibi, Hürriyet ve İhtilaf Fırkası mensubu işbirlikçi. yurtdışına kaçmıştır. 150’liklerdendir.

İzmirli Hafız İsmail;
İzmir Müsavat Gazetesi sahibi. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Refik Halit Karay;
Aydede Gazetesi sahibi. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Bahriyeli Ali Kemal;
Bandırma Adalet Gazetesi sahibi. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Neyir Mustafa;
Edirne ve Selanik’te toplam 3 gazetenin sahibi olan işbirlikçi. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

İzmir’li Ferit;
İzmir Köylü Gazetesi yazarı işbirlikçi. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Refi Cevat Ulunay;
İstanbul Alemdar Gazetesi sahibi. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Pehlivan Kadri;
İstanbul Alemdar Gazetesi yazarı ve ortağı. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Fanizade Ali Hilmi;
Adana Ferda Gazetesi sahibi işbirlikçi. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Ömer Fevzi;
Balıkesir İrşad Gazetesi sahibi işbirlikçi. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Hasan Sadık;
Halep Doğruyol Gazetesi sahibi ve yazarı. yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Sait Molla;
İstanbul Gazetesi sahibi, aynı zamanda İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurucusu baş hainlerden…yurtdışına kaçtı. 150’liklerdendir.

Meşhur 150’likler listesinde bunlardan başka daha pek çok gazeteci bulunmaktadır.

ve ALİ KEMAL…

Yazılarını ancak ve ancak akli melekelerini yitirmiş kişilerin yazabileceği mütareke basını’nın mümtaz kalemlerinden biri olan vatan haini…Günümüzde Ali Kemal benzeri pek çok gazeteci ve makaleleri necip medyamızın güzide köşelerini süslemektedir.

Bakınız şimdi sizlere meczup(!) Ali Kemal makalelerinin vurucu tümcelerini içeren bir analiz sunacağım;

ali kemal 5 kasım 1918 peyam-i sabah;
“Tevekkeli ecdadımız Türklere edrakı bi idrak dememiş…”

ali kemal 18 mayıs 1919 peyam-i sabah;
“Müdafa-i Milliye mensupları tutuklanmalıdır…”

ali kemal 22 mayıs 1919 peyam-i sabah;
“İzmir’de sukunet var, işgal geçicidir…”

ali kemal 25 nisan 1920 peyam-i sabah;
“İdam, idam, idam…Mustafa Kemal cezasını bulacak…”

ali kemal 6 mayıs 1920 peyam-i sabah;
“Kemal’in maskaralıkları…”

ali kemal 3 kasım 1920 peyam-i sabah;
“Böyle kahramanlardan bizi Allah korusun…”

ali kemal 1 ocak 1922 peyam-i sabah;
“Mukadderatımızı Ankara’ya bırakmamalıyız…”

ali kemal 25 mayıs 1922 peyam-i sabah;
“Kuvay-i Milliyeciler Bolşevik Komunistlerdir…”

ali kemal 2 ağustos 1922 peyam-i sabah;(Büyük Taarruzdan 24 gün önce)
“Bu zavallı vatanı Mustafa Kemal’in muzaffer olma ihtirasından kurtarmalıyız…”

ali kemal 26 ağustos 1922 peyam-i sabah;(Büyük Taarruz günü)
“Bu Ankara ricalinin zihniyetiyle ancak İran’a ve Turan’a gidebiliriz, Edirne, İzmir, İstanbul istikametine gitmek hayaldir…”

ali kemal 28 ağustos 1922 peyam-i sabah;(Büyük Taarruz esnasında)
“Ankara efendileri akıllarınca bütün Türkiye’nin dostlarımız tarafından boşaltılmasını istiyorlar…”

ali kemal 1 eylül 1922 peyam-i sabah;(30 Ağustos zafer kazanılmış, Atatürk ilk hedefi Akdeniz olarak belirlemiş)
“belki taarruz yine başarısızdır…”

ali kemal 9 eylül 1922 peyam-i sabah;(düşman denizde)
“bu gün türk’ün bayramı…”

ali kemal 10 eylül 1922 peyam-i sabah;
“gayeler bir idi ve birdir…”

Görüldüğü üzre İstanbul’un ve İzmir’in işgali, Mustafa Kemal ve arkadaşları’nın Samsun’a çıkış süreci, Milli Mücadele, savaşlar gibi dönemlerde ali kemal hep milli mücadele aleyhine neşriyatlar yapmış, Atatürk’ü ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarımızı yerden yere vurmuş, kendisinin inanmadığı zafere halkı da inandırmamak için elinden geleni yapmıştır…

Lakin 9 ve 10 eylül 1922 tarihinde Peyamı Sabah gazetesinde yazdıkları ile tarihi bir göt oluş sürecinin, Türk düşmanı her şerefsizin hezeyanlarını da tarihe not düşmüştür…

Günümüz Ali Kemal’lerinin tarihin bu ibret vesikalarından örnek alıp akıllarını başlarına devşirmeleri dileklerimle…

V.E-BURSA. 10/09/2012

Bir Kut’lu savaş…MALAZGİRT…

 

 

26 AĞUSTOS, MALAZGİRT ZAFERİMİZİN SENE-İ DEVRİYESİ TÜRK BUDUNUNA KUT’LU OLSUN.

26 AĞUSTOS 1071 TARİHİ ANADOLU KAPILARININ TÜRKLERE AÇILDIĞI TARİH DEĞİLDİR.
ANADOLU 7000 YILLIK TÜRK YURDUDUR VE BU KUTLU ZAFERLE TÜRK BUDUNU ANADOLU’YA SON KEZ VE KALICI OLARAK GİRMİŞTİR…

AYLARDAN AĞUSTOS GÜNLERDEN CUMA…
GÜN DOĞMADAN EVVEL İKLİM-İ RUM’A,
BOZKURTLAR ORDUSU GEÇTİ HÜCUMA…
Şükür ki bu dizelerle hala bu zaferi idrak edebiliyoruz bu coğrafyada.

6000 Yıllık Türk Yortusu; ŞEKER BAYRAMI…

Yıllardır bir polemik dönüyor.
Kimi “Ramazan Bayramı” diyor, kimisi “Şeker Bayramı” olarak adlandırıyor.

Ramazan bayramı deyimini ekseriyetle ümmetçi cenah tercih ediyor. modern, laik kesim ise bu yortuyu şeker bayramı olarak tanımlamaya gayret ediyor.

Ne şekilde olursa olsun toplumun birleştirici unsuru olması gereken bu yortu bu vesile ile ayrıştırıcı bir turnusol kağıdına dönüşüveriyor.

Peki hangisi doğru?

Malum islam dini takvim olarak güneş takvimini değil, dünyadaki tüm ulusların binlerce yıl evvel terk ettikleri iptidai ay takvimini kullanıyor.
Çünkü Ortadoğu için makbul olan ay, doğu-orta asya için ise makbul olan güneştir. işte bu yüzden Araplar bu eski geleneği bırakmıyor.

Ha bir de bunun en önemli nedeni Arapların islamiyetten evvel taptıkları “Al ilah” ismi verilen Ay Tanrısıdır pek tabi…

Ay takvimini ilk kullananlar Ortadoğu’da ilk medeniyeti kuran Sümerlerdir.
Sümerler astronomi alanında diğer uluslara nazaran fevkalade gelişmişlerdi. Bu gelişmişliklerinin temel sebebi de inandıkları tanrıların göksel tanrılar olmasıdır.(baştanrı Altayik kavimlerde olduğu gibi GÖK TANRI’dır.)

Gökteki tanrılara yakın olma umdesi ile Sümerler Ziggurat ismi verilen yapılar inşa etmiş, bu yapılar sayesinde astronomi bilimi ile uğraşmış, gök cisimlerini gözetlemiş ve takvim sistemi geliştirmişlerdir.
Geliştirdikleri ilk takvim ise ay takvimidir. Bu sayede Sümerler doğumdan ticarete, tarımdan hayvancılığa kadar hayatlarını düzene sokmaya çalışmışlar bunda da kısmen başarılı olmuşlardır.
Lakin Sümerlerin kullandığı bu ay takvimi senelik döngüde eksik kalmasından dolayı çeşitli aksaklıklara sebep olmuş, bu aksaklıklar ve astronomi alanındaki gelişmeler Sümerleri özlerine, yani doğuya, yani güneşe biat etmeye zorlamıştır.

Sümerler, bu geçiş süreci zarfında ay takvimini sadeve dinsel motiflerinde kullanmaya başlamış, diğer günlük hayatta güneş takvimi kullanmışlardır.

işte Sümerlerin ay takvimi kullandıkları tarihlerde bir senenin sonu olarak kutladıkları yortu, günümüz islam dünyasının Ramazan ayına denk gelmekte olup, Sümerlerde çeşitli etkinlikler ve törenler ile kutlanmaktaydı…

işte Sümer mitlerinde yeri olan, Sümer ay takviminin bitiş günü olan Ramazan ayının son günü yortusunun dünyaya yayılış kökeni budur.

Sümerleri takiben bu bayram diğer Turani-Altayik kavimler tarafından da kutlanmış, Sümerlerden sonra iskit Türkleri, Hititler, daha sonra sırasıyla Hazar ve Avar Türkleri ve sair Turani Kavimler bu ay bayramını kutlamaya başlamışlardır.
Kız alıp kız verme törenleri, düğünler bu tarihlere denk getirilir, taraflar karşılıklı olarak birbirlerine bal-şeker-tatlı armağan ederlerdi…
işte, daha ortada ne Ramazan, ne de Muhammed yok iken Türk milleti, Arapların Ramazan ayının sonunda “şeker bayramı” kutlamaları yapar, bu bayramlarda en güzel kıyafetler giyilir, çeşitli şenlik ve toylar düzenlerlerdi…

Türklerin bir kısmı da Müslüman olduktan sonra bu yortuyu islam dininin yortusu ile birleştirerek tek bir bayram haline getirdi ve yine şeker bayramı olarak kutlamaya devam etti.
Lakin Arap hayranlığı duyanlar bu bayramı “Ramazan Bayramı” olarak adlandırdı.

Oysa ki Arapların Ay Tanrısı olan “Al ilah” zamanından beri Araplar da Türklerin kutladığı bu şeker bayramını kutlarlardı.
islamiyet ortaya çıkıp Ramazan ayında oruç ibadeti farz kılınınca Araplar, Ramazan ayının sonuna denk gelen bu şaman inancını, ay tanrısı dininin geleneklerini devam ettirdiler ve Türk Budununun şeker bayramını islam Dini ile ilintilendirerek kutlamaya devam ettiler…

Hülasa şeker bayramı da binlerce yıllık bir Turan yortusudur.
Ha yok, bu illa ki Ramazan Bayramıdır diyenler o zaman ay takviminin ve ay takvimindeki yılın bölümlerinin, ayın evrelerinin islamiyet ile birlikte beşeriyete kazandırıldığına inanmaktadır ki buna ay tanrıları bile güler…

Tüm Türk Budunu’nun Şeker Bayramı Kut‘lu olsun…

BAYRAMINIZ BAYRAM OLA…

GEÇMİŞTE VE BUGÜN SURİYE ALEVİ DEVLETİ…

Son günlerde Cia kaynaklı istihbari bilgiler sayesinde necip Türk basınında kurulacağı yönünde haberleri yer alan, Ortadoğu’nun son yeni devleti olmaya aday ülke…

Esad ve yandaşlarının daha doğrusu Bop doğrultusunda yapılan yeni harita ve kadastro çalışmalarının bu son doktrini esasen bizler için yeni birşey değil…

Zira Suriye’nin batısında (Lazkiye-Tartus hattı) kurulması planlanan bu devlet yine emperyalistler tarafından Osmanlı’nın son yıllarında da kurulmuştu.

20. yüzyılın başında kurulan bu devletin bayrağı, parası, anayasası, kısaca bağımsızlık alameti olarak sayılabilecek her türlü unsuru mevcuttu, tabi bir de ismi vardı; ALAWi CEMAHiRiYESi…yani ALEVi CUMHURiYETi.

işte bugün Suriye topraklarında kurulması planlanan bu devlet, o zaman Osmanlı topraklarında kurulmuştu bile.

Tıpkı bir başka Osmanlı toprağı olan Trablus’ta(Libya) kurulan SiRENAYKA CEMAHiRiYESi gibi…
(bkz: SiRENAYKA/@protest sanayici)

Ne tesadüftür ki o gün, Osmanlı toprağında batılı emperyalistlerce kurulmaya zorlanan her iki devlet bugün de son zamanlara damgasını vurdu.

Libya’nın Sirenayka bölgesinde başlayan isyan hareketi Kaddafi iktidarını alaşağı etti ve tüm Libya’ya hakim hale geldi, Batı’nın kölesi oldu.

Suriye’de ise Alevi iktidara karşı başlatılan isyan neticesinde Alevi azınlık tekrar Akdeniz kıyısına sıkışmaya zorlanmaya çalışılarak yeni bir “Alevi Cumhuriyeti” kurulmaya çalışılıyor.

Birinci Alevi Cumhuriyeti Osmanlı’ya bağlıydı, Fransız mandasını reddetti, Fransız mandası altında mutlu ve mesut olan Sünni Araplar ise “Özgür Suriye”(!) adı altında Şam ve Halep’in sahibi oldu.
Lazkiye, 20.yy başında Alevi devletinin başkenti oldu. Osmanlı imparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmasının ardından bugünkü Suriye toprakları Fransız Mandası’na girdi. Manda yönetiminin ilk yıllarında Fransızlara karşı ciddi bir meydan okuma, kırsal kesimden, özellikle de Nusayrilerin yaşadığı dağlık bölgelerden gelmişti. Nusayri Dağları’nda tam bir anarşi hüküm sürüyordu ve burası asi Alevi çeteleriyle doluydu. Yani daha önceki yönetimler gibi Fransızlar için de bölgede asayişi sağlamak pek kolay olmadı.

Bölgede, 1922’de Lazkiye ve Tartus kentlerini kapsayan Alevi Devleti kurulsa da bu ismi alması 1925 yılını buldu. Bölge 1930 yılında Lazkiye Sancağı adını aldı. Bölgenin 1936’da bağımsızlığını ilan eden Suriye’ye katılmasıyla özerkliği devam etse de devlet olarak varlığı resmen sona erdi.

Aynı bölge, 1939 yılında tekrar Suriye’den ayrılıp “Özerk Alevi Bölgesi” haline geldi. Bölgenin Suriye sınırlarına tekrar dahil olması ise, Suriye sınırlarının ilan edileceği 1944 yılının Haziran ayında gerçekleşti.

Sonra devir değişti, Baas rejimi ile birlikte Suriye’li Aleviler tekrar iktidarı ele geçirerek tüm Suriye’ye hakim oldu.

Peki neydi 2 milyon Alevi’yi 15 milyon Sünniye rağmen iktidara taşıyan şey?
yanıtı çok basit, bugün ülkemizde olduğu gibi Alevi kesimin hemen tamamı aydın insanlardan mürekkep.
yani eğitimli, dünyaya entegre olmuş, dini tek yaşam gailesi olarak görmeyen bu insanların zaman içinde sivrilerek önemli yerlere gelmesi şaşılacak birşey değil.

Ama Ortadoğu’da bugün savaş çanları yine çalıyor.
Abd’nin ve işbirlikçilerinin planlarını bozan Aleviler tasfiye edilerek Suriye tekrar özgürleştirilmek(!) isteniyor.

işte dün Suriye’yi sömürerek özgürleştirenlerin bugünkü versiyonlarının adı da dün olduğu gibi Özgür Suriye Ordusu(!)…

ne ironi ama…

ismin “Özgür Suriye” ama Batı’nın, özellikle Amerika’nın köpeği olmayı şimdiden kabullenmişsin.

Biz de özgürüz ya o yüzden mi Amerika’nın bir dediğini iki etmiyoruz?

 

(alawites in levant including demascus-şam’ı da içine alan doğu akdeniz’deki alevi populasyonu)

http://en.wikipedia.org/wiki/Alawite_State

ZARARLI CEMİYETLER…

Milli mücadele’yi yok etme ve Türk topraklarının işgalini ve parçalanmasını kolaylaştırma amaçlı, ekseri ingiliz gizli servisince kurulan hain yuvalarıdır.

Bunların en bilineni “ingiliz Muhipleri Cemiyeti“dir ki diğer cemiyetleri de örgütleyen ve finansal destek veren yine bu cemiyettir.

işte mütareke ve işgal yıllarında her biri birer şer yuvası olan zararlı cemiyetler;

1-iNGiLiZ MUHiPLERi CEMiYETi
Sait Molla, Abdullah Cevdet ve ingiliz ajanı Rahip Frew tarafından kurulan, tüm Osmanlı ülkesinin ingiliz mandası altına girmesini amaçlayan, ilgiliz hükümeti ile çok sıcak ilişkileri olup, özellikle işgal günlerinde ingiliz Büyükelçiliği ile Dersaadet arasındaki eşgüdümü sağlayan cemiyet.

Cemiyetin en önemli faaliyeti hiç kuşkusuz, Vahdettin’e ingilizlerle yaptırdığı gizli antlaşmadır. antlaşmanın içeriğine şuradan ulaşabilirsiniz;
(bkz: #15554543)

ingiliz muhipleri cemiyeti bünyesinde barındırdığı pek çok devlet adamı, nazır ve paşalar ile bu zararlı cemiyetlerin hiç kuşkusuz en ünlüsü ve en büyüğüdür…

2-TEALi iSLAM CEMiYETi;
islam figürünü kullanarak, molla kıyafetli din adamlarını işgal bölgelerine göndererek milli mücadele aleyhine faaliyetler gösteren, isgal güçlerini “müslümanlık adına” öven işbirlikçi cemiyet. “haçlı müslümanları…”

3-iLAY-I VATAN CEMiYETi;
ingiliz muhipleri cemiyeti’nin peyki olan cemiyet.
Vahdettin’e “Kurtuluş Savaşına karşı” olduklarına dair sundukları meşhur bir bildirileri vardır.

4-TARiK-i SALAH CEMiYETi;
ingiliz işgal güçleri komutanı General Harrington tarafından kurulan ve ingiliz işgal kuvvetleri ile ingiliz muhipleri cemiyeti arasında eşgüdümü sağlayan şer odağı…

5-ASKERi NiGAHBAN CEMiYETi;
Vahdettin’in ingiliz desteği ile oluşturduğu “Halife Ordusu”na lojistik destek sağlayan, Milli Kuvvetler’e çeşitli şekillerde sabotajlar, suikast ve saldırılar tertipleyen, ingiliz ajanları tarafından eğitilmiş, Halife’ye bağlı müslüman subay ve askerlerden müteşekkil örgüt.

VahdettinHan2 201x300 Armağandan Vahdettin gerçekleri

6-FALHiYAT CEMiYETi;
Milli Mücadele’yi baltalamak amaçlı çeşitli isyanlar çıkararak ingilizlere ve Müslümanların Halifesine(!) hizmet eden cemiyet.

7-AHMEDiYE CEMiYETi;
Kuvayi Milliyecilere suikastlar yapmak amaçlı faaliyet gösteren cemiyet. Bu suikastler karşılığında ingiliz elçiliğinden düzenli bir şekilde para aldıkları belgeleri ile mevcuttur.

8-TÜRK ZABITA-I HUSUSiYE TEŞKiLATI;
işgal günlerinde doğrudan ingilizlerin emrinde çalışan emniyet mensupları tarafından oluşturulan cemiyet. bu cemiyet payitahtta bulunan zabitanların(polislerin) işgal kuvvetleri emri altında faaliyet göstermesini sağlama amacını esas almış ve istanbul’dan anadolu’ya gelen desteklerin önünü kesmeye çalışmıştır.

9-KÜRT TEALi CEMiYETi;
En büyük amaçları doğu’da bir Kürt isyanı çıkararak Milli Mücadele’yi zarara uğratmak ve ingiliz mandası altında bir Kürdistan kurmak olan ve ingiliz Muhipleri Cemiyeti ile dirsek temasında olan cemiyet.

10-ŞARKI KARiP ÇERKEZLERi CEMiYETi;
Çerkez kökenli Osmanlı tebasını kışkırtarak, Bolu, Düzce, Sakarya, Manyas, Bursa, Biga bölgelerinde pek çok cinayetler işlemiş, isyanlar çıkarmış cemiyet. cemiyetin amaçlarından biri ingiliz mandası altında Anadolu’da bir “Çerkez Kantonu” kurmaktır…

11-ADEM-i MERKEZiYETÇiLER CEMiYETi;
Prens Sabahattin çevresinde toplanan Komunizm yanlılarını barındıran cemiyet. Lakin bunlar da komunist oldukları halde ingiltere Mandası’nı savunurlar, Kurtuluş Savaşı’nın bir hayalde öteye geçmeyeceğine inanırlardı.

12-MAVRi MiRA CEMiYETi;
Osmanlı tebası olan Rumlar tarafından kurulan ve Anadolu’nun bir Yunan yurdu olmasını, istanbul, Doğu Trakya ve izmir’in Yunanistan’a katılmasını amaçlayan cemiyet.

13-ETNiKi ETERYA CEMiYETi;
Mavri Mira Cemiyeti ile aynı amaçları güden, Rumlar tarafından kurulmuş cemiyet.

14-PONTUS-RUM CEMiYETi;
Doğu Karadeniz’de Trabzon merkezli bir Pontus Devleti kurma amacı taşıyan ve bölgedeki Rumları Türkleri katletmeye teşvik eden ve silahlı komiteler oluşturan cemiyet.

15-TAŞNAK VE HINÇAK CEMiYETLERi;
Doğu Anadolu’da “Büyük Ermenistan” hayalini gerçekleştirmek amaçlı kurulan cemiyetler.
(bkz: hınçak)
(bkz: taşnaksütyun)

16-SULH VE SELAMETi OSMANi FIRKASI;
Yegane amacı halifenin ve saltanatın bekasını korumak ve gözetmek olan cemiyet.

17-WiLSON PRENSiPLERi CEMiYETi;
ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın ilkeleri doğrultusundaki planını benimseyip, Anadolu topraklarına kurtuluşun Amerikan mandasına girmekle mümkün olacağını düşünenlerin buluştuğu cemiyet.

18-KARDOS CEMiYETi;
Anadolu’daki Rum populasyonunu arttırmak ve oluşturulan Rum çeteleri için gönüllü olarak savaşacak Rumları Yunanistan’dan Anadolu’ya geçirip çetecilik yapma amacıyla kurulmuş cemiyet.

19-ALLiANCE iSRAiLiTE VE MACCABi CEMiYETLERi;
Amacı, Filistin’de bağımsız bir israil Devleti kurmak olan Osmanlı Musevilerinin kurduğu cemiyet.

Tarihi Değiştiren Köhne Vapur…BANDIRMA…

Mustafa Kemal ve arkadaşlarını, 19 mayıs 1919 günü Samsun’a ulaştırarak, Anadolu Türk Devrimi’nin ilk ateşini yakan kahraman gemidir Bandırma…

Bu anlamlı günde, bu köhne lakin bir o kadar da önemli geminin içeriğine bir göz atalım…

Gemi 1878 yılında ingiltere’nin Glasgow kentinde (iskoçya bağımsızlığını ilan ettikten sonra bu bölge iskoçya sınırları içersine girmiştir) Mac. Intyre Paisley – Huston and Cardett tezgahlarında gemi tezgahlarında 21 sıra numarası ile 279 grostonluk yolcu ve yük vapuru olarak inşa edilmiştir. Geminin ilk sahibi Dussey and Robinson şirketi gemiyi “Torocaderto” adı altında 5 yıl çalıştırdı.

1883 yılında Yunanistan’da H. Psicha Preus Firmasına satıldı. “Kymi” adını alarak , geminin Londra’da olan kaydı Pire Limanına alınmıştır.

1890 yılında H. Psicha Preus firması gemiyi başka bir Yunanlı firma olan Cap. Andereadis firmasına satmış , 12 Aralık 1891 tarihinde kaza sonucu batmış, aynı yıl içersinde yüzdürülmüştür. Kıymı adı ile “istanbul Rama Derasimo” firmasına satılarak istanbul limanına kayıt edilmiştir.

1894 yılında Pire Limanındaki kayıt o zamanki Deniz Yolları işletmesi anlamına gelen “idare-i Mahsusa“ya nakledilmiş ve Türk bayrağı çkilerek, adı “Kymi” den “Panderma” olarak değiştirilmiştir. Marmara Denizi kıyılarında, Tekirdağ , Mürefte, Sarköy , Karabigah, Erdek arasında yük ve yolcu seferleri yapmıştır.

idare-i Mahsusa’nın statü değiştirerek 28 Ekim 1910 yılında “Osmanlı Seyrüsefain idaresi“(Osmanlı Denizcilik işletmesi) olunca geminin adı “Panderma” (Bandırma) olarak değiştirilerek posta vapuru haline getirilmiştir.

19 Mayıs 1919 tarihinde Atatürk ve Silah Arkadaşlarını Samsun’a getirdikten sonra yine posta hizmetlerine devam etmiştir. 1924 yılında “Türkiye Seyrüsefain idaresi” tarafından hizmet dışı bırakılmıştır.

Bandırma adını aldıktan sonra birkaç kez kaza geçirmiş, yük taşımacılığı yaptığı tarihlerde ingiliz yapımı E-11 model denizaltına çarptığı, attığı torpido sonucu batmak üzere olduğu, daha sonra motorunun büyük bir arıza yaptığı elde edilen bilgilerde yer almaktadır.

1925 yılında gemi Bozmacı ilhami’ye (SÖKER) isimli Türk armatöre satılmış, ve aynı armatör tarafından 4 ay içinde Haliç Feneri’nde Hurda olarak parçalanmıştır.
——————————————

Bandırma vapuru’nun Samsun’a doğru harekatı öncesi mürettebatı şu isimlerden oluşmaktaydı;

1)Gemi süvarisi ismail Hakkı Durusu
2)ikinci Kaptan Üsküdarlı Tahsin Kaptan
3)Çarkçı Başı Hacı Süleyman
4)Gemi Katibi ismail
5)Lostromo Hasan Reis
6)Serdümen Göreleli Ali Oğlu Basri
7)Ambarcı Rizeli Süleyman Oğlu Mahmut
8)Ambarcı Silivrili Hasan Oğlu Mehmet
9)Tayfa Süleyman Oğlu Cemil
10)Tayfa Hüseyin Oğlu Rahmi
11)Tayfa Mesut Oğlu Temel
12)kamarot Muharrera Oğlu Hacı Tevfik (Ulusu)
13)Kamarot ibrahim Oğlu Mehmet
14)Kamarot Yamağı Mustafa Oğlu Halit
15)Ateşçi Koyunhisarlı Yusuf Oğlu Halit
16)Ateşçi Rizeli Arif Oğlu Mansur
17)Ateşçi Osman Oğlu Hacı Hamdi
18)Kömürcü Hasan Oğlu Mehmet
19)Kömürcü Mehmet Ali Oğlu Ömer Faik
20)Vinçci ismail Hakkı
21)Vinçci Ali Oğlu Galip
———————-

Ve harekat başlıyor

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a hareketinden bir kaç gün önce eski ve yakın arkadaşlarından olup 1926 yılına kadar da beraber oldukları Rauf Bey (ORBAY) aldığı bir habere göre işgal kuvvetleri komutanlığı tarafından izin verilmeyecekti , ya da Bandırma Vapuru’nu Karadeniz’e çıktıktan sonra batırılacağını haber aldığını söylemiştir.
Aslında Galata rıhtımları , Fransız, Sirkeci rıhtımları da ingilizler’in işgali altındaydı. Paşa bu varsayımları da göz önünde tutarak fikirini değiştirmiş , beşiktaş Akaretler’de oturan anne si Zübeyde Hanımefendi ve kız kardeşi Makbule hanımefendi’ye veda etmek için Beşiktaş’taki evlerine gitmiştir.
Onlarla bir süre görüştükten sonra, Karargahı ile beraber, Beşiktaş Vapur iskelesinden “Askeri yollama” nın bir motoruna binmiş, kız kulesi açıklarında bekleyen bandırma vapuruna geçerek , Süvari ismail hakkı kaptan’a hareket emrini vermiştir.
Bandırma vapuru Sirkeci Rıhtımında durdurularak ingilizler tarafından sıkı bir denetimden geçirilmiştir. istanbul Boğazın’dan Karadeniz’e çıktıktan sonra hafiften esen rüzgar birden kendini şiddetli bir rüzgara bırakmış ve 279 grostonluk gemiye yüklenmeye başlamıştı.
Geminin istanbul’dan hareketinden bir süre sonra, ingiliz işgal kuvvetleri tarafından bir destroyer gönderilerek, Bandırma vapurunu geri çevirmek yada batırmakla görevlendirilmişti.
Fakat Bandırma vapuru ingiliz işgal kuvvetlerinin planladığı rotayı takip etmediği için yakalayamamıştırlar. Bandırma vapuru 18 Mayıs 1919 günü saat 12 civarı Sinop limanına girmiştir.
Gemide konuk olarak bulunan Sinop Mutasarrıfı Mazhar Tevfik Bey bir sandalla karaya çıkarken, Mustafa Kemal Paşa bir ara arkadaşları ile birlikte Sinop’a çıkıp oradan da kara yolu ile Samsun’a gitmeyi düşünmüştür. Böylece takip eden savaş gemisinden kurtulmuş olacaklardı. Fakat kara yolcuğunun yol şartları nedeniyle deniz yolculuğundan daha çetin olalacağı anlaşılınca bu fikirden vaz geçilerek Vapurla yolculuğa devam kararı alınmıştır.

Bandırma Vapuru 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü sabah 08:15’de Samsun’a demir atarken, ismail Hakkı Kaptan yaşamının en mutlu anının tadıyordu.
Bu güç görevi yerine getirebilmenin kıvancı içersinde Allah’a şükrediyordu. Dil iskelesi açığına demir atan bandırma vapurundan taka aracılığı ile Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları, bugünkü Samsun Büyük Oteli ve Yaşar Doğu Spor Salonu arasında bulunan ilk adım anıtının olduğu yerdeki Fransızlar’dan kalma Dil (Reji) iskelesinden karaya ayak basmışlardır.
19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkan genç generalin Kurtuluş harekatını başlatacağını kimse bilmiyordu. Resmi görevi Samsun ve çevresinde baş kaldıran bazı çeteleri yola getirmekti. Resmi ünvanı ise ordu müfettişliği idi.

Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Bandırma vapurunda bulunan ve Samsun’a ulaşan kurmay ve silah arkadaşları şu isimlerdi;

-9. Ordu Müfettişi Mirliva(Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa (Atatürk)
-3. Kolordu Komutanı Erkan-ı Harp Mir Alayı (Kurmay Albay) Re’fet (Bele Paşa)
-Müfettişlik Kurmayı Başkanı Erkan-ı Harp Mir Alayı Manastırlı Kazım (Dirik Paşa)
-Müfettişlik Sağlık Daire Başkanı Tabip Miralay ibrahim Tali (Öngören)
-Kurmay Başkan Yardımcısı Erkan-ı Harp Kaymakamı (Kurmay Yarbay) Mehmet Arif Bey (Ayırıcı)
-Karargah Erkan-ı Harbi ve istihbarat ve Siyasi şube Müdürü Erkan-ı Harp Binbaşısı Hüsrev Gerede
-Müfettişlik Topçu konutanı Topçu Bin Başı Kemal Bey (Doğan)
-Müfettişlik Sağlık Daire Başkan Yardımcısı Tabip Bin Başı Refik Bey (Saydam)
-Müfettişlik Baş Yaveri Yüz Başı Cevat Abbas Bey (Gürer)
-Dr. Yüzbaşı Behçet Efendi
-Kurmay Mülhakı Mümtaz (Tunay)
-Kurmay Mülhakı Yüz Başı ismail Hakkı (Ede)
-Müfettişlik Emir Subayı Yüz Başı Ali Şevket (Öndersev)
-Karargah Komutanı Yüz başı Mustafa Vasfi (Süsoy)
-Mülhak Yüz Başı Rauf
-Yüz Başı Hersekli Ahmet Efendi
-Kurmay Başkanı Emniyet Subayı Üsteğmen Hayati
-Kurmay Mülhakı 3. Kolordu Komutan Yaveri Üsteğmen Arif Hikmet (Gerçekçi)
-iaşe Subayı Üsteğmen Abdullah (Kunt)
-Mülhak Teğmen Zebur
-Müfettişlik ikinci Yaveri Teğmen Muzaffer (Kılıç)
-Emir Subayı Teğmen Ruhsat
-Adli Müşavir Ali Rıza Efendi
-Tabur Hesap Memuru Rahmi Efendi
-Tabur Hesap Memuru Ahmet Nuri Efendi
-1.Sınıf Katip Faik Efendi (Aybars)
-4.Sınıf Katip Memduh Bey (Atasev)
-Zabit Vekili Tahir Efendi
-Alay Katibi Yahya Efendi
-Tabur Katibi Süleyman Fehmi Efendi
-Hesap Memuru Şükrü Efendi
-Kıdemli Çavuş Osman Nuri Oğlu Ali Faik
-Kıdemsiz Çavuş ibrahim izzet Oğlu Atıf
-Çavuş Mustafa Oğlu Kemal
-Çavuş Kemal Oğlu Mustafa
-Onbaşı Tevfik Oğlu Adem
-Onbaşı Ali Oğlu Refet
-Onbaşı Abdullah Oğlu Ali
-Nefer Hüseyin Oğlu Mehmet
-Nefer Ahmet Oğlu Emin
-Nefer Mustafa Oğlu ismail
-Nefer ibrahim Oğlu Ömer
-Nefer Kerem Oğlu Mehmet
-Nefer Mehmet Oğlu Mehmet
-Nefer Hasan Oğlu Ulvan
-Nefer Mehmet Oğlu Durmuş
-Nefer Mehmet Oğlu Ali
-Nefer Şakir Oğlu Nuri
-Nefer Hasan Oğlu Hüseyin
-Nefer Abdullah Oğlu Musa
-NeferAbdullah Oğlu Mehmet
-Nefer Mehmet Oğlu Hasan
-Nefer Bekir Oğlu Mahmut
-Nefer ihsan Oğlu Mehmet Lütfi
-Nefer Ali Oğlu Musa

olmak Üzere Toplam 55 kişidir…

ATATÜRK VE ANTROPOLOJİ

TÜRK ANTROPOLOJİ KURUMU;

Irk incelemeleri yapabilmek ve Türk ırkına dair somut veriler elde edip Tarih Tezi’ni güçlendirmek için Atatürk’ün direktifleri ile 1925 yılında kurulan kurum.

——-
TÜRK ANTROPOLOJİ MECMUASI;

Irk incelemeleri yapabilmek ve Türk ırkına dair somut veriler elde edip Tarih Tezi’ni güçlendirmek için Atatürk’ün direktifleri ile 1925 yılında kurulan Türk Antropoloji Kurumu‘nun çalışmalarını pabliş edip geniş kitleleri haberdar etmek amacıyla ekim 1925 tarihinde çıkarılan mecmuadır.Türk Antropoloji Mecmuasının yayımlanan sayılarında “Eugenisme akımı”nın verilerine dayanılarak Türk ırkı ve Türk tipi üzerine yoğunlaşılan çeşitli yazı ve makalelere yer verilmiş, bu çalışmalar ilerleyen yıllarda toplanacak Türk Tarih Kongreleri için esas maddeleri teşkil etmiştir.Türk Antropoloji Mecmuasında çalışmaları yayımlanan bazı antropologlar ve araştırmaları şunlardır;

-Nureddin Bey, Necket Eumer Bey(Neşet Ömer), M.Bauchet, Süreyya Bey, ismail Hakkı Bey;
“istanbul’da yaşayan türk ırkının karşılaştırmalı mukayesesi”

-Nureddin Bey, Neşet Ömer Bey, Hamza Bey, M.Bauchet, Süreyya Bey;
“Türk ırkının antopolojisi üzerine notlar”

-Prof.Eugene Pittard;
“Küçük Asya Türklerinin antropolojik mütaalası, Türk ırkının menşei”

-Dr. Şevket Aziz;
“alelumum prognatisma ve Türk kafalarının prognatisması”
“Hititlerin kronolojik tetkikatına methal”
“Türk ırkı ve Türk dili”

-Dr. Saim Ali;
“dil birliğine doğru, 1. ırk temeli üzerinde”
“dil birliğine doğru, 2. dil birliği”
“Hint Avrupa dilleri önünde Türkler”
“Hint Avrupa dillerindeki son ekler ve bunun Türkçe ile ilişkisi”
“Kelt dili-Türkçe problemi”
“Kelt dili-Türkçe problemi 2”

-Ali Saim Dilemre;
“Türk fiil tasrif sistemi ve Hint Avrupa fiilleri tasrif sistemi ile aralarındaki birlikler.”

EUGENE PİTTARD…

Türk antropolojik yapısı konusunda Atatürk’ü en fazla etkileyen bilim adamıdır.

isviçreli’dir, antropolog ve tarihçi’dir.

Hint Avrupa odaklı tarihçilik anlayışına esir olmayan, tarihsel bulguları tarafsızca yorumlayan ender aydınlardan biridir Eugene Pittard…

Atatürk tarafından 1937’de tertiplenen ikinci Türk Tarih Kongresi‘ne davet edilmiş ve hatta kongrenin açılış nutkunu okumuştur.

Atatürk, Pittard’ın “Irklar ve Tarih, tarihe etnolojik giriş” adlı eserini dikkatle okumuş, üzerinde etraflıca düşünerek birtakım notlar almıştır.


Batı’da ırka dayalı antropoloji kuramının en önde gelen savunucularından Gobineau, Selçuklular ve Osmanlılar’ın diğer ırklarla karışıp saflıklarını yitirdiklerini öne sürerken, Pittard bu savı kabul etmemiş, Türkleri Avrasya’nın en güzel ırklarından biri olduğunu savunarak Türk ırkının fiziksel özelliklerini ortaya çıkaracak çalışmalar yapmış ve bu çalışmalara bizzat katılmıştır.

ALINTI
Atatürk’ün antropoloji çalışmalarındaki gözdesi olan isviçreli profesör Eugene Pittard’ın “Irklar ve Tarih” adlı çalışması Türk antropoloji çalışmalarında kaynak rolü oynamıştır.

Pittard’ın batı merkezli tarih tezine aykırı görüşleri tüm dünyada yankı bulmuştur. hatta “Eugenisme” adıyla yeni bir bilim dalı olarak Avrupa’yı ve Türk aydını’nı etkilemiştir.

Pittard, Türkleri ve Türk dünyasını iyi tanıyordu. Batılı ırkların üstün, doğulu ırkların geri olduğu görüşüne katılmıyordu; tam tersine, doğulu Türklerin de ileri olduğuna inanıyordu. bu inancını da hiç çekinmeden her yerde dile getiriyordu.

Örneğin, Lozan görüşmeleri sırasında ingiliz başbakanı Lloyd George‘un:

“Türklerin, şimdi hak istedikleri Anadolu’da nesi var? orada medeniyet vesikası olarak ne kalmışsa, Yunan’ın, Roma’nın, Bizans’ın dır. Türklerin Anadolu’daki evleri sazdan ve kerpiçten, harabelerden ibarettir. şimdi böyle bir alemi veya onun güzel parçalarını Türklere nasıl bırakırsınız?”

Demesi üzerine Eugene Pittard, Cenevre’nin ünlü bir gazetesinde Lloyd George’a şu tarihi cevabı vermiştir:

“Efendiler, Konya’daki ince minarenin kapısı ile, istanbul’daki muhteşem Süleymaniye’nin kubbelerini yapan millete karşı, böyle söylenemez. haddinizi biliniz…”

Pittard, 1931 yılında Türklerin Avrupa’daki kötü imajını düzeltmek amacıyla, “Küçük Asya’ya Seyahat” adlı bir kitap yayımlamıştı. 1935’te, isviçre’de doktora yapan Atatürk’ün manevi kızı Afet inan‘la tanışmasından sonra, 1937 yılında Türkiye’ye gelip ikinci Türk Tarih Kongresi‘nde onur başkanı olmuş, Türk Tarih Tezi‘ni savunan konuşmalar yapmış ve Türkiye’de büyük bir saygınlık kazanmıştı.
Afet inan, antropoloji alanındaki doktora tezini 1939 yılında Cenevre‘de onun gözetimi altında hazırlamıştı…
ALINTI

TÜRK TARİH KONGRELERİ…

Türk Tarih Tezi‘nin tartışıldığı, yerli ve yabancı bilim insanlarının katılımlarıyla Mustafa Kemal Atatürk himayesinde tertiplenen, ilki 1931, ikincisi de 1937 tarihinde gerçekleşen kongrelerdir.

(Birinci Türk Tarih Kongresi)

alıntı
Birinci Türk Tarih Kongresi, tarih tezi’nin dahilde zaferi ile neticelenmişti. ikinci Türk Tarih Kongresi ise, tezin cihan alimlerinin tenkitlerine arz edilmesi imkanını vermişti. ikinci kongre daha parlak bir şekilde sona erdi. Türk Tarih Tezi’ne taç giydirildi. Selahiyetler büyük alimler, yeni açılan bu tetkik sahasında yapılan araştırmaları takdirle karşıladılar…
Türk Tarih Tezi artık kati surette muzaffer olmuştu…
(şemsettin günaltay)
alıntı

Birinci Türk Tarih Kongresi daha ziyade yerel bir kongre ve Türk Tarih Tezi’nin yurt içinde tartıştığı bir münazara gibi iken ,ikinci Türk Tarih Kongresi’ne yerli ve yabancı pekçok bilim adamı katılmış ve Türk Tarih Tezi enine boyuna ciddi argumanlar sunularak tartışılmış ve Türk Tarihi’nin derinlikleri tescillenmiştir.

Bu çapta dünya üzerinde halihazırda yapılmış başkaca bir tarih kongresi yoktur.

Birinci Türk Tarih Kongresi’ne katılanlar ve sundukları bildiriler;

1)Reşit Galip;
“türk ırk ve medeniyet tarihine umumi bir bakış”

2)Zayti Frenç;
“hint akraba kavimleri arasında”

3)Yusuf Ziya Bey;
“mısır din ve ilahlarının türklerle alakası”

4)Hasan Cemil Bey;
“ege medeniyeti’nin menşeisine umumi bir bakış”

5)Afet inan;
“tarihten evvel ve tarih fecrinde”
“orta kurun tarihine umumi bir bakış”

6)Semih Rifat Bey;
“türkçe ve diğer lisanlar arasındaki irtibatlar. iptidai türk aile hukuku ile indo avrupa aile hukuku arasında mukayese”

7)Şevket Aziz Kansu;
“türklerin antropolojisi”

8)Şemsettin Günaltay;
“islam medeniyetinde türklerin mevkii”

9)Sadri Maksudi Arsal;
“tarihin amilleri”

10)Mehmet Fuat Köprülü;
“türk edebiyatına umumi bir bakış”

11)Avram Galanti;
“yerli tarih kitabı, türk tarihinin ana hatları hakkında mülahazat”

12)Yusuf Hikmet Bey;
“şarka inhitat sebepleri”

13)Halil Ethem Bey;
“müzeler”

14)Yusuf Akçura;
“tarih yazmak ve tarih okumak”

——————————————–

(Eugene Pittard)

İkinci Türk Tarih Kongresine katılanlar ve sundukları bildiriler şunlardır;

1)Eugene Pittard;
“kongreye iştirak eden yabancılar adına kongreyi açış nutku”
“neolitik devirde küçük asya ile avrupa arasında antropolojik münasebetler”

2)Afet inan;
“türk tarih kurumu’nun arkeolojik faaliyetleri”
“türk-osmanlı tarihinin karakteristik noktalarına bakış”

3)Hamit Zübeyr Koşar;
“türk tarih kurumu tarafından alacahöyük’te yapılan hafriyatta elde edilen neticeler”

4)Şevket Aziz Kansu;
“ankara ve civarının prehistoryasında yeni buluşlar”
“selçuk türkleri hakkında antropolojik bir tetkik ve neticeleri”

5)ibrahim Necmi Dilmen;
“türk tarih kongresinde güneş dil teorisi’nin yeri ve değeri”

6)Yusuf Ziya Özer;
“son arkeolojik nazariyetler ve subarlar”

7)Abdülkadir inan;
“altay-pazırık kurganında çıkarılan atların vaziyetinin, türklerin defin merasimi bakımından izahı”

8)Von Der Osten;
“anadolu’da milattan önce üçüncü bin yıl”

9)gustov güterbock;
“etilerde tarih yazıcılığı”

10)Arif Lütfi Mansel;
“ege tarihinde akalar meselesi”

11)Wilhelm Brandenstein;
“etrüsk meselesinin şimdiki durumu”
“limni’de bulunan kitabe, etrüsklerin anadolu’dan neşet ettiklerine dair dil bakımından ehemmiyetli delil”

12)Hasan Reşit Tankut;
“dil ve ırk münasebetleri hakkında”

13)Kerim Erim;
“sümer riyaziyesinin esas ve mahiyetine dair”

14)ismail Hakkı izmirli;
“şark kaynaklarına göre müslümanlıktan evvel türk kültürü’Nün arap yarımadasındaki izleri”
“peygamber ve türkler”

15)Geza Feher;
“türko-bulgar, macar ve bunlara akraba olan milletlerin kültürünün avrupa’ya tesiri”

16)Reşit Rahmeti Arat;
“türklerde tarih zaptı”

17)Ernst Von Aster;
“felsefe tarihinde türkler”

18)Marguerita Dallenbach;
“türklerin antropolojik tarihine dair vesikalar”

19)Theodor Helmuth Bossert;
“türk sanatının keşfi”

20)Henri V Valois;
“garbi asya’nın ırklar tarihi”

21)Henri A Alföldi;
“türklerde çift krallık”

22)Kont Zici;
“macar kavminin menşeine dair”

23)Ture Johnsson Arne;
“türkmen stepinin kabile tarihi, nüfusu ve bunun anadolu ile münasebetleri”

24)Hüsnü Hamid Sayman;
“riyaziye tarihinde türk okulu”

25)W Koppers;
“halk bilgisi ve cihanşümül tarih tetkiki karşısında öz türklük ve öz indo germenlik”

26)H Schell;
“eski vesaik ilmi”

27)Sabri Atayolu;
“türk kırmızısı”

28)Saffet Engin;
“eti ve grek dini sistemlerinin mukayesesi”

29)Clemens Bosch;
“tarihte anadolu”

30)Nevzat Ayas;
“türkler ve tabiat kanunu”

31)Fatih Gökmen;
“eski türklerde heyet ve takvim”

32)Sadi Irmak;
“türk ırkının biyolojisine dairaraştırmalar, kan grupları ve parmak izleri”

33)Nurettin Onur;
“kan grupları bakımından türk ırkının menşei hakkında bir etüt”

34)Mehmet Şükrü Akkaya;
“sümer dilinin babil diline tesiri”

35)Remzi Oguz Arik;
“proto etilere dair”

36)Pralty;
“türklerde hristiyanlık”

37)Annemarie von Gabain;
“hun-türk münasebetleri”

38)T H Baltacıoğlu;
“Edremit Civarında Türk Aşiretleri”

39)Kamil Kepecioğlu;
“türklerde spor”

40)Sadri Maksudi Arsal;
“beşeriyet tarihinde devlet ve hukuk mefhumu ve müesseselerin inkişafında türk ırkının rolü”

41)Louis Delaport;
“etiler’in aşağı mezopotamya ile siyasi ve kültürel münasebetleri”

42)Salih Murad Uzdilek;
“iki büyük türk aliminin medeniyete hizmetleri”

43)Süheyl Ünver;
“ortaçağda türkçe”

44)Richard Hartmann;
“umumi türk tarihi çerçevesi içinde yeni türkiye”

45)Osman Şevki Uludağ;
“tıp ilmi ve osmanlı türkleri”

46)Besim Darkot;
“yurdumuzda iklim tarihinin son safhalarına dair bazı görüşler”

47)Mukrimin Halil Yinanc;
“on ikinci asır tarihçileri ve muhammed bin ali il-azimi”

48)Serafettin Yaltkaya;
“eski türk ananelerinin bazı dini müesseselere tesiri”

49)Stefan Przeworski;
“anadolu bronz buluntularının ehemmiyeti”

50)Thomas Wittemore;
“ayasofya camiindeki mozaikler”

51)Ark Dixon;
“romalılar devrinden evvel iberya ispanyası ile adalar denizi sahası arasındaki temaslar”

52)László Rásonyi;
“ortaçağda erdel’de türklüğün izleri”

53)Hikmet Bayur;
“16. asırda dini ve sosyal bir inkilap teşebbüsü: ekber gürkan”

54)ismail Hakkı Uzunçarşılı;
“14. ve 15. asırlarda anadolu beyliklerinde toprak ve halk idaresi”

55)Gyula Moravcsik;
“türklüğün tetkiki bakımından bizantolojinin ehemmiyeti”

56)A Gabriel;
“selçuk mimarisi”

57)Ettore Rossi;
“italya kütüphane ve arşivlerinde türk tarihine dair italyanca ve türkçe mehazlar”

58)Şemsettin Günaltay;
“islam dünyasının inhitatı sebebi selçuk istilası mıdır?”

59)Oswald Menghin;
“milattan üç bin yıl evvel anadolu’nun cenubi şarki avrupa’sı üzerindeki tesiri”

60)Nander Fettich;
“hunlar zamanına ait olup szeged-nagyszekas’ta bulunan prens mezarı hafriyatında bulunan eşya”

61)Wilhelm Dörpfeld;
“truva hafriyatı”

62)Walter Ruben;
“milattan bin sene evvel asya içlerinden muhaceret eden hindistan’ın en eski demircileri arasında”

63)G Rohde;
“roma ve anadolu ana ilahesi”

64)A Persson;
“prehistoryada yunanistan ile küçük asya arasındaki münasebetler”

65)Kurt Bittel;
“prehistorik devirde anadolu’da ölü gömme adetleri”

66)Myres;
“iran, yunanistan ve beni israil ili”

67)Walter Andrae;
“sümerlerin manumantal sanatları”

68)Benno Landsberger;
“ön asya kadim tarihinin esas meseleleri”

69)Franz Hancar;
“kafkas ilk tarih araştırmaları ışığında anadolu yeni eneolitik buluntuları”

70)Abbe M Breuil;
“avrupa, asya ve afrika arasında iltisak noktası türkiye”

71)Muzaffer Göker;
“türk tarih kurumunun ilmi ve idari faaliyetleri”

72) Carl M Blegen;
“truva hafriyatı”

73)Martin Schede;
“yunan ve roma harabelerinin nevi ve ehemmiyetleri”

74)Friedrich Serre;
“konya selçuk sanatı”

75)Hamit Sadi Selen;
“16. asırda yapılmış anadolu atlası”

76)A Rüstow;
“at ve araba kullanmanın tarih ve sosyoloji bakımından ehemmiyeti”

77)W Deonna;
“şark ve kadim yunanistan”

78)Feyzi Kurtoğlu;
“16. asılrda hint okyanusunda türkler ve portekizliler”

79)Fehmi Turgal;
“mülga şeriye mahkemeleri sicilleri üzerinde incelemeler”

80)Fehim Bayraktareviç;
“türk-yugoslav kültür münasebetleri”

81)hifzi veldet velidedeoglu;
“türk kadınının hukuki vaziyeti”

82)Ali Fuat Başgil;
“türk milliyetçiliği, doğuşu, manası, gayesi ve vasıfları”

83)Cemil Bilsel;
“lozan barış antlaşması”

84)Ömer Lütfi Barkan;
“osmanlı kuruluş devrinin toprak meseleleri”

(Atatürk ve manevi kızı Prof. Afet İnan hanımefendi…)

3 MAYIS DÜNYA TÜRKÇÜLÜK GÜNÜ…(3 mayıs türkçülük bayramı)

Oğuzuyla, Kıpçakıyla, Karlukuyla Türk milletinin bir ve dir olduğunu dosta düşmana gösterdiği gündür.

Damarlarımızda ve çocuklarımızın damarlarında asil türk kanı dolaştığı sürece, Macaristan’dan, Çin Seddine Türk dünyasının baki kalacağı güzel günler görmek dileğiyle. tüm kandaşlarımızın bayramı kut’lu olsun…

türkçü devrim‘in ateşi sarsın dörtbir yanı…
(bkz: türkiye türklerindir)

3 MAYIS NEDİR?

Türkçülük Günü 3 Mayıs 1944 tarihininin anıldığı gündür.

Irkçılık-Turancılık davasının gerekçelerinden biri olarak gösterilen Hüseyin Nihal AtsızSabahattin Ali davasının 3 Mayıs 1944 tarihli duruşmasından sonra yaşanan “Ankara Nümayışı”‘nı anmak amacıyla, ilk defa 3 Mayıs 1945 tarihinde Tophane Askerî hapishanesinde Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar ve Reha Oğuz Türkkan başta olmak üzere 10 mahkûm tarafından kutlanmıştır. Daha sonraki senelerde de devam eden toplantılar Türkçülük Günü (Bayramı) adını almıştır.

Günümüzde her ne kadar kendi memleketimizde Türk olmanın haklı gururunu yaşamak, haykırmak artık suç sayılıyor olsa da, Türk milleti elbet tarihinden aldığı kudret ile zincirlerini yeniden kıracak, küllerinden yeniden doğacaktır…

Yeter ki üzerimizdeki Arap hayranlığı ve bunun getirdiği hantallığı atalım…

 

KURULTAJ…(Macaristan’da büyük Türk kurultayı)

Macaristan’da her sene tertiplenen Büyük Turan Kurultayı.

Bu sene 10-11-12 Ağustos 2012 tarihlerinde Bugac’ta düzenlenecektir.(Kisgunsagi Nemzeti Park)
http://kurultaj.com/
http://www.turania.org/pr…j-2012-bugac-hungary.html

 

Macar-Turan Derneği tüm Türk kardeşlerimizi dünyanın en büyük turan kutlaması Kurultay’a beklemektedir!

Ülkelerini temsilen (on yedi ülkeden) katılan heyetlerin yanı sıra, bu gelenek yaşatıcı büyük organizasyona sizler de izleyici olarak katılabilirsiniz.
Bilinmesi gerekenler:

-Kurultay bu sene 10-11-12 Ağustos 2012 tarihlerinde yine Macaristan’ın Bugac beldesinde gerçekleşecektir.

-Program ücretsizdir (sadece çadır yerleri ve park alanı için sembolik bir miktar ödemek gerekmektedir)

-Kutlama sırasında 300-350 civarında atlı kutlama alanında bulunacak ve 150-170 civarında göçebe çadırı kurulacaktır. Ziyaretçi sayısı ise 150-200 bin dolaylarında beklenmektedir.

-3 gün sürecek programda yaklaşık 47 gösteri (I-X. yüzyılları kapsayan dönemin atlı, savaşçı, okçu gösterileri; kardeş halkların dans ve müzikleri) bulunmaktadır. Ayrıca arkeolojik öğelerin olduğu bir “Atalar Çadırı” ve panayır alanı da yer almaktadır.

http://kurultaj.com/2010/01/06/turkce/

 

 

 

 

 

 

DÜRRİZADE FETVASI…

İngiliz ve Yunan işgal kuvvetlerine ait uçaklar ile kasabalara, köylere atılmış fetvadır.

fetvayı çıkaran zihniyetin hak’ka değil, İngilize taptığı aşikardır.. fetva bu günkü Türkçe ile şöyledir:

–ALINTI–
“Dünya düzeninin sebebi olan ve kıyamet gününe kadar Ulu Tanrı’nın daim eyleyeceği islâm Halifesi Hazretleri’nin veliliği altında bulunan islâm memleketlerinde bazı kötü kimseler anlaşarak ve birleşerek ve kendilerine elebaşılar seçerek Padişahın sadık uyruklarını hile ve yalanlarla aldatmakta, yoldan çıkarmaktadırlar. Padişahın yüksek buyrukları olmaksızın asker toplamaktadırlar. Görünüşte askeri beslemek ve donatmak bahaneleriyle, gerçekte ise mal toplamak sevdasıyla, Şeriat’e uymayan ve yüksek emirlere aykırı bir takım haksız ödemeler ve vergiler koymakta ve çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mal ve eşyalarını zorla almakta ve yağmalamaktadırlar. Böylece insanlara zulmetmekte, suçlamakta ve Padişahın ülkesinin bazı köy ve şehirlerine saldırmak suretiyle tahrip ve yerle bir etmektedirler. Padişahın sâdık tebasından nice suçsuz insanları öldürmekte ve kan döktürmektedirler. Padişah tarafından atanmış bazı dini, askerî ve sivil memurları istedikleri gibi memuriyetten çıkarmakta ve kendi yardakçılarını atamaktadırlar. Hilâfet merkezi ile Padişah ülkesi arasındaki ulaştırmayı ve haberleşmeyi kesmekte ve devletin emirlerinin yapılmasına engel olmaktadırlar.

Böylece, hükümet merkezini tek başına bırakmak, Hâlifenin yüceliğini zedelemek ve zayıflatmak suretiyle yüksek Hilâfet katına ihanet etmektedirler. Ayrıca Padişah’a itaatsizlik suretiyle devletin düzenini ve asayişini bozmak için düzme yayınlar ve yalan söylentiler yayarak halkı azdırmaya çalıştıkları da açık bir gerçektir. Bu işleri yapan yukarıda söylenmiş elebaşılar ve yardımcıları ile bunların peşlerine takılanların dağılmaları için çıkarılan yüksek emirlerden sonra bunlar, hâlâ kötülüklerine inatla devam ettikleri takdirde işledikleri kötülüklerden memleketi temizlemek ve kulları fenalıklardan kurtarmak, dince yapılması gerekli olup, Allah’ın “öldürünüz” emri gereğince öldürülmeleri şeriata uygun ve farz mıdır? Beyan buyrula…

Cevap: Allah bilir ki olur.

Dürrizâde El-Seyid Abdullah

Böylece Padişahın ülkesinde savaşma kabiliyeti bulunan Müslümanların adil Hâlifemiz Sultan Mehmed Vahdeddin Han Hazretlerinin etrafında toplanarak savaşmak için yapacağı davet ve vereceği emre uymak suretiyle adı geçen asilerle çarpışmaları dince gerekir mi? Beyan Buyrula.

Cevap: Allah bilir ki gerekir.

Dürrizâde El-Seyid Abdullah

Bu takdirde, Halife Hazretleri tarafından sözü edilen asilerle savaşmak üzere görevlendirilen askerler, çarpışmazlar ve kaçarlarsa büyük kötülük yapmış ve suç işlemiş olacaklarından dünyada şiddetle cezayı, ahirette de çok acı azâbı hakk ederler mi? Beyan buyrula.

Cevap: Allah bilir, ederler.

Dürrizâde El-Seyid Abdullah

Bu takdirde, Halife askerlerinden asileri öldürenler gazi, asilerin öldürdükleri şehid sayılırlar mı? Beyan buyrula.

Cevap: Allah bilir ki, sayılırlar.

Dürrizâde El-Seyid Abdullah

Bu takdirde, Padişah’ın asilerle savaşmak için verdiği emre itaat etmeyen Müslümanlar, günahkâr ve suçlu sayılıp şerîat yargılarına göre cezalandırılmayı hak ederler mi? Beyan buyrula.

Cevap: Allah bilir ki, ederler.

Dürrizâde El-Seyid Abdullah.”
–ALINTI–

YAZAR: Diken Bey.(05/12/2011)

http://www.filozof.net/Turkce/yakin-tarih/2250-seyhulislam-durrizade-abdullah-efendinin-kuvayi-milliye-karsiti-fetvasi-ankara-anadolu-ulemasinin-karsi-fetvasi-verilis-icerigi-konusu-hakkinda-nedir-tarihi-muhtevasi-nedeni-ingilizlerin-baskilari-ermeni-rum-yunanlilarin-propagandalari.html

orijinal fetva;

 

ATATÜRK’ÜN TÜRKİYE’YE GETİRDİĞİ MUSEVİ BİLİM ADAMLARI…

Avrupa’daki nazi zulmünden kurtarılarak Türkiye’ye getirilen ve Türk Üniversitelerinde yıllarca ders verip modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kilometre taşlarından biri olan bilim adamlarıdır.

Atatürk’ün bilime verdiği değerin en önemli göstergelerinden biri de bu bilim adamlarına verilen maaştır.
Türkiye’de bir profesör 150 lira aylık alırken, yabancı profesöre 500-800 lira aylık verildi. bu miktar, milletvekili maaşlarının üç katıydı.yoksul bütçeye karşın bu denli yüksek ücret ödenmesi, o günkü yöneticilerin bilime ve aydınlanmaya verdikleri önemin bir göstergesiydi.

işte o dönem nazilerden çekindikleri için Medeni Avrupa tarafından kabul edilmeyen, ingiltere ve Fransa’nın “vizeleri yok” bahanesiyle geri çevirdiği, Abd’nin kabul etmediği, lakin Atatürk’ün talimatıyla kahraman Türk bürokratları tarafından her birinin ayrı birer filmi çekilecek hikayelerle Türkiye’ye getirilen, Türk Milleti’nin eğitimi için Türk üniversitelerinde, müzelerinde, hastanelerinde, laboratuarlarında çalışan bilim adamlarımız;

Andreas Schwarz: hukuk profesörü.
Karl Strupp: hukuk profesörü.
Wilhelm Röpke: ekonomist.
Dankwart Rüstow: iktisat profesörü.
Gerhard Kessler: ekonomist.
Umberto Ricci: iktisatçı.
Fritz Neumark: hesap, vergi uzmanı.
Fritz Arndt: kimya profesörü.
Erich Frank: insülini bulan profesör.
Hans Reichenbach: mantık-felsefe profesörü.
Curt Kosswig: zoolog.
Wilhelm Liepman: dünyaca ünlü jinekolog.
Benno Landsberge: asurolog, sümerolog-tarihçi.
Georg Rohde: filoloji profesörü.
Alfred Heilbronn: botanikçi.
Richard Von Mises: matematik profesörü.
Clemens Holzmeister: mimar.(tbmm binası)
Bruno Taut: mimar.
Ernst E. Hirsch: hukuk profesörü.
Rudolf Belling: heykeltraş.
Alfred isaac: iktisat profesörü.
Herbert Louis: coğrafya profesörü.
Erich Auerbach: filolog.
Traugott Fuchs: filolog.
Karl Steuerwald: filolog.
Karl Menges: filolog.
Clemens Möller: filolog.
Felix Haurowitz: kimya profesörü.
Hubert Melzig: filolog.
Philip Schwartz: tıp profesörü.
Rudolf Nissen: tıp profesörü.
Wilhelm Salomon-calvi: jeolog
Harry Dember: fizik profesörü.
Paul Hindemith: besteci-müzisyen.
Eduard Zuckmayer: müzisyen.
Gustov Oelsner: şehir plancısı, mimar.
Alfred Marchionin: ankara üniversitesi tıp fakültesi’nin kurucusu.
Joseph Igersheimer: profesör, göz mütehassısı.
Carl Ebert: opera sanatçısı. profesör.
Kurt Bittel: arkeolog.
Hans Güstav: arkeolog.
Alfred Kantorowicz: istanbul dişçilik fakültesi’nin kurucusu profesör.
Leo Spitzer: edebiyat profesörü.
Erwin Freundlich: astronomi profesörü.
Ernst Von Aster: felsefe tarihçisi profesör.
Wilhelm Peters: psikolog profesör.
Gustov Güterbock: hititoloji profesörü.
Ernst Rudolf Reuter: şehir plancısı-mimar.(daha sonra batı berlin’in ilk belediye başkanı)
Walter Ruben: arkeolog-tarihçi.
Wolfram Eberhard: sinolog.
Annemarie Gabain: sinolog.

Ne yazık ki bu bilim insanlarının pek çoğu 1950’li yıllarda Demokrat Parti’nin sağladığı fevkalade demokratik ortamdan ötürü Türkiye’yi terk etmişler, yine Almanya başta olmak üzre başka memleketlerde faaliyetlerine devam etmek zorunda kalmışlardır.

işte çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin yaratıcısı Atatürk’ün her ayrıntısını en ince noktasına kadar düşünerek bina ettiği Türkiye Cumhuriyeti, ve günümüzde Marmaray kazılarında çıkan tarihi eserlere “çanak çömlek” diyenlerin yönettiği Türkiye Cumhuriyeti…

ne acı…

Son olarak T.C Başbakanlık arşivinde bulunan Atatürk’ün Prof. Albert Einstein nezdinde Musevi bilim adamlarını Türkiye’ye davet edişinin ardından, Albert Einstein’in cevabı olan mektupların görselleri ile yazıyı fazla uzatmadan noktalayalım ve birkaç dakika da olsa sizleri dün’ün Türkiyesi ile bugün’ün Türkiyesi’ni mukayese etmeyle başbaşa bırakalım…

Albert Einstein’in Başvekil ismet inönü’ye mektubu;(Mektup Başbakan ismet Paşa ve devlet kanalıyla Atatürk’e gönderilmişti.)

alıntı
Ben sadık hizmetkarınız Prof. Albert Einstein! Almanya’dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarını Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum…
alıntı

mektubun tercüme edilmiş hali;

Buna benzer bir hamleyi 19. yüzyılda ikinci Abdülhamid Han yapmış, Pastour’ü Türkiye’ye davet etmişti.
işte ikinci abdülhamid han ile Atatürk arasında geçen süreçte üç kıtaya yayılmış Osmanlı imparatorluğu parçalanmış, Abdülhamid Han’ın izinden giden Mustafa Kemal ise Anadolu’nun küllerinden yeni bir millet yaratmayı başarmıştır…

AVRUPA-HAÇLI ŞOVALYE NİŞANLARI…

şovalye ruhu taşıyan, haçlı ruhuna hizmette bulunan kişilere takdim edilen avrupa devletlerine ait üst düzey onur payeleridir.

11. yy’da kudüs’te kurulan Kutsal Haçlı Devleti’nin holly lands kavramını yaşatmak amacıyla tertiplenir.

ödüller haçlı ruhuna hizmet eden, kral, devlet adamları, komutanlar, cumhurbaşkanları, başbakanlar, gazeteciler, yazarlar, doktorlar gibi meslek gruplarına verilir.

şovalyelik nişanı sahibi olmak için aranan tek husus haçlı ruhuna, haçlı zihniyetine hizmet etmiş olmaktır.

Avrupa devletleri tarafından verilen en önemli şovalyelik payeleri şunlardır;

Britanya;
(bkz: knight grand cross of the order of the bath)
(bkz: Most Excellent Order Dame Grand Cross)
(bkz: Distinguished Order of St Michael and St George)
(bkz: Royal Victorian Order)
(bkz: Queen s Gallantry Medal)
(bkz: Distinguished Order of St Michael and St George)
(bkz: order of the garter)
(bkz: The Distinguished Service Order)
(bkz: the order of merit)
(bkz: The Imperial Service Order)
(bkz: The Order of the Companions of Honour)
(bkz: Most Exalted Order of the Star of India)
(bkz: Imperial Order of the Crown of India)
(bkz: Most Venerable Order of St John of Jerusalem)

Hollanda;
(bkz: big lion knight dutch)
(bkz: order of william)
(bkz: order of orange nassau)

Fransa;
(bkz: Légion d Honneur)
(bkz: Ordre National du Mérite)
(bkz: Ordre des Palmes académiques)
(bkz: Ordre des Arts et des Lettres)
(bkz: Order of Saint Lazarus)

Polonya;
(bkz: Order of the White Eagle)

Papalık;
(bkz: Sovereign Military Order of Malta)
(bkz: The Benemerenti medal)
(bkz: Dames of the Holy See)
(bkz: Papal Lateran Cross)
(bkz: Pro Eklisia et Pontifice)
(bkz: Order of St Gregory the Great)
(bkz: Supreme Order of Christ)
(bkz: Order of the Golden Spur)
(bkz: Order of St Sylvester)
(bkz: Order of Our Lady of Bethlehem)

İtalya;
(bkz: Order of the Blessed Virgin Mary)
(bkz: Order of Saint Stephen)

İspanya;
(bkz: Ceremony of the Most Noble Order of the Garter)
(bkz: Order of Alcántara)
(bkz: Order of Calatrava)
(bkz: Order of Santiago)
(bkz: Knights of the Band)
(bkz: order of Knights of Saint John of God)
(bkz: Order of Mountjoy)

Almanya;
(bkz: order of the teutonic knight)
(bkz: Order of Saint Hubert)

Çek cumhuriyeti;
(bkz: Knights of the Cross with the Red Star)

Letonya;
(bkz: Livonian Order)
(bkz: Livonian Brothers of the Sword)

CHESTER İMTİYAZI…

CHESTER PROJECT-CHESTER PROJESİ VE OSMANLI AMERİKAN ŞİRKETİ KUMPANYASI…

Osmanlı’nın son dönemlerinde Abd’ye ve Abd’nin Osmanlı topraklarındaki temsilcisi Osmanlı-Amerikan Şirketi‘ne verilen rahatsız edici bir dizi imtiyazdır.

Bu imtiyazın gereğine göre,

-Abd Osmanlı coğrafyasında demiryolları hatları döşeyecek,
-Abd Osmanlı Şirketi döşenen demiryollarının işletmecisi olacak,
ve en önemlisi,

-Demiryolları hatları boyunca 20 km sağı, ve 20 km solu olmak üzre tüm madenler ve arkeolojik kalıntıların hakları Osmanlı Amerikan Şirketine ait olacaktır.

Türkiye’nin ulusal varlıklarının yağmalanması anlamına gelen bu chester imtiyazına cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk son vermiştir, Abd’nin halen Lozan Antlaşmasını tanımamasının en önemli nedenlerinden biri de işte bu ballı Chester imtiyazından vazgeçmemek istiyor olmasıdır.

(bkz: abd nin lozan antlaşmasını tanımaması)

https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2012/03/22/abd-ve-lozan-antlasmasi/

ZEYBEK…

Kelime anlamı olarak “silahlı bey” anlamına gelmektedir.

Ağa olan efenin yanındaki kızanların yetişmesi ve yönetiminden sorumlu idiler.

Zeybekler, efelerinin yanında birer kol beyi görevi görürlerdi. Bunlar iyi silah kullanan cesur kişilerdi. Her zeybeğin kendi kişiliğine uygun birde lakabı olurdu.

Zeybeklerin başı nal şeklinde traş edilir, Şalvarının arasında beyaz donunun ucu ve göbeği görünür, camadanı daha kısa olurdu. Fes püskülleri de efeninkine göre daha kısa olan zeybekler, sırmalı cepken giyerlerdi.
Bacağa Kepmen olarak adlandırılan meşin tozluk takarlar ve ayağa da çarık giyerlerdi. Mintanlarının yakaları daima ilikli olan Zeybekler silah olarak ta Kocabıçak ve Mavzer taşırlardı.

Zeybekliğin tarihinin Ege uygarlığı kadar eskidir.
zeybeklerin bu tarihinin M.Ö. 3000 yıllarında Etrüsklerle başladığını ileri sürülmektedir. 19.yy’da padişah fermanı ile Anadolu’yu dört yıl dolaşan Fransız Charles Texier “Küçük Asya” adlı kitabında Amasyalı Coğrafyacı Strabon‘dan yaptığı alıntılarla zeybekliği şu şekilde nakletmektedir;

alıntı
Zeybekler, gayet yüksek bir sarık, bütün bir silah fabrikası halini almış geniş bir kuşak sararlar. Gelenek üzere beyaz bezden yapılmış donları ancak dize kadar iner.
Zeybekler yalnız asker değil , tacir ve iyi birer kervancıdırlar.
Bunlar dağlara yerleşmiş asıl yerli halkın kalıntıları olabilir ve istemeden adam öldüren ve bu düşünce ile para verenlerin hizmetine giren Tiral‘ın kurucuları oldukları akla gelebilir.
tira’lılar osmanlı değil, etrüsk türkleridir.
alıntı

Rum araştırmacılardan KHOLOROS un 1889 yılında yazdığı Türkçe’den Rumca’ya Kamus’unda ise;
Zeybek-Zeybekos: izmir ve civarındaki Türk aşiret sakinlerine verilen addır. denilmektedir…

Bizans tarihlerinde de Peçenek kılığı ile zeybeklerin kılığı arasında bir benzerliğin olduğu yazıyor ki Anadolu’da ki Peçenek yerleşimi ve varlığı 1071’den çok daha öncesine dayandığı göz önüne alınırsa bu yorumun doğruluğu ortaya çıkmaktadır.

Divanı Lugatı Türk‘te, Zeybek sözcüğü birleşik ad olarak kabul edilmekte bununda “ZAĞ” ve “BEK” sözcüklerinden oluştuğu belirtilmektedir.

–alıntı–
Anlayışlılık olarak kabul edilen ve aslı “SAĞ” olan “ZAĞ” sözcüğü daha sonra “BEK” hecesine uydurularak “ZEĞ” olmuş ve “BEK” hecesi ile de birleşerek Anlayışlı, akıllı, sağlam adam anlamına gelen “ZEĞBEK” adı ortaya çıkmış denmektedir.
Daha sonraları da (ğ) yazım kuralına uydurularak (y) şekline dönüşmüştür. Bu sözcüğün Oğuzca dan geldiği de ayrıca tespit edilmiştir.
–alıntı–

 

ALPAMIŞ DESTANI…

Öntürklere ait, daha ziyade Kıpçak Türkleri tarafından anlatılan, lakin Özbek  Kongrat versiyonları da bulunan Türk destanı…
*
Kongrat ilinde halka önderlik eden Baybörü ve Baysarı adlı iki kardeşten Baybörü’nün yaşlılığında bir oğlu, bir de kızı dünyaya gelir. Baysarı’nın ise bir kızı vardır. Baybörü’nün oğlu Alpamış, kızı Kalgıraç’tır, Baysarı’nın kızı ise Barçin-ay’dır.
(Bazı kaynaklarda alpamış’ın asıl isminin “Hakim” olduğu geçer, Alpamış buna daha sonra verilmiş bir addır)
*
Bir gün Baybörü ve Baysarı kavga ederler, Baysarı kendi obasını alıp Kongrat’tan ayrılır. Kamuk iline(deşt-i kıpçak) göç eder.
Baybörü’nün oğlu Alpamış ile Baysarı’nın kızı berçin-ay nişanlıdırlar, Alpamış ergenlik çağına geldiğinde nişanlısını aramaya gider. lakin bu yolculuk sırasında başından bir sürü macera geçer, pek çok felakete tanık olur. hatta bir seferinde 7 sene esir kalır, lakin sonunda bu zorluklardan kurtulmayı başarır.
Baysarı’nın ülkesine vardığında aradan uzun seneler geçmiş olduğundan Barçinay’ın diğer talipleriyle mücadeleye girer. Yarışmalardan biri de ok atma yarışmasıdır. Ok atma yarışması Baysarı’nın dedesine ait olan yay ile yapılacaktır. diğer tüm talipler yay ile atış yapmaya çalışsa da hedefi bulamazlar, lakin alpamış her attığında isabet sağlar, yarışmanın galibi olur ve nişanlısına talip olan diğer beyleri öldürür ve Barçin-ay ile evlenerek yurduna geri döner.
*

Bu destan islamiyet sonrası Türk edebiyatında Alpamık destanı olarak da bilinir ve Dede Korkut hikayelerinde de anlatılır. burada Alpamış “Bamsı Beyrek” olarak betimlenir.

Alpamış destanı Sümerler’de Gılgamış Destanı ile neredeyse birebir örtüşürken, Homeros’un Odysseia’sındaki ithake kralı Odysseus Penelope’ye 20 sene sonra kavuşurken Alpamış’ın da Barçınay’a kavuşması üç aşağı beş yukarı aynı zamanı almıştır.

*

Homeros’un Odysseia’sı direkt bu türk destanından alıntıdır.
http://tarihturklerdebasl…-turk-destanlari-uzerine/
*
bir rivayete göre de Alpamış, Oğuz Han’ın Ay Han’dan olma torunlarındandır. Yine bu destan Cengiz HAN’ın nişanlısına ulaşma çabasına da benzemektedir.
Destanın PDF formatında kısa özeti için;

HOMEROS-TRUVA ve TÜRK DESTANLARI ÜZERİNE…

Tanrı uzun ömür bahşetsin, bir tarih hocam vardı, tarihi diğerlerinden farklı yorumlayan, farklı anlatan.bir gün Kavimler göçü‘nü işlerken “Avrupa’nın piç” olduğundan bahsetti…”

Evet, o’na göre Avrupa’yı oluşturan medeniyetler birbirleriyle karışmış ve “piç” bir medeniyet ortaya çıkmıştı, bunun da sebebi kavimler göçü ile Avrupa’nın demografik yapısını değiştiren türklerdi…
haksız değildi.
Türklerin ittiği Cermenler, Franklar, Vizigot, Ostrogotlar, Vandallar önlerindeki diğer avrupa kavimlerini itmiş, Gauller(keltler), Daklar, Angllar, Saksonlar ile karışarak bu günkü Avrupa’nın demografik yapısını meydana getirmişlerdi.
</p><p>4 ve 6. yüzyıla kadar Kavimler Göçü
Lakin eski bir kıta için bu tarih çok yeniydi.
Sanayi devrimini gerçekleştirip dünyanın ücra köşelerine demkrasi götürmeye(!) başlayan Avrupa’nın ataları bu piç barbarlar değil, daha medeni ve uygar toplumlar olmalıydı.
işte bu noktada batı dünyası Eski Yunan’ı sahiplenmeye başladı. önce Eski Yunan, sonra Büyük iskender, sonra da Etrüsklerden türemiş Romalılar Avrupa’nın, daha doğrusu medeniyetin beşiği-atası kabul edildiler.
lakin bu uygarlıkların da kökenleri, dip kültürleri vardı.

Roma’nın ataları olan Etrüskleri Truva’lı yaptılar(ki doğrudur), Truva’yı da Homeros’a dayanarak Yunanlaştırdılar ve böylece medeniyetin, uygarlığın beşiği olan Minos-Girit uygarlığını da Doğu’lu olmaktan çıkarıp, Batı’lı hale getirdiler.
işlem tamamlanmıştı.

Truva bir Yunan medeniyet çatışması halini almış, Anadolu ve tüm Ege bir Grek yurdu olmuştu.
her ne kadar geçen yıllar içerisinde elde edilen tarihi bulgular bunu yüzlerce defa yalanlasa da avrupa “Helenizm”i çok beğenerek sahiplenmişti.

(truva-günümüz)

Peki bir ortak kültür, bir ortak tarih yaratılır da, bu tarihe ait efsaneler es geçilebilir miydi?
asla.
Burada da Homeros devreye girer ve ondan alıntılar yapılarak bir Yunan tarihi yazılmaya başlanır.

Heredot’a göre Homeros; Hesidos ile Homeros Yunan tanrıların soylarını kurup onların ad ve ek adlarını takarlar, tanrıların yetkilerini, iş bölümlerini belirlerler…

(Homeros büstü-Napoli)
Homeros kimdir:
ilyada ve Odessa’nın yaratıcısı Homeros, Anadolu’lu bir ozandır. Memleketi izmir’dir(smyrna)…batı önceleri Homeros’u Truva Savaşı sırasında mö13.yy yaşadığını kabul etmiş, sonra mö 11 lere kadar gerilemiş olsa da Homeros’un yaşadığı zaman dilimi mö 9. yy’dır. bu tarih Heredot tarafından da kabul edilen tarihtir.
Bazı batılı tarihçiler ise Homeros’un mö6. yy’da yaşadığını kabul eder, bu zaman dilimini kabul etmek istemelerinin sebebi o’nu Helen çağı’na yerleştirip, Hint Avrupa Odaklı tarih tezlerini kuvvetlendirmektir.
Yunan tanrılarını yaratan Hesidos ve Homeros, Heredot’tan 400 sene evvel yaşadıkları heredot tarafından yazılmıştır. yine Heredot ile çağdaş olan bir vakanüvis ise Homeros için “izmir’li Mayion’un oğlu” ifadesini kullanmıştır.
Son Truva kazılarını yürüten Manfred Korfmann‘ın bulguları sonrası ise Homeros’un mö 8. yy’da yaşadığı ortaya çıkmış ve mecburi bir şekilde kabul görmüştür.

ilyada;

Gelelim ilyada’ya.
Mö 1200’lerde Anadolu’da aşk uğruna(!) gerçekleşen savaşın anlatıldığı bu önemli eserde Homeros savaşın son 51 gününü, bu 51 günün de sadece 7 gününü ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.
oysa, Truva savaşı 10 sene sürmüştür ve ilyada’da anlatılan sadece küçük bir bölümüdür. üstelik savaşın başlangıcına, sonuçlarına, Truva’nın yıkılışına ilyada’da değinilmemiştir. Homeros’un ilyada’sı Truva’lı Hektor’un cenaze töreni ile sona erer…
Savaşın daha sonraki safhası, bitişi, neticeleri ise Roma’lı Vergilius tarafından anlatılır.

Homeros’un bir diğer ünlü eseri olan Odessa ise ilyada’yı tamamlar niteliktedir. Truva savaşı sonrası yurdu olan itheka adasına döneye çalışan Odysseus’un maceralarını betimler…
Peki Homeros yaşadığı çağdan 400-500 sene evvel gerçekleşen bir olayı nasıl yazmış, nasıl detaylandırmıştı?
ya da böyle bir savaş yaşanmış mıydı?
yukarıda da bahsettiğimiz üzre Truva kazıları neticesinde Homeros’un anlattıklarının gerçekten yaşanmış olduğu ortaya çıkarılmıştır, lakin aradan geçen bu uzun süreçte Homeros’un bu kadar detay sahibi olması nasıl olmuştur?
bu hususta da doğu’dan etkiler gözlemlenmektedir.

Örneğin Halikarnas Balıkçısı’na göre Homeros Sümerlerden etkilenmiş, Sümer mitolojisini referans alarak bir ilyada ve Yunan mitolojisi ortaya çıkarmıştır.
yine bir öntürk uzmanı olan Nurihan Fettah‘da yaptığı çalışmalar ile Halikarnas Balıkçısı’nın bu tezini destekler.
Nurihan Fettah‘a göre Homeros’u da Sümerler’i de etkileyen Proto Türklerdir.

Homeros’un yaşadığı bölge olan iyonya’nın Batı’dan ziyade Doğu ile(sümer, hitit, babil, asur, mısır)daha sıkı ilişkileri vardı. iyonya tüm bu ülkelerin batı’ya giden ticaret noktalarının en uç noktasıydı. bu yüzden iyonya ile doğu kültürleri arasındaki etkileşim kaçınılmazdır.

Bu bağlamda mö 3000’lerde yaratılan Gılgamış destanı incelendiğinde Homeros’un anlatımlarında öykündüğü kaynaklardan birinin Sümer destanı olan Gılgamış olduğu su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sümer dininden esinlenen Homeros, tıpkı Sümerler gibi dağların doruklarında yaşayan tanrılar yaratmıştı.
Sümerler Mezopotamya’ya yerleşmeden önce Gök tanrılara tapıyorlardı, yeryüzünün göğe en yakın yerleri de dağ tepeleri olduğundan Gök tanrıların ikametgahları olarak yüksek tepeler kabul edilmekteydi(Altay-Tanrı dağları gibi). lakin Sümer ülkesinde dağ ve tepe olmadığı için Sümerler ve ardılları yapay dağlar bina ettiler. (bkz: ziggurat)bu yapay dağların da doğal bir tabiat varlığı olması için bu yapıları ağaçlandırdılar, bitkiler yerleştirdiler.
(bkz: babil in asma bahçeleri)Tanrıları ise en üst kata yerleştirdiler.
işte bu yüksek zigguratlarda yaşayan tanrıları Homeros Olimpos dağı‘na yerleştirdi…(Halikarnas Balıkçısı)

babil in asma bahçeleri

ilyada ve Odessa’nın gılgamış ile benzerlikleri;

-Gılgamış’ın annesi Ninsun ile Aşil’in annesi Thetis’in benzerlikleri(dua edişleri), yine Gılgamış’ın annesi yarı tanrı babası ölümlü iken, Aşil’de de durum aynıdır. Gılgamış’ın annesi tanrı’ya yalvarmak için ziggurat’ın tepesine çıkarken, Aşil’in annesi yalvarmak için Olimpos’a çıkmıştır.

-Sümer bira tanrıçası Siduri Homeros tarafından Circe‘ye dönüştürülmüştür.

-Sümer tanrıçası iştar, Odessa’da Kirke’ye dönüşmüştür.

-Gılgamış, Siduri’den ayrılmış, Odysseus ise Kirke’den ayrılmıştır.

-Gılgamış memleketi Utnapiştim’e varmak için maceralar yaşar, Odysseus ise memleketi ithake’ye varmak için bir sürü maceraya girişir.

-Gılgamış’ın seyahatinde başına gelenler ile Odysseus’un başına gelenler benzerlikler taşır.

-Odysseus’un kimsenin geremediği yayı “m” şeklindedir, oysa eski Yunanda “m” şeklinde yay yoktur, m şeklinde yay Anadolu’da, Karadeniz’in kuzeyinde, Orta asya’da ve Sümerler’de vardır.


———————————————–

Truva’nın adı Hitit metinlerinde “Wiluşa” olarak geçmektedir.
ve yine hitit tabletlerinde Wiluşa ile Hititlerin ittifaklarından bahseder, bu tabletler Truva ve Hitit’in ortak dili olan Luvice yazılmıştır ki Luvi dili Hint avrupa kökenli değil, Ural-Altay kökenli bir dildir.
işte yine bu Wiluşa belgelerinde Truva savaşı’nın detaylarından bahseder, Homeros’un yararlandığı önemli kaynaklardan biri de Hititler’in bu wiluşa belgeleridir.

Şimdi burada bir es verelim ve elimizdekilere bakalım.

1)Homeros Yunan değil Anadolu’ludur.
2)Homeros Truva savaşı’nı anlattığı ilyada’sında Hititlerden ve diğer doğu halklarından etkilenmiştir.
3)Homeros Odessa’da Sümer’li Gılgamış’ı itheka’lı Odysseus’a uyarlamıştır.
4)Homeros Yunan mitolojisi ve kahramanlarını yaratırken Sümerler’den ve onların gök tanrı dininden etkilenmiştir.

buraya kadar tamam.
lakin eksik olan bir nokta var.
Truva’lılar, hititler, daha öncesi Sümerler, Luvi dili…
peki bu kaynakların ortak beslendikleri nokta neresi?

işte bu soruyu, Homeros’un ilyada-Odessa destanlarını Orta asya destanları ile karşılaştıran Nurihan Fettah veriyor.
Fettah’a göre Homeros eserlerinde Ön Türk destanlarından etkilenmiş ve bu destanları uyarlamıştır.

bu benzerliklere göz atacak olursak;

-Odessa’daki Salmoneus, Kıpçak-Tatarlar’da Sarmanyev’dir, bu da Tatarlarda ve günümüz Türklerinde Selman, ya da Salman olarak tanınır.

-Salmoneus’un kızı Tyre, Tatar Türklerindeki “Tire”dir.

-Kreteus, Kıpçak destanlarındaki Garife, Aison ise yine Kıpçaklardaki Esen’e benzeşmektedir.

-Odessa’daki kötü kral Ekhetos, Tatarlarda kötülüğün timsali olan “Ehet” tir.

-Odessa’nın Helike’si Kıpçak’ların ve Altay Türkleri’nin at binicisi “Gölükey”dir.

bu ve bu gibi örnekler şunu göstermektedir ki Homeros’un Odessa’sı Kıpçak Türkleri’nin “Alpamış destanı” ile birebir benzerlikler taşımaktadır.

alıntı
J.M. Jirmunsky, Alpamış-Odessa benzerliğini şöyle ifade etmiştir, “Odessa ile Alpamış’ın özellikle Kongrat versiyonu arasındaki yakınlık o kadar dikkat çekicidir ki motiflerinin birbirleriyle örtüşmesinin basit bir tesadüf olduğunu söylemek oldukça zor görünüyor. Odessa ve Alpamış, eski bir masal konusunun ana hatlarıyla doğu varyantı görünümünde…”(Sinan Meydan-Son Truvalılar)
alıntı

söz konusu Alpamış destanı için;
(bkz: alpamış destanı)

Alpamış destanı ile Odysseus arasında en önemli benzerlik ise daha önce de bahsettiğimiz “m” şeklinde yaydır.
bu yay efsaneye göre Tanrıların kahramanlara bir armağanıdır ve yayın insanüstü özellikleri bulunmaktadır.

yine Odessa’daki Odysseus ve adamları’nın tepegöz’ün adasına düşme hikayesi de yine bir Türk destanı olan “Şüreli” deki yiğidin tepegöz dev ile olan kıyasıya mücadelesinden öykünülmüştür.

Homeros ve Kıpçak Türkleri her ne kadar birbirlerinden fersah fersah uzak olsalar da öntürklere ait bu mitlerin aynı dil ailesinden dilleri konuştukları Hititler, Truvalılar, Sümerler vasıtasıyla Homeros’a kadar ulaşması gayet mümkündür.

Sonuç olarak karşılaştırdığımız bulguları daha da kapsamlı hale getirip bunu sayfalar dolusu kitap haline getirmek gayet mümkündür.

“Piç”(!) Avrupa Medeniyeti’nin öykündüğü Yunan Medeniyeti’nin yaratıcısı Homeros’un silsile yoluyla;
Ön Türkler—>Sümerler—>Hititler—>Truvalılar dan etkilendiği aşikardır.

Hint Avrupa odaklı tarihçilik anlayışı halen medeniyetin dip kültürü’nün ve yazmak istedikleri yanlı ve yanlış tarihin asıl dayanağının Türk kültürü olduğunu hem reddedip, hem de kendilerine ata kabul ettikleri Romalıların ataları olan Etrüskler‘in yazıtlarının sadece Ön Türk okuyucuları tarafından çözülebildiği düşünüldüğünde, içinde bulundukları gaflet ve delalet kendileri için bir utanç olduğu gibi, bizler için seyredilmesi komik bir saçmalıktır ve tarih katliamıdır.

Tarih Türklerde Başlar…
Bunu elbet kabul eden pek çok batılı tarihçi ve bilim adamı olduğu kadar, hala kabul etmeyen hatırı sayılır bir kesim vardır.
Onlara bunu kabul ettirmenin yegane yolu ise Türk milleti’nin dirlik ve birlik içerisinde olmasıdır.
nitekim Türk milleti birlik olduğu zaman imkansız olan Konstantiniyye’yi feth ettiğinde Fatih; “Truva’nın öcünü aldık” demiş, yine Türk milleti’nin birlik olduğu zaman kazandığı Dumlupınar zaferi sonrası, fatih’ten 450 sene sonra Atatürk “Truva’nın intikamının alındığına” dikkat çekmiştir.

işte Avrupa’nın korktuğu budur.
Türk Milleti’nin tarihini bilmesi ve ona sahip çıkması.

 

(08.04.2012 V.E/BURSA)

ERGENEKON ŞİİRİ…(Ziya Gökalp)

Büyük Türkçü Ziya GÖKALP’ın yazmış olduğu bir nev’i “Küçük Ergenekon Destanı”dır.

“Ergenekon” adını terör örgütü ile bağdaştırmaya çalışanlara inat ilanihaye dillere pelesenk olacaktır…

Biz Türk Han’ın beş oğluyuz,
Gök Tanrı’nın öz kuluyuz,
Beş bin yıllık bir orduyuz,
Turan yurdu durağımız!

Ak ordumuz sola gitti,
Üç hakanlık tesis etti,
Medi, Sümer, Akad, Hitti
Bu üç şanlı oymağımız!

Birincisi Azerbaycan,
ikincisi Geldanistan,
Üçüncüsü Arz-ı Kenan,
Fışkırdı üç kaynağımız!

Gök ordumuz sağa vardı,
Çin’i baştan başa sardı,
Hiyong-nular bu Hanlardı,
Set olmadı tutağımız!

Kara ordu gitti, iskit,
Ülkesinde yaptı bir çit.
Atilla ol, Şalon’a git,
Sözü oldu adağımız!

Kızıl ordu dağlar aştı,
Efganlarla çok savaştı,
Bir alayı Hind’e taştı,
Sind oldu bir ırmağımız.

Sarı ordu tekin durdu,
Şehir yaptı, çiftlik kurdu,
Uygurların bu iç yurdu,
Kaldı ana toprağımız!

Yüce Tanrı Oğuz Han’ı,
Göndererek Türk hakanı,
Birleştirdi beş Turan’ı,
Doğdu güneş sancağımız!

Oğuz Han’dan sonra Hanlar
Kazandılar yüce şanlar,
Bilinmek için bu boş anlar,
Şahnamedir sorağımız,

Yıllar geçti bir an geldi,
Türk Tahtına ilhan geldi,
Sağdan, soldan düşman geldi,
Kurulmuştu tuzağımız.

Verilmedi bir dem soluk,
Kanlar aktı oluk oluk,
Öldü bütün çoluk çocuk,
Han, Bey, Çeri, Uşağımız.

Yalnız Nököz ile Kıyan
iki kızı alıp yayan,
Bir sarp dağa attılar can
Bunlar oldu kaçağımız.

Dağdan dağa hep gizlice,
Yürüdüler beş-on gece,
Bir tan vaktı gayet ince,
Bir iz oldu uğrağımız!

Bu iz yolu çok uzattı,
Sonra Alageyik çattı,
Bir dik yardan bizi attı,
Kanadı her bucağımız!

Bir de baktık yeşil bir bağ
Her tarafi bir yüce dağ,
Geniş, fakat sıkı bir ağ,
Dedik ne hoş bu ağımız!

Alageyik çayır yerdi
Yavrusunu emzirirdi,
Bizi gördü meme verdi,
Oldu Ana Kucağımız!

Dörtyüz sene burda kaldık,
Geyik arttı, biz çoğaldık,
Çıkamadık işe daldık,
Pek şenlendi konağımız!

Elma,erik çoktu yedik,
Demir bulduk, ör işledik,
Bir gizli yol bulsak dedik,
Dağ delerdi bıçağımız!

Kurt’tan hali iken bu yurt,
Bir gün peyda oldu bir kurt,
Bir geyiğe attı avurt,
Gördü çoban yamağımız!

Kurt bir delik buldu,gitti,
Bir demirci takip etti,
Ocak yaktı taş eritti,
Açıldı yol kapağımız!

Büyük sevinç, büyük müjde,
Bayram yaptık kentte,köyde,
Torun, oğul, baba, dede,
Büyüğümüz, ufağımız!

Demircye Bozkurt dendi
Han tanıldı,taç giyildi,
Yoldan önce kendi indi,
Sağ elinde bayrağımız!

Börteçine kurdun adı,
Ergenekon yurdun adı,
Dörtyüzsene durdun hadi,
Çık ey, yüzbin mızrağımız!

Oldu sana Kaf bu eşik,
Tarih kaldı delik,deşik,
Artık yeter bu taş beşik,
Oldu körpe yatağımız!

Uzaklarda hoş ülkeler,
Issız yurtlar seni bekler,
işte Kıpçak, işte Kaşgar,
Ta karşıda Gökdağ’ımız!

Tarhandağı gözler seni;
Tanrı orada sözler seni,
Dört asırdır özler seni,
Tukin dağda otağımız!

Turan, eski toprak bize;
Hind, bir altın konak bize;
Çin köşkleri kışlak bize,
Tuna boyu yaylağımız!

Yunus gibi çıktık Hut’tan!
Büyük yurda küçük yurttan,
Geyik girdik, doğduk kurttan.
Kılıç oldu orağımız!

Sartlık gitti, Uygurlandık.
Soyumuzla gururlandık.
Şamanlardan uğurlandık.
Pirler oldu yardağımız!

ilk yayıldık: Beşbalık’a!
Karakurum, Elmalık’a
Çin başladı zorbalığa,
Ezdi onu tokmağımız!

Sağa sola gitti ordu,
Hind’e, Rum’a bir baş vurdu.
Altın yuta düzen kurdu.
Yine eski yasağımız!

Alplerimiz girdi harbe,
Düşmanlara attı darbe;
Şimal, cenup, şarka, garbe,
Akın etti kısrağımız!

Türk ayağı hangi yurda,
Basmışsa baş eğdi kurda!
Gökhan orda, Akhan burada!
Dedik gitti ayağımız!

Tümen, Çin’e akın etti.
Efrasiyab, Rum’a gitti.
Tomris adı göğe yetti.
Hüsrev oldu tutsağımız!

Teleleri, Aktürkman’ı
Toplamıştı Soğd’un Hanı,
Çapul etti Eşkân i, yân ı
Sevinç adlı soğdağımız!

ilhan Mokan, Bilge Kağan,
Gaznevi’den Mahmut Sultan,
Selçuklulardan Alparslan Han,
Birer şanlı koçağımız!

Askerliği gördü atsız.
Harzem Şahı oldu atsız.
Bugün hakan, dün bir adsız:
Böyle kayar kızağımız!

Tonguz, Çin’e hakan oldu.
Hıtay Türk’ü üryan oldu.
ilk düşünen Gür Han oldu,
Birleşmeli ocağımız!

Cengiz bunu tasarladı.
Dört bucağa ılgarladı.
Türk soyunu toparladı,
Turan oldu öz bağımız!

Oğuz Han’dan beri mühmel,
Kalmış idi büyük emel.
Yüce dilek uzattı el.
Ele geçti arağımız!

Gökten yüce yıldızımız!
Bir devr açtı her hızımız!
Atilla bir Kırgızımız!
Timurleng bir Kazakımız!

Fatih aldı istanbul’u.
Babür, Hind’e eğdi yolu.
Nadir sarstı sağı solu;
Oldu bir son taslağımız!

Bundan sonra talih döndü,
Yıldızımız yine söndü,
Karşımızda Rus göründü;
Kesildi yurt otağımız!

Kırım, Kazan heder oldu!
Tuna, Kafkas beter oldu!
Türkistan’da neler oldu?
işitmedi kulağımız!

Yurt girince yâd eline,
Ergenekon oldu yine!
Çıkmaz mı bir Börteçine?
Nurlanmaz mı çerağımız.

ATATÜRK’ÜN YAZDIĞI KİTAPLAR…

ALINTI
“Atatürk tarihten hakiki dersler almış nadir büyüklerden biridir. Bütün çaba ve uğraşmaları yalnız kendi ulusu içindir.” Prof. Herbert MELZIG(alman tarihçi)
ALINTI

Batılı bilim çevreleri tarafından “Çankaya Düşünürü” olarak adlandırılan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat yazmış olduğu kitaplardır.

Takımın muharebe talimi,

Cumali ordugahı manevraları,

Tabiye ve tatbikat seyahati,

Bölüğün muharebe talimi,

Zabit ve kumandan ile hasbihal,

Anafartalar muharebelerine dair hatıralar,

Orta zamanlar tarih ıı,

Türk tarihi’nin ana hatları,

Geometri,

Nutuk

Bunların dışında bir de medeni bilgiler isimli bir sosyolojik eser vardır, bu eseri de Atatürk dikte etmiş, Afet inan yazmıştır…

 

HİNT AVRUPA ODAKLI TARİH ANLAYIŞI…

Batı’nın sevr antlaşması‘nı türkiye’ye kabul ettirme çabasıdır.
Bir ulusun bilincini yok etmek, o ulusu tarihi köklerinden uzaklaştırmakla mümkün olur.
İşte aryan ırkın tarih yazıcılarının da 74 yıldan beri türk tarihi için yaptıkları budur.
Batı’nın kabul etmemizi istediği türk tarihi 1071’de malazgirt zaferi ile başlar. bu onlara göre ve içimizdeki bazı muhiplere göre bizler için bir lütuftur. zira anadolu’da türk hareketi, türklük bilinci ve araştırmaları henüz çok yenidir, bu yüzden bize dayatılan malazgirt tarihi bizler için “bakın biz 1000 yıldır anadolu’dayız” deme lütfudur.

Bizi ve tarihimizi yok etmeye çalışanların da çok iyi bildiği üzre türk tarihi ne islamla, ne de türklerin anadolu’ya 1071’de gelmesiyle başlamıştır.
1071 tarihi aslında türklerin anadolu’ya son ve kalıcı olarak girmiş olduğu tarihtir.
İşte Hint avrupa odaklı bu sevr tarihçiliğinin bize dayatmaya çalıştığı şey aslında bizim tarihimizi kendi tarihleriymiş, bizim ecdadımızı da kendi ecdatlarıymış gibi gösterme paniğinden başka birşey değildir.

Filhakika Truva’yı ortaya çıkaran ve homeros‘un ilyada‘sının bir destan değil, yaşanmış bir medeniyetler çatışması olduğunu ispatlayan henri schliemann da işte bu hint avrupa odaklı tarihçilik anlayışı’nın babasıdır.

Zira h.schliemann’ın çanakkale-hisarlık’ta bulduğu svastikagamalı haç, batı dünyası tarafından baş tacı yapılmış, aryan ırkın sembolü olarak kabul edilmiştir.

oysa schliemann ve ardılları Truva’dan daha doğuya gitse, Doğu Anadolu ve Orta Asya’da araştırmalar yapsa idi gamalı haç’ın aryan ırkın sembolü değil bir türk tamgası olduğunu idrak edebilirlerdi.

https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2012/03/21/gamali-hac-svastika/

anadolu’ya 1071’de gelen göçebeler

Hint avrupa odaklı tarihçilerin bir diğer yanılgısı, yahut tam anlamıyla söyleyecek olursak yanlışı da türkleri “göçebe” olarak yaftalamaları.
“göçebe ve barbar Türkler…”
Oysa eski yunan ve roma’da bu “barbar” sıfatı helenik yahut romalı olmayan tüm halklar için kullanılan bir tabirdir.
yani roma’ya göre galliler, cermenler ve iskitler birer barbardı.
yunana göre ise truvalılar ve diğer anadolu halkları…

Bu hususa göre Türklerin de barbar olarak yaftalanıyor olması gayet normal.

Barbarlık tanımını karıştıran avrupa, göç tanımını da bu şekilde karıştırmaktaydı.
zira türkler göçebe değil göçmendi

Göçebelik ile göçmenlik arasında da haliyle büyük farklılıklar var.
bir kere göçebelik keyfe keder bir olgu iken, göçmenlik zaruri ihtiyaçların hasıl olmasıyla ortaya çıkmış bir kimliktir.
Türkler’de anavatan’daki buzul çağı ile birlikte yeni yurtlara göç etmek zorundaydılar.
üstelik göç ederken de insanlık tarihini kökünden değiştirecek medeniyetlerini de getirmişler, Anadolu’ya yazıyı, demir ve maden işlemeciliğini de beraberinde getirmişlerdi.
ne zaman?
günümüzden 13.000 yıl önce.

(tarkandemos mührü)

işte bu noktada Hint Avrupa odaklı tarihçilik devreye girer.
ve Anadolu’da Türk tarihinin 1071’de başladığını dayatır. dayatmakla kalmaz bizzat türkiye cumhurbaşkanlığı yapmış bir şahısa Türk tarihini aşağılatır, türkleri birer “çoban ve barbar” olarak yaftalatır.
(bkz: la turquie en europe/#14983273) (not: bahsi geçen kitap turgut özal tarafından fransızca yazılmış bir kitaptır)

alıntı
Bu topraklar sizin. Siz Malazgirt Savaşı’ndan bu yana değil, tam 10 bin yıldır bu topraklardasınız. Unutmayın ki bu, Çatalhöyük’teki kazılarda elde edilen bulgularla kanıtlandı.
(Erich Feigl)
alıntı

Yukarıda örneklenen vecize bazı Avrupalı tarihçilerinin ve bilim insanlarının saklanan türk tarihi’ni kabullenmesi ve gerçek bilim ışığında yaptığı beyanatlardan sadece biridir.
nitekim ulu önder Atatürk’te türk tarihi’nin malazgirt‘ten çok önce anadolu’da yerleşkeler kurduğunun, Anadolu’ya medeniyet getirdiğinin farkındadır. Türk milleti’nin destansı tarihi hakkında da en önemli çalışmaları Atatürk başlatmış ve bu çalışmalarda da o günün koşullarının el verdiği imkanlarda muvaffakiyet sağlamıştır.
(bkz: türk tarih tezi)
(bkz: güneş dil teorisi)
(bkz: türk tarih kurumu)
(bkz: türk dil kurumu)
bunlar ulu önderin Türk tarihi’ni ortaya çıkarmak ve gerçekleri dünyaya anlatabilmek amacıyla yaptıklarından bir kısmıdır sadece.

Atatürk’ün türk milleti’nin seceresine ilişkin mantığını şu şiirde anlamak mümkün;

Gafil, hangi üç asır, hangi asır,
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarih söylememiş bunu,
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak.
Yaşanan tarihi gömüp doğru tarihe gidin.
Asya’nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa’nın Alpler’inde Oğuz torunları,
Doğudan çıkan biz, batıda yine biz;
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.
Hep insanlar kendini bilseler,
Bilinir o zaman ki hep biriz.
Türk sadece bir milletin adı değil
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar!
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gökteki gafletten perde,
Hakikat nerede?

Görüldüğü üzre Atatürk tuna’nın ezelden beridir Türk diyarı-Türk yurdu olduğunu alenen dillendiriyor.
Atatürk gibi bir liderin herhangi bir dayanağa güvenmeden böyle bir açıklama yapması mümkün müdür? yahut Dumlupınar zaferinden sonra kaçan yunan bozgunu sonrası “truva’nın intikamını aldık” söylevini yapması…
ne ilginçtir ki İstanbul’u fetheden fatih sultan mehmet‘te atatürk’ten 450 sene evvel aynı şeyi söylemiş, istanbul’un fethi sonrası “Truva’lıların intikamını aldık” demiştir…

çağ açıp çağ kapayan bir Türk hakanının ve dünyaya kafa tutan bir kurtarıcının bu söylevleri görmezden gelinemez…

daha önceki tarih çalışmalarımızda da Anadolu’daki türk izlerini incelemeye, bulguları sizlere aktarmaya çalışmıştık.
Anadolu’nun her köşesinde türklerden izler mevcut, üstelik 1071’den çok öncelerine ait izler.
hakkari gevaruk yaylası, erenköy yazıtı bunlardan bazıları.


https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/10/30/hakkari-yuksekova-gevaruk-yaylasi/
https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/10/30/on-turkler/
buradan proto türklerin anadolu’da bıraktığı izlere ulaşabilirsiniz.


üstelik anadolu’daki yer adlarında proto türklerin etkisini görüyoruz. buna en önemli iki örnek istanbul ve ankara kentlerimizin isim kökenleridir;

https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/11/05/istanbul/

(bkz: ankara/#13476912)

Yine Anadolu’nun bir TÜRK YURDU olduğunun en değerli kanıtlarından biri de batı’nın pek itibar ettiği mezapotamya kaynaklarından olan Akad yazıtlarında geçen TÜRÜK KRALLIĞI ve bu krallığın hükümdarı İLŞU-NAİL den söz eder.

Türük krallığı bugün doğu anadolu’da kurulmuş mö 2200-2300 tarihli bir krallık olup Hatti’ler ile birleşerek Akad’ların anadolu’yu sömürmesine başkaldırmışlardır. işte akad belgelerinde bu bahisler bu Türük krallığından bahsedilir.

(erzurum-karayazı-cunni mağarası’nda bulunan ve muhtemelen TÜRÜK Krallığı’ndan günümüze yadigar kalan bir tamga)

http://www.youtube.com/watch?v=RLGxE0yszl8&feature=share
tabii bu bulgular hint avrupa odaklı tarihçilik anlayışı tarafından görmezden gelinmekte, yok sayılmaktadır.
ama şimdilik…
zira gerçekleri daha uzun süre gizleyebilecekleri düşünülemez.
hadi eskiden sovyet rusya vardı ve orta asya türk kültürü-anadolu ve ortadoğu türk kültürü ile ön türkler arasındaki bağlantılara ulaşabilmek, bulgular elde edebilmek imkan dahilinde değildi.
globalleşen dünyada artık bu tip şeyleri gizlemek mümkün olmuyor.
çin bile beyaz piramit gerçeğini kabullenmeye başladı, avrupa’lı arkeolog ve tarihçiler orta asya’daki kurganlarda türk tarihini araştırıyorlar.

elde edecekleri sonuçlar her geçen gün tarihin yeniden yazılmasına, dünyanın türk uygarlığını medeniyetin başlangıcı olarak kabullenmesini sağlayacak.

ama ne yazık ki belki önümüzdeki 10-15 sene zarfında onlar türklüğü ve türklüğün medeniyetin beşiği olduğunu kabullenirken, biz çoktan araplaşmış olacağız. yani istemeden onların istedikleri kendiliğinden yerine gelecek gibi…

ABD VE LOZAN ANTLAŞMASI…

Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli dış tehdit unsuru olabilecek bir ilişkiye sahip ve hakkında en az malumata sahip olduğumuz, Türkiye’yi bekleyen sinsi tehlike…

lozan müzakereleri ve lozan antlaşması’na gözlemci ülke sıfatıyla iştirak eden amerika, cumhuriyetin ilk yıllarında türkiye’yi tanımış olmasına ve türkiye ile ikili antlaşmalar imzalamasına rağmen, türkiye’nin tapu senedi olan lozan antlaşması’nı ve maddelerini tanımamaktadır ve hatta lozan antlaşması amerikan senatosunda reddedilmiştir.

neden?
ilk bakışta bu nedenin altında yatan sebep kolayca anlaşılabilir.
“ermeni lobisi…”lakin işin aslı birinci dünya savaşı sonunda abd başkanı olan wilson’ın yayımladığı ilkelerdir.
(bkz: wilson ilkeleri)
bu wilson ilkelerine istinaden “her ulusun kendi kaderini tayin hakkı” vardır, ve bu durum abd senatosunda ve kongresinde kabul edilip tescillenmiştir.
filhakika bu saçmalık yığını prensipler o dönem osmanlı coğrafyasında da taraftar bulmuştu.
(bkz: wilson prensipleri cemiyeti)

lozan antlaşması 19 ocak 1927’de abd senatosuna gelmiş ve “ermenilere yurt sağlamadığı” mesnediyle, yani bu wilson ilkelerine aykırı olduğundan dolayı reddedilmiştir…
abd senatosu’nun konuyla ilgili kararı ve komisyon tutanakları arşivlerde mevcuttur.
(abd federal belge arşivi, belge no:26, seri:1923-24)

dost ve müttefik(!) abd’nin türkiye cumhuriyeti misakı milli kararını tehdit eden bu belgesi türkiye’de bazı sol tandanslı yayınlarda yayımlanmış lakin “çalıyor ama namaz kılıyor” zihniyetindeki koyun halkımızın nedense pek ilgisini çekmemiştir…

pek tabii amerikan götü yalayıcıları bu antlaşmanın kabul edilmemesini önemsemeyebilir, ilerleyen yıllarda abd ile imzalanan diğer antlaşmaları örnekleyerek “güvende” olduğumuzu savunabilirler.

lakin bugün dörtbir yanımızı sarmış olan abd, yarın bir gün wilson prensiplerine dayanarak ve lozan antlaşmasını tanımadığı belgesi ile türkiye’de yaşayan kürtler için wilson prensipleri’nin işletilmesini talep edebilir ve hatta türkiye’ye bu mesnet ile haklı olarak savaş açabilir.
tüm dünya, bm, ab, nato vesaire kurumlar da bu haklılığı tescil eder ve türkiye abd tarafından uluslararası hukuka uygun bir şekilde işgal edilebilir.

bu durumda yapmamız gereken nedir?
dik durmak, dışişleri vasıtasıyla abd’ye ultimatom verip lozan antlaşması ve misakı milli hudutlarımızı tanımasını sağlamak…
ama türkiye’de öyle bir dışişleri ve öyle bir siyasi irade var mı?
her 24 nisan’da “obama soykırım diyecek mi demeyecek mi” diye bekleyip, abd başkanı’nın “soykırım” ifadesi yerine “büyük felaket” tanımlamasına sevinip göbek atan bir siyasi irade ile asla…

bunu da tarihe not düşüyorum, ileride başımıza gelen felaketlerde “bizi neden uyarmadın” diyemeyesiniz diye…içim rahat en azından.
ya kendimize geleceğiz, ya da yok olup gideceğiz…

V.E(22.03.2012/BURSA)

GAMALI HAÇ-SVASTİKA…

ari irkın-aryanizmin sembolü olarak görüldüğünden alman nazi partisi tarafından sembol olarak seçilen, esasen asya menşeili olup orta asya turan uygarlığından hintlilere geçen ve kayıp mu kıtası hakkındaki ender kaynaklardan biri olan naacal tabletlerinde de yer alan, sanskritçe’de “mutlu yaşam” anlamına gelen tamga…

evet svastika bir tamgadır.
hem de proto türk menşeili bir tamga…

uygar(!) batı’nın sürekli arayışta olduğu yunan uygarlığı kökeni hakkında 19. yüzyılda belirli fikirler şekillenmekteyken ve batı dünyası ata olarak eski yunan’ı görmekte oldğu yıllarda bu uygarlığın dip kültürünü ortaya çıkarmak için truva kazılarını yapan heinrich schliemann, efsanevi truva’nın yıllarca izini sürdükten sonra nihayet 1871 yılında çanakkale-hisarlık tepesinde kazılarına başladı ve birkaç sene zarfında antik truva kenti’nin kalıntılarını ortaya çıkarmaya başladı.
 schliemann’ın truva’da bulduğu svastika sembolleri)

schliemann’ın bulduğu antik eserler arasında önceden sıradan bir süs eşyası zannettiği bir de “gamalı haç(svastika)” da vardı.
schliemann’ın svastika’yı bulduğu günlerde avrupa uluslaşma sürecindeydi. batı dünyasında önce “milliyetçilik”, sonra “ırkçılık” birer “yükselen değer” haline gelmişti. avrupa bilim çevreleri aryan ırk’ın üstün nitelikleri hakkında tartışmalar yapmaktaydı…
tüm bu süreç devam ederken schliemann bulgularını paylaşmaya başlamıştı ve kendisini birden bire bu ari ırk tartışmasının odak noktasında buldu.
yayınlanan buluntular içindeki bu gamalı haç motifinin “ari ırkın sembolü” olduğu iddiası tüm almanya ve avrupa’da sansasyonlar yarattı.
kendilerini, tarihin başlangıcından beri dejenere olmamış bir ırk olarak addeden almanlar, bu gamalı haç’ın bunun bir kanıtı olduğunu benimsedi. tabii bu benimsemede schliemann’ın asistanının truva’daki gamalı haç motifleri’nin ari ırkın sembolü olduğu hususunda yazdığı yazılar da epey etkili oldu…
schliemann da yazmış olduğu “troy and it’s remain” adlı eserinde bu konuya değindi ve böylece svastika sembolü bir anda konum olarak farklı bir mecraya sürüklenmiş oldu…

tüm bu gelişmelerin neticesinde 1919’da alman nazi partisi (nsdap) bu svastika’yı kendisine sembol olarak seçti.
hitler’in ve naziler’in alman ırkının ari ırk olduğuna olan inancı ikinci dünya savaşı süresince de devam etti, hitler’in talimatıyla almanya’nın işgal ettiği ülkelerdeki tarihi eserleri yağmalamak üzre özel bir ss birliği kuruldu. bu özel birlik ari ırkın tarihi miraslarını toplayarak, hitler tarafından planlanan linz fuhrermuseum‘da sergilenmeye başladı. tabii bu çalıntı parçalardan oluşan müzenin en nadide parçası ise schliemann’ın truva’da bulup almanya’ya kaçırdığı meşhur gamalı haç’tı…

schliemann ve avrupa’lı bilim adamlarının ve de hitler’in tüm iddialarına rağmen bu gamalı haç-svastika ne yazık ki hint-avrupa ırklarının değil, kendilerinden farklı insanların, ural-altay dillerini konuşan turan halklarının ve proto türkleri’nin sembolü ve tamgasıydı…

truva’dan başka ve truva’dan çok eski tarihlere ait (mö3200) hasankale-beycesultan anıtı’nın üzerindeki ön türkçe-runik yazıların arasında bu gamalı haç motifi de vardı. tamga okuma ritüeline göre bu gamalı haç işaretinin manası “uç” ya da “ög”(öge’nin kökeni)dür.
istanbul arkeoloji müzesinde mö500 tarihli bizans sikkesi’nin üzerinde de bu svastika mevcuttur.(kazım mirşan)

kazım mirşan’a göre bu ög kelimesi’nin ön türkçe karşılığı “yüksek seviyede düşünce”dir.

aryan ırkın sahiplendiği meşhur gamalı haç, orta asya’daki proto türk göçleriyle birlikte hindistan’ın indüs vadisi’ne inmiş, oradan da silsile yoluyla ortadoğu-anadolu ve batı anadolu’ya geçmiştir.
öntürklerde “felsefi düşünce” anlamına gelen bu ög kelimesi yunanistan’da ses değişimi ile “gama” ya dönüşmüştür.
(haluk tarcan-tarihin başladığı öntürk uygarlığı)
  (kafkaslar’da bir hazar kalesindeki svastika tamgası)

asya kökenli gamalı haç konusunda batı dünyasını dumura uğratanlardan biri de kendi içlerinden çıkan ve naacal tabletleri’ni ortaya çıkaran ingiliz albay james churchward‘dır. churchward’ın hindistan ve meksika’da yaptığı uzun araştırmaları neticesinde pasifik’teki kayıp kıta mu‘nun izlerine rastlamıştı.(churchward’ın 50 sene süren bu çalışmaları 4 kitapta toplanmıştır) işte bu churchward’a göre gamalı haç mu kıtasının dinsel sembollerinden biriydi ve kutsal bir “öge” idi…
(churchward’ın naacal tabletleri svastika’sı)

(Tibet’teki svastika tamgası)

churchward ve diğer araştırmacıların açıklamaları ile birlikte gamalı haç-svastika’nın bir öntürk tamgası olduğu artık su götürmez bir gerçektir…
(orta asya’da öntürklere ait svastika tamgası)
haydi tüm bu bilim insanlarının araştırmalarını bir kenara itelim…
orta asya kurganlarında ve orhun tabletlerinde rastlanan svastika sembolleri de aryan ırkı mı temsil ediyor?
haydi bunu da geçtik…
peki ya meksika’daki mayalar‘ın tabletlerinde yer alan svastika tamgaları?
mayalar da mı hint avrupa kavmi?

peki ya kuzey amerika yerlilerinden novajo’lar…onlar da mı ari ırktan?
(novajo yerlilerine ait bir kilim ve svastika motifi)

MİNOS UYGARLIĞI…(Girit)

“hint avrupa odaklı tarihçilik” anlayışı tarafından üzeri örtülen uygarlık.

neden?
nedeni gayet basit.
minoslular yunanlı değildi…yunanlar minoslular için “barbarlar” ifadesini kullanırdı ki bu ifade yunan ve romalı olmayan halkları tanımlamak için kullanılan bir sıfattır.
keza romalılar cermenlerden, galyalılara ve hatta hun türkleri’ni dahi barbarlar olarak adlandırmaktaydı.

“barbar” sıfatı eski yunanda balkanların ve karadeniz’in kuzey ve doğusundan gelen kavimler/halklar için kullanılırdı.
hatta yunanlar çağından ötede bir uygarlığa sahip iskit türkleri’ni dahi barbar olarak adlandırmaktaydı. keza yine yunanlar’a göre truva’lılar ve amazon’lar da barbardı…

eski yunan ve roma’dan başka herkes barbardı onlara göre, çünkü batı medeniyeti’nin 300 yıldır yenemediği bir saplantısıdır bu.
kendi medeniyetlerinin kökenini eski yunan’da arar.
oysa bilmez ki eski yunan’ın baştanrısı zeus bile yunan değil giritlidir…
ve yine bilmezler ki ilyada’yı yaratan, daha doğrusu ilyada’yı tatar türkleri ve sümerler’den (ç)alan homeros’da yunan değil onlara göre barbar’dı…

herneyse ileride uzun uzadıya değineceğiz.
bu bir ön etüt olsun…

işte uygarlığın beşiği minos medeniyetine ait en önemli bulgu olan “phaistos diski“;

not: girit’te knossos sarayı arkeoloji alanında bulunan bu 3700 yıllık diskte yazılı olanları hint avrupa odaklı yunan sevicileri latince, keltçe, eski yunanca ve hatta ibranice olarak okumayı denemiş lakin bir türlü muvaffak olamamışlar, lakin nurihan fettah isimli tatar yazar ve araştırmacı tarafından eski tatarca-kıpçak dili kullanılarak bu diskte yazılanlar çözülür.

V.E(20.03.2012 BURSA)

CODEX CUMANICUS…(Kuman Kitabı)

Codex Cumanicus:
Karadeniz’in kuzeyindeki Kıpçak Türklerinden (Kumanlar) italyanlar ve Almanlar tarafından 14. yüzyılda derlenmiş iki bölümlük bir eserdir.(italyan bölümü, alman bölümü)
el yazması, Sözlük-metinler derlemesi olarak sayılabilecek eserin adı Latincedir ve Kuman Kitabı olarak Türkçeye çevrilebilir. Codex Cumanicus’un amacı kuman türkleri arasında hristiyanlığı yaymaktır.
netice itibariyle kuman türkleri her ne kadar hristiyanlığı kabul etse de dillerini unutmamış, sonraki yüzyıllarda dahi kıpçak türkçesi konuşmuş ve eserler meydana getirmişlerdir.

KUMAN KİTABI

Dr. SAADET ÇAĞATAY 
Türk Lehçeleri Doçenti 

Tarihin pek parlak sahifelerinde yer almış olan Türkler, türlü türlü devir ve coğrafi mahallerde büyük kültür abideleri bırakmışlardır. Bunlardan biri de Kumanların dil anıtı olan Codex Cumanicus’dur. 1942 tarihi, bu değerli eserin âdeta yeniden doğuş yılıdır; Danimarkalı K. Crönbech 1942 de Codex Cumanicus’un Türkçe kelime hazinesini toplayıp bir s ö z l ük haline koymuştur. O, bu eseriyle ölmüş Türk lehçelerinin önemli bir bölümünü teşkil eden Kum an c a ‘ yı hakkiyle canlandırmış ve herkesin kullanabileceği şekle getirmiş oluyor. Bu hadise Türkçe alanında büyük bir yenilik, takdire değer bir ilerileme olarak kabul .edilmelidir. 
Codex Cumanicus, bugün isimleri dahi kaybolmuş ve büyük Türk tarihinin unutulmuş sahifelerîne katılmış K u m a n ‘ l a nn biricik büyük dil abidesidir. Kumanlar 9-14. yüzyıllar arasında, Orta-Asya’dan, İdil-Yayık, Don, Aşağı Dneper, Tuna (Bugünkü Macaristan) kıyılarına kadar uzanmış olan geniş coğrafî sahada, Bizans ve Rus hükümdarları­
na karşı koyarak, hakimiyetlerini tesis edip, Türk tarihinin çok şerefli yerini işgal etmişlerdir. Onun için tarihteki rolleri Türk Tarihi için ne kadar önemli ise, dilleri dahi Türk dili araştırmaları ve kültür tarihi bakımından o derece mühimdir. 

Bu eserin nerede, hangi sebeple, hattâ üzerinde bir tarih taşıdığı halde ne zaman kaleme alındığı, şimdiye kadar katiyetle kestirilmemiştir. Eserin Tek nüshası, İtalya’nın Venedik şehrinde St Marcuş manastırı kütüphanesinde saklanmaktadır. Tanınmış İtalyan şairi Petrark’m vasiyetnâmeleriyle birlikte St.Marçus kûtüphanesine verildiğindeneser aynı zamanda Codex Peirarque adını da taşımaktadır. Fakat Petrârk hakkında araştırma yapanlar, CC’un vaktiyle” Petrark’a ait olduğunu, kenarlarına yazılan yazıların şairin eliyle yazılmış olduğu kanaatini reddediyorlar. İlk önce 1828 de Şarkıyatçı J. Klaport bu esere Avrupa bilginlerinin dikkatini çekmiş, eser hakkında malumat vererek parçalar yayınlanmıştır.

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1044/12612.pdf

https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/12/25/kipcaklar-kumanlar/

Örnek bölümler;
Kökteki hanlıkta baralmaz-biz Tengri kattında (gökteki krallıkta Tanrı katına varamayız.)
Sözlük bölümünden
agıngıç: merdiven
kıskaç: kıskaç
olturguç: oturulacak yer, sıra, koltuk
açkuç: anahtar
yülügüç/yülüngüç: tıraş bıçağı
yapkıç: kapak, örtü

Alman codexinden

Kıpçak Türkçesi;

Sağınsa men bahasız anını
Kim Xristoz töktü söüp ulunı
Tıyalman yaşınını.
Kim unut’ay munça yigitlikni
Kim içip tatlı çoa suunı
Toydırıldı canını

Yesus tatlı eç yamansız egeç
Ne ıynar sen eç yazısız egeç
Öz nezik boyuñnı

Türkiye Türkçesi
Düşünsem paha biçilmez kanını
Ki isa döktü sevip kullarını
(Bu nedenle) engelleyemem gözyaşımı
Kim unutabilir bunca iyiliği
Ki içip kaynak suyunu
Doyurdu canını

isa (sen) tatlı ve kötülüksüz iken
Niye azap çektirirsin hiç günahsız iken
Kendi nazik bedenine

NEWROZ DEĞİL, NEVRUZ…

Bahar pekçok milleti için fevkalade şeyler ifade eder…

tabiatın uyanışı, kışın zor şartlarından çıkış, zorlukları terk edip güzelliklere geçiş…

işte bahar ve beraberinde getirdiği pekçok güzellik çağlar boyu birçok milletin kültürel birikiminde önemli yer edinmiştir haklı olarak.

tabii ki türklerin de.

Bu hafta boyunca Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkmenistan’da resmi tatil uygulanmaktadır. bizde ise malesef bu mitolojik yortu gün geçtikçe bir KÜRT BAYRAMINA-KÜRT ETKİNLİĞİNE dönüşmekte…

oysa baharın karşılandığı bu yortunun çıkış kaynağı Türk mitolojisi’nin temel unsurlarından biri olan Göktürklerin Ergenekon‘dan çıkışıdır.

Nevruz Bayramı, Türk Milleti’nin yüzyıllar ötesinden devam edip gelen geleneksel bayramlarından biridir.
Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı “ana” olarak vasıflandıran Türk Düşünce Sisteminde “Baharın gelişi” elbetteki önemli bir yere sahip olacaktı.

Eski Türkler’le İranlılar’ın “yıl-başı” kabul ettikleri gün, Farsça bir kelime olan “Nevruz” terimiyle ifade olunmaktadır. Ancak kelime anlamı bakımından “yeni gün” demektir. Araplar’a İranlılar’dan geçen bu adet, başta Oniki Hayvanlı Türk Takvimi’nde görüldüğü üzere Türkler’de çok eskiden beri bilinmekte ve bugün törenlerle kutlanmaktadır.

Türkler’de çok eskiden beri baharın gelişi, tabiatın canlanışı, destanlarda masallarda, türkülerde şiirlerde, aşıkların kopuzlarında terennüm edilir ve bahardan coşkunlukla söz edilirdi. Baharın gelişi; suların çoğalması, dünyanın nefesinin ısınması yani havaların ısınması, türlü çiçeklerin açılması, yeryüzüne yemyeşil bir ipek kumaşın serilmesi, hayvanların çoğalması olarak yorumlanmaktadır.

Türk topluluklarında Nevruz geleneği yaygındır. Türkler, Nevruz’u “Nevruz-ı Sultani”, Sultan Nevruz” veya Orta Asya Türk topluluklarında görüldüğü üzere “Sultan Navrız” olarak kutlamaktadırlar. Türkler’de Nevruz’la ilgili görülen rivayetlerin en önemlisi bu günün bir kurtuluş günü olarak kabul edilmesidir. Bu bakımdan bu gün Ergenekon veya Bozkurt Bayramı olarak kabul edilmektedir.

Ergenekon Destanı’na göre düşmanları Türkleri bir hile ile yenerler ve çoğunluğu öldürülür yada tutsak düşer. Kurtulanlar kimsenin bilmediği dağlık ,verimli bir yer olan Ergenekon’a gelirler. Zamanla nüfusları çoğalınca buradan çıkmak istediklerinde etrafın demir dağlarla çevrili olduğu görülür. Bunun için büyük ateşler yakıp dağları eritirler ve tekrar eski yurtlarına dönerler. İşte Türk Kültürüne göre Nevruz , takvim başlangıcı olan Ergenekon’dan çıkış günüdür. Bu adet Türkler’deki demirciliğin milli sanat olması ve demir kültü ile açıklanabilir. İşte Türk Kültürüne göre Nevruz, takvim başlangıcı olan Ergenekon’dan çıkış günüdür.

O günden beri yeni yılın başladığı gece Kök-Türkler’de adettir, o günü bayram sayarlar. Bir parça demiri ateşe salıp kızdırırlar. Önce Kağan bunu kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Ondan sonra beyler de öyle yaparlar. Bunu mukaddes bilirler, böylece Tanrı’ya şükretmiş olurlar.

Nevruz, Türkler’in tabiatın dirilişini alkışladığı, yıl esaslı zaman değişiminin başlangıcı   saydığı, değişmeler için Tanrıya şükrünü ifade ettiği özel bir törendir. Bu kutlama sarı, kırmızı, yeşilin   yan yana gelmesiyle oluşan sembolleşme ile tamamlanır gibidir.

Sarı, kırmızı ve yeşili bir inanış ve varlık dünyasını yorumlayış sonucunda yeşili; dirilik, tazelik gençlik, sarıyı; merkez, hükümranlık, kırmızıyı; Tanrı, koruyucu ruh, ocak (ev), dirlik, bağımsızlık, hürriyet anlamlarının sembolü halinde yorumlayan sadece Türk kökenli halkalarıdır…

Tarihi bakımdan Hun, Göktür, Uygur, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet  döneminde Nevruz, bir örfi bayram olarak kabul edilmiş, çeşitli eğlence ve merasimlerle idrak edilmiştir.

Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün önderliğinde 1922, 1923, 1924 ve 1926 yıllarında Ergenekon Bayramı adıyla kutlanmış, daha sonraki yıllarda bu kutlamalar mahalli seviyede olmuştur.

Ülkemizin Batısında Mart Dokuzu, Hıdrellez veya  Kakava Şenlikleri adıyla kutlanan Nevruz Bayramı, bizleri birbirimize daha çok yaklaştırır. Ortak bir kültüre, birlik ve beraberlik içinde sahip çıkar ve aynı kültürün insanları olarak kaynaşmamıza, birbirimizi sevmemize yardımcı olur.

Nevruz geleneği ne Sunilikle, ne Alevilikle, ne Bektaşilikle doğrudan bağlantısı olmayan, İslamiyetten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin ve mezhebin bayramı değildir. Bu yüzden herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik menşe adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi, bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.

Ne yazık ki günümüzde TÜRKLÜK bilinci sistematik bir şekilde yozlaştırıldıkça bize ait olan değerler farklı medeniyetler tarafından kapışılmakta.

Bu durumun pek tabii baş müsebbibi hint avrupa odaklı tarihçiliktir.

Atatürk’ün tarih öğrenmenin önemi üzerine söylemiş olduğu şu söz yukarıda izah etmeye çalıştığımız konunun önemini daha iyi açıklamaktadır.

“TÜRK ÇOCUĞU ECDADINI TANIDIKÇA DAHA BÜYÜK İŞLER YAPMAK İÇİN KENDİNDE KUVVET BULACAKTIR”

 

V.E. (19.03.2012 BURSA)

ŞEHZADE MUSTAFA…

Şehr-i Konstantiniyye’nin sokaklarını sel götürüyordu, gök delinmiş ağlıyordu adeta  günlerdir…

halk isyanda, ocak isyanda, kul isyanda…

yer isyanda…gök isyanda…

Kıydığı şehzadesinin günlerce başında bekleyen Kanuni Sultan Süleyman isyanda…

Osmanlı tarihi boyunca ölümüne en çok ağıtlar yakılan, en çok hüzünlendiren, en yürek burkan 3 ölümden biridir o’nun katledilişi…

diğerleri hiç şüphesiz Cem Sultan ve Genç Osman’dır…

Hep konu o olunca cümleler şu şekilde kurulur…”eğer osmanlı tahtına o geçse idi…”

hiç şüphesiz çok farklı şeyler olurdu. dürüst, adil, ilkeli, ufku geniş, eğitimli bir şehzadeydi ŞEHZADE MUSTAFA…Yeniçeri ocağı’nda yetişmiş, yeniçeri adabı ve terbiyesi ile yoğrulmuş, yeniçeri gibi kılıç kuşanmıştı. mizaç olarak dedesi YAVUZ’a benziyordu fevkaladesiyle…

Yaşamı;

1515 yılında babası Sultan Süleyman’ın şehzadeliği sırasında Manisa’da dünyaya geldi. Dedesi Yavuz Sultan Selim’in 1520’de hayatını kaybetmesi üzerine Osmanlı tahtına oturmak üzere İstanbul’a giden babasını yanında İstanbul’a gitti.

Hürrem Sultan’ın babasının sarayına girmesinden sonra annesi Mahidevran ile Kanuni’ye dört şehzade daha doğuran Hürrem Sultan arasında, Kanuni’den sonra kendi oğullarının tahta çıkmasını sağlamak için büyük bir mücadele yaşandı.

Şehzade Mustafa, 1533 -1541 arasında Saruhan Sancak Beyi olarak görev yaptı. Saruhan (Manisa), padişah adayının görev yaptığı yer kabul edilirdi. 1541’de Amasya Sancak beyliğine atandı; Saruhan Sancak Beyliğine ise kardeşi Şehzade Mehmet getirildi. Şehzade Mehmet’in beklenmedik şekilde 1543’te ölümünden sonra Saruhan Sancak Beyliğine Şehzade Selim getirilirken; Şehzade Mustafa ise Konya Sancak beyliğine atandı.

Kırım’lı Fülhane hatun ile evli olup mehmet ve ahmet isimli iki de evladı vardı…

Şehzade Mustafa iyi bir asker, iyi bir devlet adamı olmanın yanı sıra iyi de bir şairdi…MUHLİSİ mahlası ile şiirler yazardı, aynı zamanda hattat’tı.

Babası’nın Irak, Korfu ve Boğdan seferlerinde ANADOLU MUHAFIZI, Avrupa seferinde de İSTANBUL MUHAFIZI oldu.

Birçok kişinin MUHTEŞEM YÜZYIL adlı tv dizisi ile varlığından haberdar olduğu Şehzade Mustafa yukarıda da bahsettiğimiz üzre hem fiziki hem de mizaç olarak dedesi Yavuz Selim’e benzemesine rağmen, dedesinin izinden gitmemiş, babasına hiçbir şekilde başkaldırmamış ve hep sadık kalmıştır…

katledilirken bile…

Pek tabi hemen hemen tüm tarihi kaynaklar Musrafa’nın katlinde hep Hürrem sultan’ı sorumlu göstermektedir. lakin bu elim olayda yegane suçlu hürrem sultan ve onun bir türlü dizginlenemeyen taht hırsı değildir.

Mustafa’nın katlinin esasen baş sorumlusu bizzat babası Sultan Süleyman’dır…Sultan Süleyman’da ne yazık ki Mustafa’yı, kendi öz oğlunu kıskanmış, ordu, özellikle yeniçeri ve sipahiler tarafından sevilmesi ve türkmenlerin o’na olan sadakati ve sevgisini hep kıskanmıştır. dolayısıyla karısı Hürrem Sultan ve damadı Rüstem Paşa’nın tertipledikleri bu tezgaha bir şekilde hem ortak olmuş, hem de göz yummuştur Kanuni(!)…

Kaynaklara göre pek çok devlet adamının gözünde, Şehzade Mehmet’ten sonra veliahtlığa Şehzade Mustafa layık görülmekteydi. Taht yarışında Mustafa’yı bertaraf edebilmek için Hürrem Sultan’ın emri ile Sadrazam Damat Rüstem Paşa tarafından sahte mektuplar ürettiği düşünülür. Bu mektuplar, Şehzade Mustafa’nın babası hayatta iken onun tahtına göz diktiğini gösterir niteliktedir. Başlangıçta iddialara inanmayan Kanuni, Nahçiven Seferi’ne çıktığında Konya Ereğlisi tarafında (bugünkü Akhüyük Köyü) konakladığı sırada el öpmeye gelen Şehzade Mustafa’yı orada boğdurdu. Şehzade’nin saray hademelerinden Zal Mahmut Ağa’nın arkadan saldırması sonucu hayatını kaybettiği düşünülür. Cesedi çadırın önüne asılmış, cenazesi daha sonra Bursa’ya gönderilerek II. Murat türbesi yakınına defnedilmiştir. Şehzade Mustafa’nın türbesi, 1555 yılında kardeşi Şehzade Selim tarafından yaptırılmıştır.

(Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi)

Şehzade’nin katlinin elim bir olaya dönüşmesinin bir başka sebebi de, binlerce yıllık Türk Töre’sinde o güne kadar katledilen, yahut ölüm emri infaz edilen hiçbir hanedan mensubu’nun kanının akıtılmayışıdır. lakin Mustafa katledilirken cellatlarına karşı koymuş, güçlü kuvvetli olduğundan infazı gerçekleştirmekle memur edilen 3 cellat o’na güç yettirememiş ve bir türlü o’nu boğmayı başaramamışlardır. şehzade kendine saldıran cellatları hal etmiş iken zal mahmut ağa şehzadeye arkadan hamle etmiş ve onun dengesinin bozulmasına sebe olmuş, bunun üzerine cellatlardan biri baltasına davranarak mustafa’nın göğsüne 2 darbe indirmiş, mazlum şehzade’nin kanı akıtılarak yaralanması sağlanmış ve güçsüz düşüp takati kalmadığında boğazından ilmek geçirilerek boğulmasına mazhar olunmuştur…

(şehzade mustafa’nın türbesi-BURSA)

Ölümünden sonra;

Şehzade Mustafa’nın ölümü askerler ve halk arasında büyük tepki yarattı.

Pek tabi yeniçeriler ve mustafa’yı seven tüm ahali idam olayına tepki gösterip rüstem paşa nın azlini isterler. olaydan sorumlu gördükleri Rüstem Paşa’nın çadırına saldırdılar ancak onu bulamadılar. bunun üzerine, rüstem paşa azledilip sürgüne gönderilir, mustafa nın cenazesi de yanında bir kaç cellatla bursa ya gönderilir. mustafa orda gömülür, cellatlar da henüz 7 yaşında olan, mustafa nın oğlu şehzade mehmet’i ilerde dedesine karşı açacağı olası bir intikam savaşını önlemek için öldürürler.
kanuni nin hurrem den olma en küçük oğlu cihangir ağabeyinin trajik ölümüne dayanamaz ve olaydan birkaç ay sonra üzüntüden ölür. O’nun da hatırasına hürmeten istanbul beyoğlu’ndaki bir bölgeye o’nun ismi verilerek “cihangir semti” olarak ölümsüzleştirilir…

Şehzade Mustafa’nın ölümü üzerine Fünûnî, Rahmî, Edirneli Nazmî, Muînî, Mustafa, Müdâmî, Sâmî, Kara Fazlî, Nisâyî , Şeyh Ahmed Efendi, Selîmî, Kâdirî gibi şairler mersiyeler yazdılar. Hakkında yazılmış en tanınmış mersiye, Taşlıcalı Yahya Bey tarafından yazılmış olandır.

Ölümünden sonra Şehzade Mustafa adına “Düzmece Mustafa” isyanı adlı bir isyanın başlatıldığı düşünülür. Şehzadenin celladın elinden kurtulduğunu ve kendisinin Şehzade Mustafa olduğunu söyleyerek tahta yürümeye kalkışan “Düzmece Mustafa”, Orhan Asena’nın Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe adlı oyununda konu edilir.

Amasya’daki Şehzadeler Müzesi’nde Şehzade Mustafa’nın bir balmumu heykeli vardır.

Taşcalı Yahya tarafından yazılan Şehzade Mustafa Mersiyesi;

I. bend
Meded meded bu cihanım yıkıldı bir yanı
Ecel celâlîleri aldı Mustafa Hânı
(Meded, meded! Bu dünyanın bir tarafı yıkıldı.
Çünkü ecel eşkıyaları Mustafa Han’ı yakaladılar ve
boğdular.)

Tohındı mihr-i cemâli bozuldı erkânı
Vebale koydılar âl ile Al-i Osmânı
( Onun güneş gibi parlak olan yüzü battı ve maîye-
ti bozuldu. Osmanoğullarını hîle ile günaha sok
tular.)

Geçerler idi geçende o merd-i meydânı
Felek o canibe döndürdi şâh-ı devrânı
(Padişahın yanında o yiğidin sözü geçtikçe onu
çekiştirirlerdi. Nihayet devir padişahını felek, on
ların yönlendirmek istedikleri tarafa döndürdü.)

 Yalancımın kun bühtanı bugz-ı pinhânı
Akıtdı yaşumımı yakdı nâr-ı lıicrânı
( Yalancının kuru iftirası ve gizli düşmanlığı gözümüzün
yaşını akıttı, gönlümüzde ayrılık ateşi yaktı.)

 Cinayet etmedi cânî gibi anıın câm
Boguldı seyl-i belâya tagıldı erkânı
(Zavallı şehzade caniler gibi bir cinayet işlememiş-
ken, belâ seline düşüp boğuldu. Bütün yanında bu
lunan yakınları darmadağın oldu.)

N’olaydı görmeye idi bu macerayı gözüm
Yazuklar ana reva görmedi bu rayı gözüm
(Keşke şu olayı gözüm görmemiş olsaydı. Doğrusu
ya, şehzade hakkındaki hükmü doğru ve uygula-
nan cezayı adalete uygun görmedim.)

II. bend
Tonandi ağlar ile nurdan menâra dönüp
Güşâde hatır idi şevk ile nehâra dönüp
( Şehzade beyaz bir elbise giymiş, bu haliyle nurdan
bir minareye dönmüştü. Babasını göreceği için mutluluktan parlayan yüzü gündüzü andırıyordu.)

Göründi halka dıraht-ı şükûfezâra dönüp
Ütag u haymeleri karlu kûhsâra dönüp
(Şehzade halka çiçek açmış bir ağaç gibi göründü,
otağ ve çadırları da karlı dağlara benziyordu.)

Tururdı şâh-ı cihan hiddet ile nâra dönüp
Yürürdi kullan yamnea lâle-zara dönüp
(Cihan padişahı olan Kanunî Sultan Süleyman
hiddetten ateşe dönmüştü, yanında yürüyen adanılan
da bir lâle tarlasını andırıyordu.)

Müzeyyen idi bedenlerle ak hisara dönüp
El öpmeğe yüridi mihr-i bî-karâra dönüp
(Padişahın çadırları bedenlerle süslenmiş, ak
hisara dönmüştü. Şehzade ise sevincinden güneş
gibi yerinde duramaz bir haıe gelmiş ve el Öpmek.
için otağa doğru yürümüştü)

Tolmdı gelmedi çünkim o mâh-pâre dönüp
Görenler ağladılar ebr-i nev-bahâra dönüp
( Ay parçası gibi şehzade bath, babasının otağından
dönüp gelmedi. Sonra onun cenazesini görenler
yağmur yağdıran bahar bulutu gibi ağlasınlar.)

Bir ejdehâ-yı dü-serdür bu hayme-i dünyâ
Dehânma düşen olur hemîşe nâ-peydâ
(Bu dünya çadırı, dâima ağzına düşenin görünmez
olduğu iki başlı bir ejderhadır.)

III. bend
O bedr-i kâmil ol âşinâ-yı bahr-i ulum
Fenaya vardı telef etdi ara tâli-i şûm
(Ayın ondördü gibi bilgili ve ilim denizinin tanışı
olan o şehzade yok olup gitti. Uğursuz talih zavallıyı
telef etti.)

Dögündi kaldı hemân dâg-i hasret ile nücûm
Köyündi şâm-ı firakında doldı yâş ile Rûm
(Gök yüzünde birer yara gibi görünen yıldızlar
şehzadenin, hasretiyle dövündü kaldı. Osmanlı
ülkesi onun ayrılığı akşamında hasretle yandı
tutuştu, gözleri yaşlarla doldu. )

Kara geyürdi Karamana gusse etdi hücum O
mâhı ince hayâl ile etdiler ma’dûm
(Hüzün ve keder hücumu Konya halkına karalar
giydirdi. O ay yüzlü şehzadeyi, ince hesaplar, us
taca entrikalarla yok ettiler. )

Tolandı gerdenine hâle gibi mâr-ı semûm
Kazâ-yı Hak ne ise razı oldı ol merhum
(Zehirli bir yılan, yani cellâdın kemendi şehzadenin
boynuna hale gibi kuşandı. Rahmetli kaderi ne ise
ona boyun eğdi.)

Hatâsı gayr-ı muayyen günâhı nâ-ma’lûm
Zihî şehîd ü saîd ü zihî şeh-i mazlum
(Hatası görülmemiş ve günahı bilinmem işken öldü-
öldürülen şehzâde, ne mübarek ve manen ne mutlu
bir şehîd ve ne derece zulme uğramış bir sultândır!)

Yıkıldı yer yüzine aslına rücû etdi
Saadet ile hemân kurb-ı hazrete gitdi
(Şehzâde yer yüzüne yığılıp kaldı ve aslı olan top
rağa döndü. Şehîdlik mutluluğuyla İlâhî makam
civarına gitti.)
(TAŞCALI YAHYA)

PİR-İ TÜRKİSTAN; AHMED YESEVİ…

Yıllar süren seyahatlerden derviş belki döner, belki dönmez. tıpkı kuşlar gibi yıllarca kanat çırptıktan sonra, gün olur yorulurlar ve nerede nefesleri tükenirse orada kalıverirler…

her nefsin ölümlü olduğu düşüncesinin derviş kıyafetlerindeki tezahürü, kefen ölçüsündeki bir bezden yapılan sarıktadır. ölümlerini başlarında taşıyan dervişlerin upuzun sarıkları açılır ve bu sarık dervişin kefeni olur…

işte bu kadar yalındır hayat.

http://www.youtube.com/watch?v=JPLtlxocl3A&feature=related

http://www.youtube.com/watch?v=qI1nbKM6Q8g&feature=related

Horasan Erenleri’nden ve Hoca Ahmed Yesevi’nin talebelerinden “BURSA’NIN FETHİ…KIRKLAR…HORASAN’LI ERENLER…” başlıklı yazımızda bahsetmiştik.

https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/12/11/bursanin-fethi-kirklar-horasanli-erenler/

İşte Anadolu’nun bir Türk Yurdu olmasını mümkün kılan en önemli unsurlardan biri olan bu dervişlerimizin büyük piri’dir HOCA AHMED YESEVİ…

—alıntı—

yapılan sınırlı ve yetersiz incelemelerin bize ulaştırdığı bilgiler ışığında ahmed-i yesevî karakteriyle ilgili olarak söylenebilecek ilk şey bu tarihi ve dinî şahsın iki şekilli bir algılanışa sahip olduğudur.

özellikle değiştirilmiş ve başkaları tarafından oldukça farklı eklemelere tabii tutulmuş divan-ı hikmet’ten öğrenilecek ve çok daha menkıvebi bilgiler ve kişiliklerle tanıtılan hace ahmed-i yesevî ve daha gerçeğe yakınsayan bir diğer ahmed-i yesevî.

bu ikili ayrıma geçmeden önce ahmed-i yesevî’nin öneminin ne olduğu anlamakta fayda var.
genel itibariyle türk halk sûfilik geleneği, coğrafi ve kronolojik safhaları yansıtan üç evliya veya sûfî zümresinden bahseder;
i. türkistan erenleri
ii. horasan erenleri
iii. rum (anadolu) erenleri

bu üç zümrenin ortaklaşa kaynaklandığı yer ise daha çok horasan melâmetiyyesidir.*
türkistan erenleri, ahmed-i yesevî tarafından başlatılan ve erken türk sûfi geleneğidir. rum erenleri ise anadolu topraklarında esas olarak kaynağını iran sûfîliğinden almış ve mevlana, hacı bektaş ve yunus emre tarafından temsil ve teşekkül edilmiş ve aslında türkistan ve horasan sûfiliklerinin bir sentezini teşkil eden anadolu erenliğidir.

bu bakımdan özellikle islamlığın türkistan’da vuku bulmasının ilk ve temel sebebinin ahmed-i yesevî olduğunu söylemeliyiz.
abartmadan diyebiliriz ki bugün türkistan topraklarında beğenilse de eleştirilse de ya da olması gereken budur gibi yakıştırmalara maruz kalsa da mevcut olan müslümanlığın var olmasının nedeni için ahmed-i yesevî’yi gösterebiliriz.

ahmed-i yesevî’nin ne yapıp ne yapmadığından bahsetmeden önce bu şahsın ilhamından bahsetmek şart.
ahmed allahın azap ve gazabından korkmaya dayalı bir tasavvuf yerine ilahi aşk ve cezbenin var olduğu, bu sebeple de hoşgörü ve insan sevgisine ağrılık veren ve her türlü benlik duygusunu kınayan horasan melâmetiyyesine mensup bir tasavvuf anlayışı benimser.
ve bu benimseyişini de göçebe-yarı göçebe yaşayan o zamanki halka o halkın uzun sürelerdir süregelen geleneksel argümanlarıyla anlatır.

bu nedenledir ki ahmed-i yesevî’nin yaptıkları bugün dahi unutulmadan büyük bir hayranlık ve saygıyla anılmaktadır.

özellikle vurgulanması gereken şey ise bize belirli zümreler tarafından sürekli ve taraflı bir şekilde dayatılan türklerin islamlığı kolay ve sancısız bir şekilde geçtikleri, çünkü islamlığın türklerin zaten inandıkları inançlarıyla paralellik göstermesi palavrasının inandırıcılıktan uzaklığıdır.
bu sav çeşitli vesileler yüzünden vurgulanarak inandırılmaya çalışılmaktadır.
oysa gerçeklik türk boylarının hiç de öyle kolayca bir dini kabul etmediğidir. zaten bunun aksini düşünmek özellikle inanılan dine benzeyen bir dine birden bire inanmanın kulağa abes gelmesinden anlaşıldığı üzere ya büyük bir deliliği ya da kasıtlı bir aldatılmanın göstergesidir.

işte bu şekilde değerlendirirsek eğer ahmed-i yesevî’nin kişiliğinin neden böylesine büyütüldüğünü anlayabiliriz.

şimdi burada bahsedilmesi gereken konu ahmed-i yesevî’nin iki farklı şekilde algılatılan kişilikleri mevzusudur.
ahmed-i yesevî mirasını üzerine alan birçok farklı tarikat tarih boyunca var olmuştur. ve var olmayı da sürdürecek gibi görünmektedir.
bunların en önemlileri nakşibendîlik ve bektaşiliktir şüphesiz. bektaşilik anadolu coğrafyasını ilgilendirdiği için ondan daha sonra bahsedeceğiz.

nakşibendîlik ahmed-i yesevî mirasını oldukça sıkı bir şekilde saklar ve köklerini buraya dayandırır. bugün kaynaklandığımız bir çok yerde aslında bu tarikatın bilgileridir. nakşibendîlik ahmed-i yesevî’yi sünnî bir yapıda tasavvur eder.
bugün divan-ı hikmetten ahmed-i yesevî hakkında öğrendiklerimiz aslında nakşibendîliğin kullanmak üzere oluşturduğu ahmed-i yesevî portresinden başka bir şey değildir.
13.yy’da başlayan moğal istilası yüzünden baş gösteren yeni şamanizm rüzgârına karşı islam’ı savunmaya çalışan nakşibendîlik bunun için özellikle şamanizm’den ve diğer etkileşimlerden uzak kalan bir islam öğretisi oluşturmaya çalışmış bunun içinde ortodoks islam’a inancını aşılamıştır.
işte bizim de çoğunlukla bildiğimiz ahmed-i yesevî işte bu ortodoks inanç çerçevesinde oluşturulmuş ahmed-i yesevîdir.

oysaki bilinmesi gereken ahmed-i yesevî’nin daha çok heterodoks bir inanç sahip olduğudur.
hatta ve hatta ahmed-i yesevî için melameti-kalenderi sûfîliğin süsüne bürünmüş islam’ın islam’a öncesi budist-şamanist-maniheist kültürün karışımı bi inancı savunduğu söyleyebiliriz. bunun böyle olmasının nedeni pek tabi ahmed-i’nin seslendiği kitlenin şamanist-budist ve maniheist inançlara tabii olmasından kaynaklandığını belirtmek gerek.

bu yüzden ortodoks islam’ın ön görüp önerdiği bir çok yaptırım ahmed-i yesevî’nin iletilerinde ya yoktur ya görmezden gelinmiştir.
üstelik bu sentez inancı ahmed-i yesevî halka anlatırken onların süregelen geleneksel yönetemini kullanmıştır.
şamanist ayinlerde özel bir yer bulan şiir ve müzik ahmed yesevî’ninin kullandığı bir yöntemdir. yıllardır kullanılan şekillere benzer şekillerde ve yeni bir islam coşkusuyla dile getiren ahmed-i yesevî böylece islamlıkta ilgi çekici bir yere oturmuştur.

kısaca söylemek gerekirse, şamanistlere ve maniheistlere onların alışmış oldukları gelenekten doğan hikmet adını verdiği şiirle heterodoks bir islam benimsetmiştir.

ne yazık ki bu özelliği daha sonraları onun mirasını sahiplenen yollarca oldukça tahrip edilecektir.
özellikle nakşî kaynaklarında ahmed-i yesevî ile sürekli ilişkilendirilen hace yusuf-ı hamedanî , değiştirilmiş olmasına rağmen divan-ı hikmette arslan baba’dan daha az bir yer tutmaktadır.

ahmed-i yesevî’nin öğretileriyle oluşturulan yesevîyye tarikatı da değişik kollardan kendine yayılma imkânı buldu.
bu yayılış süreci de takip edilerek ahmed-i yesevî kişiliğinin nasıl değişikliklere uğradığı gözlemlenebilir.

yesevîliğin çeşitli kollarınca ve çeşitli sebeplerden ötürü yayılış sahasını üçe ayırmak mümkün;
i. kazakistan özbekistan kısmen türkmenistan ve tacikistan ve volga boylarını içine orta asya
ii. hindistan sahası
iii. anadolu sahası

ahmet yesevî halifelerinin ve yesevîliğin yayılış alanı genel olarak bu yönlerdedir.
maveraünnehir ve fergana vadisinde iyice tutunan yesevîlik, harezm bölgesine oradan da iran sahasına girdi. burada zave şehrinde 12.yy sonlarında kalenderîlikle birleşerek haydarilik tarikatını doğurdu.

orta asya’dan böyle bir yol izlerken bir yandan hindistan bir yandan da anadolu istikametinde daha da batıya doğru yayılışını 1218’lerde başlayan moğol istilasıyla birlikte hızlandırdı. bu tarihten sonra yesevî dervişleri hızla meslektaşları olan haydarilerle birlikte, bir taraftan harezm, horasan ve azerbeycan üzerinden anadolu’ya diğer taraftan da hindistan’a sarktılar.

tam da burada ahmed-i yesevî’nin doğduğu ve çokça bir şekilde mühimleştiği orta asya sahasında 14.yy’ın ikinci yarısında muhammed bahaü’d-din-i nakşibend tarafından kurulan nakşibendîlik tarikatına kaynaklı edecekti.
nakşibendîlikle birlikte moğol istilasıyla gündeme gelen türk-moğol paganizmine karşı bir tepki doğdu.
ve bu tepkisini meşrulaştırırken mevcut olan ahmed-i yesevî mirasından ve onun kişiliğinden çokça faydalandı. bu faydalanma esnasında ahmed-i yesevî kişiliği de nakşibendî bir hava alırken divan-ı hikmet’te aynı şekilde nakşibendî esaslarına uyacak şekilde tahrip edildi ve yeni eklemeler, aynı tarzda yazılmış bazı hikmetlerle doldu taştı ve bugüne değin geldi.

burada bahsedilmesi gereken bir nokta ise nakşibendîlikten ayri bir yesevîliğin daha olduğudur. nakşibendîlikle birlikte necmüddin kübra’nın kurduğu kübrevîlik tarikatı içinde de ahmed-i yesevî’nin görüşlerinin bir kısmının nüfuz etmiş olduğunu görüyoruz.
daha sonra kübrevîliğin bir kolu olan zehebîlik’in ileri gelen şeylerinden abdülvahhab hoca da kendisini ahmed-i yesevî’nin halifelerinden olab zebgi ata’nın halifesi olan sadr ata’ya dayandırmıştı.

her ne şekilde olursa olsun ve her ne tarikatta ve yolda olursa olsun kesin olan şey şudur ki; ahmed-i yesevî ve yesevîlik, 15.yy’dan itibaren orta asya türk ülkelerinde ve özellikle de kazakistan’da islamiyet ve halk islamlığının ayrılmaz bir parçasına haline gelmiştir.

hind sahasında yesevîliğin yürüyüşünün takibi ne yazık ki kısıtlı bir şekilde yapılmıştır ve kayda değer şeyler söylemek oldukça zordur.
bazı seyyahlar haydarî tarikatına mensup dervişlerden bahseder.
bundan ilerleyen yıllarda ise yesevîlik hakkında hind sahasında söylenecek sözlerin genellikle nakşibendîliğin yansımaları olduğudur.
anadolu’da ise yesevîlik daha çok bektaşilik ve haydarilik bağıntısıyla var olmuştur.

13.yy’da moğol istilaları ile birlikte meydana gelen göçlerle birlikte anadolu’ya adım atan haydarî ve yesevî dervişler ahmed-î yesevi’nin temsilini üstlenmişler ve onunla ilgili meydana gelen sözlü ve yazılı bütün mevcudiyeyeti bu topraklara taşımışlardır.
yine de özellikle yine 13.yy’da hacı bektaşî veli’nin başında bulunduğu haydarilik içinde yesevîlik ermiştir. hacı bektaş kültü ise daha sonra 16.yy başlarında bağımsız hale gelmiş ve bektaşilik tarikatını oluşturmuştur.
buradan hareketle yesevîliğin 13.yy’da haydarilikle 15.yy’dan sonra ise bektaşîlikle birlikte yayılım imkanı bulduğunu söyleyebiliriz. özellikle bektaşilikle birlikte ve bektaşiliğin içinde rumeli ve balkanlara ulaşmıştır.

bunun yanında ise 15.yy’da osmanlı imparatorluğu sınırları içinde nakşibendîliğin girmesiyle birlikte bir de nakşibendi fikriyatına uygun şekilde değişmiş ve sünnîleştirilmiş bir ikinci ahmed-i yesevî portresi oluşmuştur. yani bir yanda bektaşilik çerçevesinde bir ahmed-i yesevî diğer yanda ise nakşibendilik çerçevesinde bir başka ahmed-i yesevi ortaya çıkmış ve günümüze kadar gelmiştir.

burada ek olarak belirtilmesi gereken husus ise rumeli ve balkanlar’da ahmed-i yesevî’nin burada yaşamış olan diğer sûfîler kadar popüler olmamış olmasıdır.

görüldüğü üzere ahmed-i yesevî tarihte algılanış şekliyle hep ikili bir karakter olmuştur.
asıl olarak göçebe ve yarı göçebe türk halkına islamiyet’i biraz daha sünnî müslümanlığın dışında ve onların anlayabileceği bir yolla, onların benimsediği şiir kalıplarıyla sunan bir sûfî olmasına rağmen sürekli olarak nakşibendî tarikatı nedeniyle gerçek olmayan bir ortodoksluk yüklenmiştir.

—alıntı—

ASYA’NIN KANDİLLERİ…

TRT tarafından hazırlatılmış bir belgeseldir.

Belgesel, Türk Dünyasının önemli isimlerinin ayrıntılarını ve hayatlarını analiz eden önemli bir çalışma…

HOCA AHMED YESEVİ,

http://vimeo.com/12925982

FARABİ,

1-http://www.youtube.com/watch?v=EJS1OZvteZ4

2-http://www.youtube.com/watch?v=TVtKaoc-hSM&feature=related

YUSUF HAS HACİB,

1-http://www.youtube.com/watch?v=dKKKzLxIeNo&feature=related

2-http://www.youtube.com/watch?v=L1GrZ03Ti1w&feature=related

KAŞGARLI MAHMUT,

http://video.google.com/videoplay?docid=-8146427543425241812#

ULUĞ BEY,

1-http://www.youtube.com/watch?v=OGb7zbOcaA4

2-http://www.youtube.com/watch?v=KOC5iI-JRs8&feature=related

ALİ KUŞÇU,

1-http://www.youtube.com/watch?v=4WyNRLMf_Bw

2-http://www.youtube.com/watch?v=QP7zHl1OOdE&feature=related

ALİ ŞİR NEVAİ,

1-http://www.youtube.com/watch?v=dZ7vfvgtrJs&feature=related

2-http://www.youtube.com/watch?v=VFQKC9uHbs0&feature=related

İMAM BUHARİ,

http://video.google.com/videoplay?docid=-1307057631180522966#

İBNİ SİNA,

http://video.google.com/videoplay?docid=1820576039569706870#

MUSA EL HAREZMİ,

1-http://www.youtube.com/watch?v=9yofOIppm98&feature=related

2-http://www.youtube.com/watch?v=f7T45KEBQGs&feature=related

EL BİRUNİ,

1-http://www.youtube.com/watch?v=wqWJEiJvc0g

2-http://www.youtube.com/watch?v=gVbtqg502vk&feature=related

FUZULİ ,

http://video.google.com/videoplay?docid=-6517371708496760413#

ABDÜLKADİR EL MERAGİ

1-http://www.youtube.com/watch?v=M7yTFsVvBnA&feature=related

2-http://www.youtube.com/watch?v=qrizWWdiEWo&feature=related

PAZIRIK KURGANI…

Altay Dağları’nın eteğinde UKOK yaylası PAZIRIK vadisinde yer alan, özellikle İskitler’in Türklüğü ile ilgili önemli ipuçları ve bulguların ortaya çıkarıldığı tarihi arkeolojik alan.

Bugün UNESCO DÜNYA MİRASI listesinde yer alan, Altaylar’da MÖ 3. yüzyıl olarak tarihlenen bu kurganda; Arkeolog Sergei Ivanovich Rudenko’nun keşfettiği MÖ 5. yüzyıla ait eserler İskitlerin İran, Hinditan, ve Çin ile güçlü ticaret bağlantıları olduğunu sergilemektedir. Bulunan eserler arasında en değerlilerinden biri olan İskit Halısının boyu 200, eni 189 cm, kalınlığı 2 mm olan bu Pazırık Halısında, her 10 santimetrekarede 36.000 düğüm bulunmaktadır. Dünyanın en eski halısı olarak nitelendirilen Pazırık halısı, Ermitaj Müzesi‘nde sergilenmektedir.

(pazırık-atlı adam)

Pazırık, Güney Sibirya’da Altay eteklerinde Pazırıkta bulunan ve MÖ 5. yüzyıla tarihlendirilen ve arkeolog Natalia Polosmak tarafından bulunan ve Buz bakiresi adı verilen mumyalanmış ceset ve bunun gibi kollarında hayvan desenli dövmeleri bulunun mumyalar keşfedilmiştir. Bulunan eserlerde ağırlıklı olarak geyikler, dağ keçileri, İran sanatına özgü grifiler tasvir edilmiştir. Leningrad Ermitaj müzesinde yer alan eserler arasında, halı dışında kumaş, renkli keçe, aplike örtüler, hayvan ve bitki desenli tekstil ürünleri vardır. bu ürünlerden en önemlisi dünyaca ünlü PAZIRIK HALISI’dır, pazırık halısı ile ilgili yapılan düğüm incelemeleri neticesinde TÜRK HALISI olduğu kesinlik kazanmıştır.

(pazırık halısı)

PAZIRIK KURGANI’NDA ELDE EDİLEN BAŞLICA BULGULAR;

Picture of museum object

 

Picture of museum object

 

 

 

 

 

 

 

                                                                      Picture of museum objectPicture of museum object                                                                                                                                                                                                                                                        

 

 

 

 

 

 

 

 

                                        Picture of museum objectPicture of museum object

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Picture of museum object

 

 

 

 

 

 

 

 

 

dövmeli pazırık mumyası;

Image:PzyrykMummy2.jpg

ALTAY DAĞLARI…

Tanrı’nın (tengri) türk’e ismini verdiği yerdir.

türkçe’de al: kırmızı, tay: at yavrusu olarak tanımlanmakta olup kızıl at yavrusu anlamına gelir ki, türklerde kızıl 4 ana yönden birini(güney) temsil eden bir renk olup, atın ve dolayısıyla atın yavrusu tayın türk kültüründeki önemini anlatmaya gerek yoktur.

yine etimolojik açıdan inceleyecek olursak;

“al” türkçe’de altın anlamına, “tay” da dağ anlamına gelir, böylece al-tay=altın dağ—>altındağ kavramı ortaya çıkar.

“altındağ” türk mitolojisinde önemli bir yere sahip olan dağdır.

Değişik Türk dillerinde Altantav, Altantağ, Altuntah, Altantak ve Altaytav olarak da söylenir. Moğolcada Altanavla veya Altanula olarak bilinir. Bozdağ (Boztav, Pustak, Pustag) ve Tazdağ (Tastav, Taztağ, Dazdağ) sözcükleri yine bu dağı nitelemek için veya eşanlamlı olarak kullanılır.

altındağ, gök tengri’nin ikametgahı olan dağdır, gökyüzünde bulunur,

Türk yurdunun ve devletinin enginliğini göz alıcılığını temsil eder. Burada dokuz Tanrı yaşar. Zirvesinde ise Altan Han vardır. Tanrı Ülgen’in tahtı burada yer alır. Altın Türk kültüründe altın hakanlık (imparatorluk) simgesidir. Altın madeni padişahı, gümüş madeni veziri, tunç madeni ise halkı simgeler. Altay dağları Türkler için o kadar büyük bir öneme sahiptir ki, akraba kavimlerden ayırmak için ikili bir sınflandırma yapılır ve Ural kökenli soylar ve dilleri ile Altay kökenli soylar ve dilleri diye ayrılırlar. Ural dağları da Ugor kökenli kavimler için aynı önemi taşır. Tas Tav (Kel Dağ) adı verilen bir yerin Tanrılar Yurdu olarak algılandığı dikkate alınırsa bu sıfatın Altandağ’ı nitelemekte kullanıldığı söylenebilir. Birbirinin uzantısı şeklinde olan mitolojik dağların en önemli üç tanesi şu şekildedir:

  1. Altındağ: Gökyüzündedir. Dokuz rüzgarın kesiştiği yerde başlar.
  2. Demirdağ: Yeryüzündedir. Dokuz ırmağın kavuştuğu yerdedir.
  3. Bakırdağ: Yeraltındadır. Dokuz yeraltı denizinin birleştiği yerdedir.

Türk TENGRİlerinin yaşadığı ilahlar dağı olan altındağ kimi türk boylarında SÜMER DAĞI olarak da geçmektedir. SÜMER DAĞI, Altandağı nitelemek için veya bazen de özdeş olarak da kullanılır. Tanrıların yaşadığı bir dağdır. Yedi büyük Tanrının yaşadığı yer olarak kabul edilir. “Yedi Kuday” emirlerinde bulunan “Yayuçı”larla berâber bu dağda yaşarlar. Kelimeye bakarak Sümer kavmi ile ilgili olduğu öne sürülebilir. Bir Altaylı’nın duasında şu ifadeler yer almaktadır:

Sümer ulan taykam!
(Sümer kızıl dağım!)
Süt kölüm, Sümer taykam,
(Süt gölüm, Sümer dağım,)
Altın yargı perzin,
(Altın yargısını versin,)
Agar pajım amır etkey!
(Ak başımı esen eylesin!)
  • Sümer: (Süm) kökünden türemiştir. Süme/Suma sözcüğü eski Altayca ve Moğolcada Şaman anlamı taşır. Halha lehçesinde Süm, Buryatçada Hum, Dagur dilinde Sum olarak yer alır. Mongur dilinde ise Semen şeklinde ifade edilir. Süm/Sim kökü Türkçe, Moğolca ve Tunguzcada aynı zamanda gölge, belirsizlik, bulanıklık ifade eder.

Tüm bu verilerin ışığında hala SÜMERLER’in TÜRK’lüğünden şüphe duymak mantıksızlıktır…

 

 

KAZIM MİRŞAN BELGESELİ…

 

http://www.youtube.com/watch?v=WlugT8CU1SU

TÜRK SAHABELER…

İslamiyetin ilk yıllarında hz muhammed’in yakınında yer alan islamiyetin yayılmasına katkılarda bulunan ve mübarek kabul edilen zatlara “sahabe” adı verilir.

işte bu sahabeler içinde arap olmayanlar da vardır ki bunların bir kısmını da türkler oluşturur.

Türk sahabeler;

ebu berke;
iran’dan arabistan’a gelen bir kölenin oğludur. annesinin arap adı sümeyye olup asıl adı ” bamıh”(pamuk)tur.
taif kuşatmasında kaçarak kaleden “berke” adı verilen kuyu çıkrığı ile indiği için kendisine hz muhammed tarafından ebu berke diye hitab edildiğinden bu isimle anılmıştır. hz muhammed’den 132 hadis nakletmiş ehlibeyt hizmetlilerindendir. tüm arap yarımadasını gezmiş, bahreyn’e yerleşmiş, basra’da vefat etmiştir.

salim;
aslen horasanlı olup “huzeyfe’nin azatlısı salim” olarak da bilinir. hadislerde adı geçen mühim bir sahabedir. hatta hz muhammed’in kuran’ı kerim’i şu kişilerden öğrenin diye ismini verdiği 4 kişiden biridir. ebubekir döneminde ise islam bayrağını taşıyarak “bayraktarlık” mertebesine erişmiştir.

habbab bin eret;
kufe’li olup, sasaniler döneminde bizans sınırına yerleştirilen türk boylarına mensup bir aileden gelmektedir. kılıç yapımında usta bir demirci olup, hz muhammed’in kılıç ustasıdır.

şehr bin bazan;
hamedan türklerinden olup, sasaniler’in yemen genel valisi’nin oğludur. babasıyla birlikte medine’ye hz muhammed’i yakalama göreviyle giden özel time mensupken, müslüman olmuştur.
kendisi hz muhammed’in emriyle tayin edilen ilk validir, oğlu da sahabe olup o da valilik görevlerinde bulunmuştur.

büreyde bin husayb;
islam’ın ilk bayraktarı olarak bilinen sahabe.
hz ömer döneminde ordu komutanlığı görevinde bulunmuş, horasan’da şehit düşmüştür. kabri bugün türkmenistan’ın merv şehrindedir.

abdurrahman bin ebza;
hz ali döneminde horasan valiliği görevinde bulunan sahabedir.

abdurrahman bin semüre;
abdurrahman ismi bizzat hz muhammed tarafından verilen, hz muhammed’in silah arkadaşı olup birçok savaşa katılan sahabedir.

MEZAR-I ŞERİF

bir efsaneye göre, hz. ali‘nin yakınları , ali’nin düşmanları o’na sağlığında yapamadığı saygısızlığı cesedine yapmaması için katledilen halife’nin naaşını necef‘ten kaçırmaya karar verirler.
buna istinaden bir gece hz ali’nin mezarını gizlice açarlar. cesedi beyaz bir deveye yükleyerek kendilerinin de bilmediği bir yere doğru yolculuğa çıkarlar. cenazeyi taşıyan deve gücünün yettiği, gidebildiği yere kadar gidecek, bitkin düşüp çöktüğü yerde de hz ali’nin yeni mezarı bina edilecek, lakin bu mezardan kimsenin haberi olmayacaktır.
bu şekilde de sonsuza kadar hz ali’nin mezarının yeri korunmuş olacaktır.devenin peşinden günlerce, haftalarca giderler, çöller ve dağlar aşarlar.
günün birinde yorgunluktan takati kalmayan hayvan artık durur ve yere çöker. böylece hz ali’nin naaşı deve üzerinden indirilerek devenin çöktüğü bu yere gömülür.

hz ali’nin naaşını gömenler işleri bittikten sonra sessizlik yemini eder ve her biri ayrı yönlere dağılmak suretiyle sırra kadem basarlar…

aradan tam 4 asır bir zaman geçtikten sonra hz ali’nin bu yeni mezarının olduğu topraklara selçuklu türkleri hakim olurlar.
o tarihe kadar gizli kalan mezar 1136’da sultan sencer‘in rüyasına girer. sencer, devrin en iyi ustalarını toplayarak rüyasında gördüğü bu yere hemen bir türbe ve cami bina ettirir. türbede yatan kişinin keramet sahibi olduğuna inananlar kitleler halinde gelip türbenin etrafına gelir ve yerleşirler, böylece türbe etrafında bir kasaba kurulmuş olur, kasaba’da doğal olarak “mezar” ismini alır.

lakin doğu’dan başlayan moğol istilası ile sultan sencer’in inşa ettirdiği türbe ve caminin ömrü pek uzun sürmez. cengiz han’ın moğolları tüm selçuklu coğrafyası ile birlikte mezar kasabasını da tahrip eder, taş üstünde taş koymazlar.
böylece hz ali’nin türbesinin yeri unutulur gider yeniden, türbe’den ve camii’den geriye tek bir iz dahi kalmaz moğollar’dan sonra…

aradan 300 yıl daha geçtikten sonra bu kez başka bir türk hükümdar olan timur soylu hüseyin baykara bir rüya görür, sultan sencer’in türbe ve cami yaptırdığı yerde ondan daha büyük bir türbe inşa ettirir. böylece türbenin etrafında yeniden bir yerleşim yeri canlanır.
hüseyin baykara’dan sonra bu topraklara hakim olan özbek sultanlar da bu türbe etrafına gömülmeye başlanır, böyle oldukça türbe’nin bulunduğu yerleşim yeri gittikçe büyür ve genişler, nüfusu artar, bir kent haline gelmekle birlikte artık dini kimliğinin yanında siyasi bir hüviyete de sahip olur.
mezar, artık afganistan’da kurulan tüm devletlerin hakimiyet alameti haline dönüşür ve kutsal bir yer olarak algılanır.
orta asya’dan hacca giden tüm müslümanların uğrak yeri haline gelerek daha da büyür ve zenginleşir.

artık ismi “mezar-ı şerif” olmuştur…

işte bu hikayede görüldüğü üzre horasan türkleri hz muhammed ve ehlibeyt’e son derece büyük bir alaka ve bağlılığa sahiptir.

hikayenin aslı şudur ki ehlibeytten imam cafer emevilere isyan eden ve hakimiyeti ele geçiren ebu müslim’e;
“dedesi ali’nin necef’te hakarete maruz kaldığını ve mezarının buradan nakil edilmesinin gerekli olduğunu” bildirir ve talepte bulunur.
bunun üzerine ebu müslim bu isteği uygun görür ve hz ali’nin kabrini daha sonra mezar-ı şerif adını alan bu bölgeye naklettirir…
yani horasan’a, türk diyarına…

peki neden horasan?
ya da horasan’ın ehlibeyt için önemi nedir?

önemi şudur ki hz muhammed islamın ilk yıllarında mekke’den sürgün edilmek istenir, türk hakanına haber yollanır, türk hakanı büyük bir misafirperverlikle hz muhammed’i kabul edeceğini bildirir. işte islamiyet ile türklerin ilişkisi ilk bu yıllarda başlamış olur.

sonraki yıllarda umeyyeoğullarının emevi iktidarı döneminde hz muhammed’in soyuna karşı uygulanan soykırımdan horasan türkleri’ne sığınılarak kurtulur ehlibeyt.
sahabeler ve ehlibeyt horasan türkleri ile iç içedir artık. lakin emevilerin ehlibeyt nefreti bir türlü bitmemektedir, böylece hem ehlibeyt’e hem de türklere karşı birtakım katliamlar gerçekleştirilir.
ehlibeyt nesli ile türkler artık aynı kaderi paylaşan bir topluluğun unsurlarıdır. bu ikisinin karışımından ortaya kutlu bir oluşum çıkar;
(bkz: horasan erenleri)
horasan erenleri ise türklük ve islamiyet ışığını bugünlere taşır…
önce malazgirt’te, sonra bursa’da, sonra istanbul’un fethinde, mohaç’ta(gül baba), sakarya savaşı’nda…

 
 

MUAVİYE DİNİ VE MUAVİYECİLİK…

muaviye denilen emevi hanedanı kurucusu müşrik’e hazret sıfatı yükleyenlerin içinde bulunduğu din dışı inanç sistemi.

buna biz kısaca şakirt dini diyoruz.
(bkz: şakirt dini)

evet, muaviye denilen bu adam hiçbir zaman özde müslüman olmadı. müslüman olmayı bırak islamı emevi hanedanının çıkarları için yeniden düzenledi, hz muhammed öğretilerinin dışına çıkardı…

bugün camilerimizde yapılan ibadet hz muhammed’in öğrettiği ibadet değil, islamın baş düşmanı ebu süfyan oğlu muaviye’nin salık verdiği ibadettir.
muaviye döneminde, ilk üç halifeyle peygamber’in başlatılan sünnetlerine karşı gelme ve onları ortadan kaldırma geleneği muaviye ile doruğa çıkarılır ve bir sisteme dönüştürülür.
o günlere kadar kitlesellik gösteren bu nedenle de halkçı bir amaç sergileyen namazları muaviye resmileştirir.
mescid süsleme hastalığı islam ümmetine emeviler zamanında bulaştırılmış ve o günden şiddetlenerek gelmiştir. esasen emevilerin dejenerasyonuna bütün ibadet biçimleri uğramıştır.

peygamber’in yıktırdığı ve çağdaş kaynakların “uzun zaman mezbele yeri olarak” kaldığını belirttikleri dirar mescidini halife ömer yeniden faaliye geçirir.
kendi üssü haline getirir.
ömer’den sonra osman da bir çok cami yaptırır.
en muhteşem camilerin ve minarelerin ilk kurucusu muaviye olur. bu biçimiyle camileri halka benimsetmek için “cami tanrı”nın evidir” anlayışını yayar.
döneminde mantar biter gibi kurdurulan camileri hz ali ve ehlibeyt’e “sövgü yuvaları” olarak değerlendirir.

muaviye ilk kez camilerde “maksure” denilen sultan mahalli’ni kuran kimse olur.

muaviye, hicri 46. yılında hacdan dönerken medine’ye uğrayarak peygamber mescidinin minberiyle hz. muhammed’in müezzini olan sad’ül karaz’ın elinde bulunan peygamberlik asasını şam camii’ne getirterek kendi yönetim merkezinin önemini arttırmak ister. fakat buna halkın tepkisi büyük olur. tesadüfi güneş tutulması da kötüye yorumlandığından muaviye bu yaptırımından vaz geçer.

minbere altı basamak daha ekleyerek büyütür ve dokuz basamağa çıkarır. bundan sonra hatipler muaviye’nin koydurduğu altı ayağa çıkarak hutbelerini okurlar. medine’deki peygamber camiindeki minberin şam’a götürülmesini bir kez de mervan oğlu abdülmelik dener. o da büyük tepkiyle karşılaştığından vaz geçer.

cuma namazlarında peygamber efendimiz döneminde farzdan sonra okunan hutbe, muaviye döneminde namazın önüne konur, bundaki amaç halka emevi siyasetini dikta etmektir. bu uygulama günümüzde camilerimizde halen devam eden yanlış bir emevi uygulamasıdır. bid’at tır…

kendini islam’ın yetkilileri sayan kimseler dine birşeyler sokuşturma çabası içerisindedirler. halifeler dışında da bu davranışlar görülür.
amr ibn-ül as, hutbe ve dua için kendisine camide ilk mimber yaptıran valilerdendir. mısır’daki camiini yaptırdığı sırada bunu da yaptırmıştır.

abdullah b. zübeyr ile islam tarihinde zalimliğiyle ünlenmiş olan haccac, peygamber ibrahim’den beri araplarca saygınlığı olan kâbe’yi önce yaktırıp-yıktırırlar sonra da kendi düşüncelerine hizmet edecek biçimde yaptırtırlar. gösterişin ifadesi olan ve kuruluş dönemi islamlığının özüyle çelişen ilk minare i. muaviye döneminde basra camii’ni onartan ubeydullah bin ziyad tarafından yapılır.
i. velid dönemindeyse mescidlere minare yapılması zorunlu kılınır. ilk maksure de bu dönem yapılır. bundan sonra minare yapımları gelenek olur.
şatafatlı cami yapıları kurulur. muaviye, mervan ve velid gibi emevi halifeleri şam kiliselerini camiye çevirirtirler.

beş vakit namaz ve bu namazlara ilişkin rekatlari sünnet, vacip, müstehap, mekruhat, müfsidat, sâlatın koşulları, mezhepler, tarikatlar, hülle, iskat (devir), ölüye kuran okutma, kurban kesme gibi asılsız kural ve uygulamaların hiçbirinin muhammedi ve kuran temelli islam’la ilgisi yoktur.
bunlar, başka dinlerin uygulamalarında ve kutsal kitaplarında da pek bulunmaz.

mezhepçi islamlığın, asıl kök islamlığın yerini almasıyla birlikte mihrap da camide “en şerefli yer” olarak görülmüş ve üstüne kubbe yapılarak yüceltilmiştir.
mihraba karşın, minber ta peygamber döneminden beri mescidlerde yerini almıştır. emeviler propagandaya dayandıkları için minbere özel önem vermiş, bütün camilere koydurmuşlardır.
muaviye mekke’ye gittiğinde minberini birlikte götürmüş, minber harun reşit zamanına kadar orada kalmıştır.
mervan da medine’ye giderken minberini birlikte götürmüş ve onun üzerinde halka konuşmuştur. ne yazık ki, peygamber döneminde “caminin kutsal parçası” arasında olan minber, emevilerle propaganda aracı olur.

camiye ilk kandil koydurtan da muaviye olmuştur.
harun, kâbe’nin etrafına 10 büyük şamdan koydurtmuş, caminin duvarlarına da ikişer fener astırmıştır. emeviler, camilerin kutsallığından en aşırı ölçüde yararlandıkları gibi, gerektiğinden sıradan bir mekân olarak da görmüş, camiye at üzerinde girebilmişler, minberde olanlara müdahale edebilmişler, caminin içinde ve çevresinde dövüşebilmişler, hükümdarın halifenin camide olması sırasında cami çevresini silahlı korumalarla sarabilmişlerdir.

kâbe minberinda ali yanlılarına beddua edilmesini ilk başlatan halid al kasri olmuştur. ali ve yanlılarına kargışta bulunan bu kussaslar emevilere dua etmektedirler.

mısır camileri eski özelliğini yitirmiş, ulusal ölçekte siyasetlerin yapıldıkları merkezler olmuşlardır. bu nitelikteki siyasal çalışmalar için yapılan toplantılara camiler mekân olarak görev yapmışlardır.
camilerin yargı ve eğitim yeri olarak kullanılma özelliği başından beri zaten vardır. ama sonraki yüzyıllarda eğitim, bir propaganda aracı olmuştur.

yani uzun lafın kısası tüm bunlar islam tarihinde var, risale-i nur değil de islam tarihi okuyup öğrenirseniz, şu an yaptığınız ibadetin hz muhammed’in öğrettiği değil, sonra gelen 3 halife ve muaviye müşrükinin zorladığı ibadet ve şeriat olduğunu kavramak güç değil.

ne yazık ki yıllar yılıdır “muharref” olarak yaftaladığımız diğer dinlerdeki tahrifat islamiyette de mevcuttur.
bu tahrifatın baş müsebbibi de islamiyete en büyük kötülükleri yapan ve her daim islamiyetin baş düşmanı olan ebu süfyan ile hz hamza’nın kalbini çıkartıp yiyen karısı hint’in oğulları muaviye’dir.

ne yazıktır ki islam görünümlü bu şeytanlara bazılarımız “hazret” sıfatını makbul görerek hazreti muaviye olarak tanımlamaktadır.

SELAHADDİN EYYUBİ…

1000 seneden ziyade bir zamandır türk olarak bilinen, türk olarak anılan bir tarihi kahraman nasıl oluyor da son 20 senedir kürt olarak anılıyor?
ilginç…

bakalım selahaddin kürt mü? yoksa bozkurt mu?

rahmetli türk büyüğü ebulfeyz elçibey‘in şu çalışması bu tartışmaları dindirir belki;

alıntı

ebulfez elçibey: selahaddin eyyubi türktür!

27 haziran 2010, 12:59 milli ocak

ebulfez elçibey: bir gün kahire üniversitesi tarih fakültesinin bir öğrencisi ile tanıştığımda sordu:

– hangi ülkedensiniz?

dedim:

– azerbaycan’dan.

dedi:

– siz selahaddin eyyubi’nin vatanındansınız!

ben selahaddin eyyubi hakkında az okumamıştım. ancak bu sözü yeni işitiyordum ve bir o kadar da şaşırdım.

sordum: nereden biliyorsunuz?

dedi:

– sabah ben size kaynağını getiririm.

getirdi de. eni (şimdi kesin diyemiyorum) 25-30 cm, boyu 40-50 cm olan ayrıca bir eser idi. renkli resimlerle görkemli şahıslar serisinden ansiklopedik yayındı, üzerinde selahaddinin cengaver giyiminde resmi var idi.

– avrupada saladin adı ile tanınan, sadece kudüste değil, bütün filistin ve suriyede haçlıları darmadağın edib bu yerleri onlardan temizleyen, almanya imparatoru’nun, ingiltere ve fransa krallarının liderliği altında başlayan üçüncü haçlı seferine (1189-92) karşı birleşik müslüman ordularının başında durarak haçlıların baş komutanı, bütün avrupa’nın gurur duyduğu ingiltere kralı aslan yürekli riçardı (1157-1199) akka kalesinde diz çöktürerek esir alan, bütün avrupanın “gazabına gelmiş” ve hatta aligyeri dantenin “ilahi komediya” eserinde cehennemde tasvir edilen, mısırda eyyubiler sülalesinin hakimiyet esasını 1177 yılında koyan yenilmez komutan ve sultan selahaddin’in (1138-1193)!

tarihçi öğrencinin bana verdiği eserde benim için yeni olan bu idi ki,

sultan selahaddine sormuşlar:

– diyorlar ki, siz kürdsünüz. bu, doğru mudur?

sultan:

– hayır! biz azerbaycandanız. amcam şirkuh diyordu ki, biz ez-zib (arapça: kurt/kurd/qurd) tayfasındanız. doğrudan-doğruya, o zaman bunu okuduğumda beni çok heyecana getirmişdi. bir şeye hayıflanırdım ki, tarih kaynağı gösterilmemişdi. sonralar bakü’de aspirantura’da okurken ve üniversitede ders verirken de selahaddin
hakkında araştırmalarımı devam ettirdim ve aradığımı buldum; araştırmacıların en doğru saydığı kaynakların birinde – tanınmış görkemli alim ibn hellikan‘ın “görkemli adamların ölüm tarihi” (vefayat el-ayan) eserinde. ibn hellikan yazıyor:
şirkuh demiştir ki, bizim nesebimiz (soykökümüz) gök böri (boz kurt/göy qurd)-dir!”.

selahaddinin babası eyyub azerbaycan’da urmiya, xoy, divin, zengezur ve erivan boylarında, kerkük boylarında, nahçıvan’da, göyçe’de geniş bir şekilde yayılmış göy börü, qara börü, boz börü tayfalarından, bir sözle, qurdlar tayfasından çıkmıştır. günümüzde de bu adları taşıyan yer, mahalle, köy, oba, dağ, tayfa ve
nesillere bu bölgelerde sıkça rastlanır.

bu meselenin – orta çağlarda qurd sözü il? kürd sözünün arab elifbası ile yazılışında uyğunluğundan doğan karışıklığın başka bir benzeri azerbaycan şairi dahi nizami gencevi ile bağlı olmuştur. bu konuda azerbaycan edebiyat alimleri tekrar tekrar yazmışlardır. onların dediğini burada kaydetmeyi gerekli sayıyorum. şöyle ki, nizami eserlerinin birinde “menim qurd tinetli anam” yazmış, araştırmacılar bunu “benim kürd asıllı anam” olarak okuyup, yanlış takdim etmişler (orta çağda qurd sözü ile kürd aynı şekilde yazılırdı).

ibn hellikan (hallikan) aynı eserinde tarihte eşine az rastlanan komutanlardan olan, “halifeleri yıkıp halifeleri tahta çıkaran”, emeviler hilafetine son veren ebu müslim hakkında ayrıca yazmış, onun da aslen azerbaycan’dan olduğunu göstermişti.

ibn hellikan yazıyor ki, ebu müslim azerbaycan’da bir emirin oğlu idi. babası öldüğünde anası başka bir emir ile evlenmiş, aynı emir oğulluğu ebu müslim’e kendisi talim-terbiye vermiş, yanında büyütmüştü. sonra o emiri horasan’a hizmete gönderdiler, ailesi ile birlikte gitdi. ebu müslim’i de kendisi ile götürdü. aynı emir horasan’da öldüğünde onun vazifesine oğulluğu ebu müslim tayin edildi. ebu müslim sonralar horasani adı ile tanındı.

değerli okuyucu-vatandaş, azerbaycan gençleri, gelin arap hilafetinin tarihinde öteri de olsa bir hatta göz gezdirelim:

hz. muhammed peygamberin ölümünden sonra devleti idare edenlere halife, yani peygamberin davamcısı diyordular. buradan da devlete “hilafet” adı koymuştular. ilk dörd halife: ebubekr, ömer, osman ve ali
müslüman icması – şurası tarafından seçildikleri için onlara “xulefau er-raşidin” – “seçilmiş, beğenilmiş, halifeler” diyorlardı.
661 yılında emeviler (beni umeyye) şuraya izin vermeden hilafeti kan ve kılıçla ele geçirdiler. onların hakimiyeti 750 yılına kadar sürdü. bu haksız, gaddar rejime karşı başını kaldıranlar amansızca mahvedildi, isyanlar, çıkışlar kan deryasında boğuldu, kitlesel idamlar yaşandı. bu zalim sülaleden kurtulmak sanki imkansızdı. böyle bir durumda azerbaycan türkü ebu müslim azerbaycan, horasan, baktriya ve harezm
türklerini başına toplayıb “hakimiyet peygamber evine” diyerek horasan’da isyan bayrağını kaldırdı.
bir yılın içinde türkistan’dan, merakeş’e (mağribe) kadar bütün ülkelerde emeviler darmadağın edildi, onlardan yalnız bir kişi canını kurtarıp endülüse (ispanyaya) sığına bildi ve orada emevilerin hakimiyetini devam ettirdi. peygemberin amcası abbasın oğulları (nesli) hakimiyete geldi. 750. yılda abbasiler hilafeti kuruldu. hilafetin başkenti şam’dan (suriye’den) bağdat’a (irak’a) taşındı. bu sebeple hilafete “bağdad hilafeti” de denir. abbasi hakim sülalesinin ikinci nümayendesi hilekar mansur şan ve şöhreti bütün hilafeti bürümüş ebu müslimi hacca gitmeye teşvik etti. ebu müslim öz ordusundan ayrıldı, yanında birkaç dostu ve yardımcıları ile hac ziyaretine giderken bağdat sarayına davet edilerek şerefine ziyafetler verildi. mansur ebu müslimi ve yoldaşlarını haincesine sarayda katlettirdi.

tarih bu ihaneti bağışlaya bilmezdi; ix yy birinci yarısında azerbaycan türkü babek bütün azerbaycan’ı ayağa kaldırdı, abbasilerin ordularını darmadağın edip onların hakimiyetini tenezzüle uğrattı. o zamanın tarihçileri yazıyordular ki, babek, ebu müslim’in intikamını alıyordu. tarihte sade halk içerisinden çıkmış üç büyük, dahi serkerde en yüksek kahramanlık zirvesine çıkmıştır: spartak, babek, huan çao (ix yy, çinde). inanc ile diyebiliriz ki, babek bunların içerisinde daha büyük, daha cesur, daha istidatlı komutan idi.

abbasi imparatorluğuna karşı azerbaycan halkının özgürlük mücadelesini teşkil ve ona başkanlık eden, azerbaycan’ın ve “bütün iran halklarının milli iftiharı” (said nefisi) babek imparatorluğa diz çöktürdü.

tenezzüle uğramış hilafette yüksek askeri makamları ele geçiren türk komutanları ix yüzyılın ikinci yarısında abbasiler’den olan halifeleri ya öldürür, ya bağdat sokaklarında ağaca sarıp döver, üstlerine şıra döküp eli kolu bağlı güneş altında bekletir, mil çekicilerin onlara nasıl azab verdiyine bakıp haz alır, ya da gözlerini çıkarıp bağdat sokaklarına burakırdılar. “burada benim, bağdatta kör halife” türk meseli ve “dilençi halifeler” ifadesi buradan doğmuştur.

evet, tarih ihaneti bağışlamıyor. abbasiler imparatorluğu yitirseler de, sülale hakimiyeti yalnız irak arazisini ihata etse de nominal, oyuncak bir hakimiyetleri sürüyordu. 1258 yılında azerbaycanın dahi alimi nasreddin tusinin maslahatı esasında (o, hülagunun baş veziri idi) hülagu bağdat’ı kuşatıp abbasi halifesini havuzda boğdurdu ve bununla da bağdat hilafetine son verildi. 1177 yılında azerbaycan türkü selahaddin mısırda fatimiler hilafetine son vererek babası eyyüb’ün (eyyüb selahaddinin atası yusufun ve amcası şirkuhun ataları idi) adı ile kendi sülalesini hakimiyete getirdi.

bütün bunlar kahraman bir milletin şerefli tarihinden haber veren bazı satırlardır. türk olmayan bir meşhurun sözüdür: “türkler devlet yıkıp-devlet kurmakta dünyanın en mahir ve kabil milletidir”.

ebulfez elçibey

bütöv azerbaycan yolunda, sayfalar: 162, 163, 164
alıntı

RAUF DENKTAŞ…

Tengri verdi…Tengri aldı…Mekanı uçmak olsun.Bozkurt Denktaş;Mücadele içerisinde geçen 88 yıllık yaşam.
Hiç unutmuyorum, Kıbrıs Türkü’nün bağımsızlığını ilan ettiğinde ekranların karşısında göz yaşlarımı tutamamıştım çocuk halimle.
Bozkurt Denktaş tüm dünyaya Kıbrıs Türkü’nün bağımsızlığını şu sözlerle ilan ediyordu;

DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ YÜRÜYELiM ARKADAŞLAR“…

işte zorluk ve mücadelelerle geçen o 88 yılın kısa bir öyküsü;

Raif Rauf Denktaş, 27 Ocak 1924 tarihinde Kıbrıs’ın Baf kentinde doğdu.
Rauf Denktaş 1,5 yaşındayken annesini kaybetti. Anneannesi ve babaannesi tarafından büyütülen Denktaş, 1930 yılında eğitim için istanbul’a gönderildi. ilkokuldan liseye kadar yatılı okudu. Ortaokuldan sonra Kıbrıs’a döndü ve liseyi Kıbrıs’ta bitirdi.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra hukuk eğitimi için ingiltere’ye gitti. Mezun olduktan sonra avukatlık mesleğini icra etmeye başladı. 1949 yılı yaz aylarında savcılık yapmaya başladı.
1949’da Aydın Hanım’la evlendi. Denktaş’ın bu evlilikten üç oğlu ve iki kızı oldu.

Rauf Denktaş'ın hayatı
1948’den itibaren siyaset sahnesine çıkmaya başladı, 27 Kasım 1948 tarihinde Kıbrıs Türkleri’nin düzenlediği ilk mitingde Dr. Fazıl Küçük ile beraber katıldı.
Kıbrıs’ta Türk Cemaatı’nın iki önemli ismi Faiz Kaymak ve Dr. Fazıl Küçük arasında arabulucu rolünü üslenerek Kıbrıs’taki Türk toplumunun çıkarlarının birleşmesini sağladı. Faiz Kaymak’ın teklifi ve Dr. Fazıl Küçük’ün tasvibiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kongresinde başkanlığa seçildi. Onu siyasette görmek istemeyen ingiliz yönetiminin baskılarına rağmen savcılık görevinden istifa etti, Böylece tamamen siyasete atılarak hayatını Kıbrıs Türklerine adamaya başladı.

Rauf Denktaş'ın hayatı

Rumların “anavatan” Yunanistan ile birleşmesini ön gören Enosis ideali adada terör estirmeye başladı. Adayı terorize eden EOKA‘ya karşı Türklerin direnişini Denktaş örgütledi.

1955’te terörist bir hüviyete bürünen Enonis’le mücadelede ve EOKA karşısında Kıbrıs Türkleri’nin direnişine yön veren Denktaş, 1958 yılında hükümetteki görevinden istifa etti. Arkadaşlardıyla 1.Ağustos.1958’de Türk Mukavemet Teşkilatı‘nı kurdu.

                  

Adadaki krize uluslararası toplumun müdahalesi sonucu 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları imzalandı.
Antlaşmalar sonucu oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın hazırlanmasında büyük rol oynadı. Aynı yıl Türk Cemaat Meclisi’yle icra Komitesi Başkanlığı’na seçildi.
1958 yılında Rumlar Türk köylerine saldırınca, Türkler de bu olayları protesto etti. Zürih-Londra antlaşmaları öncesinde Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş, Ankara’ya Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüşmeye gitti. Bu görüşmede Denktaş adaya Türk askeri gönderilmesi teklifini dile getirdi.
16 Ağustos 1960 tarihinde 650 kişilik Türk Alayı Magosa Limanı’na ayak bastı.
1963 olaylarından sonra Denktaş temaslarda bulunmak üzere Ankara’ya gitti. Temaslarını tamamlayan Denktaş bir sandalla Kıbrıs’a geçti ve Türk direnişini örgütlemeye başladı.
1964 Londra Konferansı’ndan sonra Makaryos tarafından “istenmeyen adam” ilan edildi. Yeşilada’ya girmesi yasaklandı. Gizlice Erenköy’e çıkarak savaşa katıldı.

Rauf Denktaş'ın hayatı
1967’de adaya gizlice girerken tutuklandı. Yoğun girişimler sonucu Türkiye’ye geri verildi.
1968’de adaya giriş yasağı kaldırıldığından Kıbrıs’a döndü.

1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı‘na seçildi. 28 Şubat 1973’e kadar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetim Başkanı seçildi.
Adadaki krizin bir türlü yumuşamaması sebebiyle 20 Temmuz 1974 günü Türk ordusu Kıbrıs Barış Harekatı‘nı başlattı.
22 Temmuz’da Türkiye BM Güvenlik Konseyi kararını kabul ederek ateşkes ilan etti. Ateşkes sonrası Cenevre’de Konferans toplandı.
Konferansta Kıbrıs Türk Toplumu lideri olarak Rauf Denktaş yer aldı.
13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti‘nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten Denktaş, anayasa uyarınca 1976’da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi.
1981 yılında ikinci kez devlet başkanı oldu.

1983’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti‘ni ilan etti ve 1985’de Cumhurbaşkanlığına seçildi.

22 Nisan 1990’da yapılan erken seçimde ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. 1995’teki seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi.
12 Kasım 2002 tarihinde, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan‘ın, “Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin görüşleri” olarak tanımlanan çözüm planı Cumhurbaşkanı Denktaş ve Rum Yönetimi Başkanı Glafkos Klerides’e aynı anda sunuldu. Cumhurbaşkanı Denktaş planı tüm yönleri ile dikkatlice inceleyeceklerini, yapıcı bir anlayışla değerlendireceklerini ve hükümet, meclis ve Türkiye ile değerlendirme ve istişareden sonra, halkın görüş ve düşüncelerine başvuracağını belirtti. Cumhurbaşkanı Denktaş, planın içerisinde değişmesi gereken, kabul edilemez olan ve zaman içerisinde Kıbrıslı Türkleri bir azınlık durumuna düşürecek çok şey olduğunun takvimleme yapılmasının ve tarih sınırlaması getirilmesinin empoze anlamına geldiğini belirtti.

Rauf Denktaş'ın hayatı
Üç kez revize edilen Annan planı sürecinin ardından 17 Nisan 2005’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmayan Denktaş, 24 Nisan’da görevi Mehmet Ali Talat’a devretti.

ingilizce ve Rumca’yı iyi bilen Denktaş’ın Üç oğlu ve iki kızı oldu. Ancak Denktaş bir oğlunu bademcik ameliyatında, bir oğlunu trafik kazasında yitirdi. Oğlu Serdar Denktaş Kıbrıs’ta siyasi hayatını Demokrat Parti liderliğiyle devam ettiriyor.

Rauf Denktaş’ın bugüne dek yayınlanmış 50 kitabı ve bir film senaryosu (işgal Altında) var. Yazarlık ve fotoğrafçılığı hobi olarak gören Denktaş Amerika, ingiltere, Avusturalya, italya, Türk Cumhuriyetleri, Polonya, Fransa, Avusturya ve Türkiye Cumhuriyeti’nde fotoğraf sergileri açtı.
Sayısız konferanslar veren Denktaş birçok üniversiteden ödüller ve fahri doktora ve profesörlük payeleri aldı.

Yakındoğu Üniversitesi Hastanesinde (YDÜ) tedavi gören KKTC 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş yoğun bakım servisine 8 Ocak 2012 günü ishale bağlı su kaybı nedeniyle bir kez daha kaldırıldı.

13 Ocak 2012 Cuma günü ise vefat etti.

Ruhu şad olsun…

ATATÜRK TARAFINDAN KURULAN KURUM VE KURULUŞLAR…

türkiye cumhuriyeti’nin dünyanın en itibarlı devletleri arasına girmesini sağlayan ve ulu önderin ileri görüşlülüğü ve ülke kalkınmasına verdiği önemin birer belgesi olan teşkilatlardır.

biliyorum ki listeyi sonuna kadar okumaktan sıkılıp son paragrafı okumayacaksınız, o halde biz de yorumumuzu yazının başında yapalım.

atatürk tarafından düşünülen, kurulan ve uygulamaya geçirilen bu kuruluşlar, fabrikalar, işletmelerin hacim ve sayısına değil türkiye cumhuriyeti, dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir iktidar tarafından başarılamamıştır.
tüm bunlar olurken türkiye cumhuriyeti’nin yeni ve savaştan çıkmış bir devlet olduğu, üstelik 1929-1932 yılları arasında dünyada “büyük buhran” adı verilen ekonomik kriz olduğu, türk milleti’nin yeni devrimlere alışmaya çalıştığı, türkiye cumhuriyeti’nin tüm bunları yaparken aynı zamanda osmanlı’nın dış borçlarını da ödediği ve yine tüm bunları yaparken bir allah kuruşu(rte’ye selam olsun) borç veya dış kredi kullanmadığı dikkate alınırsa, atatürk’ün ne denli büyük bir lider ve vatanperver olduğu daha iyi idrak edilecektir.

saygılarımla.

buyrun liste;

1920 – anadolu ajansı.
1923 – Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu.
1923 – türkiye şeker fabrikaları.
1923 – uşak terakki ziraat t.a.ş.
1924 – Gölcük tersanesi.
1924 – Devlet Demiryolları.
1924 – tc ziraat bankası a.ş(ziraat bankası’nın şirketleşmesi)
1924 – Türkiye iş Bankası.


1924 – Türk Kadınlar Birliği.
1924 – Cumhurbaşkanlığı Orkestrası.
1924 – Türkiye Tütüncüler Bankası.
1924 – Anadolu Sigorta.
1924 – Bursa Karacabey Harası.
1924 – Topkapı Sarayı müzesi.
1924 – cumhuriyet gazetesi
1925 – Türk Hava Kurumu (Türk Tayyare Cemiyeti).


1925 – istanbul Liman işleri inhisarı.
1925 – Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü.
1925 – istanbul ve trakya şeker fabrikaları t.a.ş.
1925 – Gazi Orman Çiftliği.
1925 – Eskişehir Cer Atölyeleri.
1925 – sanayi ve maadin bankası.
1925 – Adana Mensucat Fabrikası.
1925 – Adana ve Bergama Müzeleri.
1926 – Türk Telsiz Telefon Şirketi.
1926 – Eskişehir Uçak Bakım işletmesi.
1929 – Alpullu Şeker Fabrikası.


1926 – istanbul’da inşaat demiri üreten ilk haddehane.
1926 – Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri.
1926 – Amasya, Sinop ve Tokat Müzeleri.
1926 – Kayseri Uçak ve Motor Fabrikası açıldı.
1926 – Bakırköy Çimento Fabrikası.
1926 – Uşak Şeker Fabrikası.
1926 – devlet istatistik enstitüsü.
1927 – Bünyan Dokuma Fabrikası.
1927 – demiryolları ve limanlar genel müdürlüğü.
1927 – Ankara – Kayseri demiryolu.
1927 – Emlak ve Eytam Bankası.
1927 – Samsun – Havza – Amasya demiryolları.
1927 – Bursa Dokumacılık Fabrikası.
1927 – Eskişehir Bankası.
1927 – Ankara Arkeoloji Müzesi ve Sivas Müzesi.
1927 – Köy Öğretmen Okulları.
1927 – izmir Müzesi.
1928 – Anadolu Demiryolu Şirketi yabancılardan satın alınması.
1928 – Ankara Çimento Fabrikası.
1928 – Ankara Numune Hastanesi.
1928 – Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü.
1928 – Türk Eğitim Derneği (TED).
1928 – istanbul Bomonti’de Türk Mensucat Fabrikası.
1928 – Amasya – Zile demiryolu.
1928 – Malatya Elektrik Santralı.
1928 – Kütahya – Tavşanlı demiryolu.
1928 – istanbul’da Üsküdar, Bağlarbaşı ve Kısıklı’da tramvay hatları tesisi.
1928 – Ankara Palas oteli.
1928 – Gaziantep Mensucat Fabrikası.
1929 – Mersin- Adana demiryolunun yabancılardan satın alınması.
1929 – Ayancık Kereste Fabrikası.
1929 – Trabzon Vizera Hidroelektrik Santralı.
1929 – Fatih-Edirnekapı tramvay hattı.
1929 – Anadolu-Bağdat, Mersin- Tarsus Demiryolları’nın yabancılardan satın alınması.
1929 – Haydarpaşa Limanı’nın yabancılardan satın alınması.
1929 – Kütahya- Emirler, Fevzipaşa-Gölbaşı demiryolları.
1929 – Paşabahçe Rakı ve ispirto Fabrikası.
1930 – Ankara – Sivas Demiryolu Hattı.
1930 – Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası.
1930 – Ankara Ziraat Enstitüsü.
1930 – Kayseri – Şarkışla demiryolu.
1930 – Ankara Etnografya Müzesi.
1931 – Bursa- Mudanya demiryolunun yabancılardan satın alınması.
1931 – Gölbaşı – Malatya demiryolu.
1931 – Bölge Sanat Okulları.
1931 – Tekel Genel Müdürlüğü.
1931 – Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası.
1931 – Türk Tarih Kurumu.
1932 – Devlet Sanayi Ofisi.
1932 – Samsun- Sivas demiryolu.
1932 – Diyarbakır Tekel Rakı Fabrikası.
1932 – izmir Rıhtım işletmesi’nin yabancılardan satın alınması.
1932 – Türkiye Sanayi Kredi Bankası.
1932 – Kütahya – Balıkesir demiryolu.
1932 – Ulukışla – Niğde demiryolu.
1932 – Halkevleri.
1932 – Türk Dil Kurumu.
1933 – Eskişehir Şeker Fabrikası.
1933 – Sümerbank.


1933 – Adana-Fevzipaşa demiryolu.
1933 – Ulukışla – Kayseri demiryolu.
1933 – iller Bankası.
1933 – istanbul Üniversitesi.
1933 – Zonguldak Yatırım Bankası
1933 – Kayseri Milli iktisat Bankası.
1933 – Samsun- Çarşamba demiryolu hattının yabancılardan satın alınması.
1933 – Halk Bankası.
1933 – Yüksek Ziraat Enstitüsü.
1934 – Bandırma- Menemen- Manisa demiryolunun yabancılardan satın alınması.
1934 – Keçiborlu Kükürt Fabrikası.
1934 – Turhal Şeker Fabrikası.
1934 – Isparta Gülyağı Fabrikası.
1934 – Basmane (izmir) – Afyon demiryolunun yabancılardan satın alınması.
1934 – Sümerbank Bakırköy Bez Fabrikası.
1934 – bursa Süttozu Fabrikası.
1934 – Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası.
1935 – Aydın Demiryollarının yabancılardan satın alınması.
1935 – Amortisman Sandığı.
1935 – MTA Enstitüsü.
1935 – ETiBANK.
1935 – ETiMADEN.


1935 – Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.
1935 – Türkkuşu.
1935 – istanbul Rıhtım Şirketi’nin yabancılardan satın alınması.
1935 – Ankara troleybüs hattı.
1935 – Fevzipaşa – Ergani – Diyarbakır demiryolları.
1935 – Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası.
1935 – elektrik işleri etüt idaresi.
1935 – Zonguldak Türk Antrasit Fabrikası.
1935 – Afyon – Isparta demiryolu.
1935 – Sümerbank Kayseri Dokuma Fabrikası.
1935 – Ankara Mamak Gaz Maskesi Fabrikası.
1935 – Ayasofya müzesi.
1935 – Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi.
1936 – Ankara Çubuk Barajı.
1936 – Ankara Devlet Konservatuarı.
1936 – Edirne-Sirkeci Şark Demiryollarının yabancılardan satın alınması.
1936 – Haydarpaşa Numune Hastanesi.
1936 – Sümerbank Malatya iplik ve Bez Fabrikası.
1936 – izmit Kağıt ve Karton Fabrikası.


1936 – Elazığ Şark Kromları işletmesi.
1936 – izmir Enternasyonal Fuarı.
1936 – izmir Havagazı Şirketinin yabancılardan satın alınması.
1936 – istanbul Telefon Şirketinin yabancılardan satın alınması
1937 – Sümerbank Konya Ereğlisi Dokuma Fabrikası.
1937 – Kozlu Kömür işletmelerinin yabancılardan satın alınması.
1937 – Çatalağzı – Zonguldak demiryolu.
1937 – istanbul Resim Heykel Müzesi.
1937 – Ankara Bira Fabrikası.
1937 – Toprakkale – iskenderun demiryolunun yabancılardan satın alınması.
1937 – Ankara Motorlu Tayyarecilik Okulu.
1937 – Urfa Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği.
1937 – Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası.
1937 – Denizbank.
1937 – istanbul ve Trakya Demiryolları’nın yabancılardan satın alınması.
1937 – Diyarbakır – Cizre Demiryolu.
1937 – Yozgat Termo-Elektrik Santralı.
1938 – Gemlik Suni ipek Fabrikası.


1938 – izmir Telefon Şirketi’nin yabancılardan satın alınması.
1938 – Ankara Radyoevi.
1938 – Divriği Demir Madenleri.
1938 – Bursa Merinos Fabrikası.
1938 – Murgul Bakır işletmeleri’nin satın alınması.
1938 – Devlet Havayolları Genel Müdürlüğü.
1938 – Eskişehir ispirto Fabrikası.
1938 – istanbul Elektrik Şirketi’nin yabancılardan satın alınması.
1938 – Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO).
1938 – Sivas – Erzincan demiryolu.
1938 – Fiskobirlik.

ERMENİLER VE ERMENİSTAN…

rus çarlığı tarafından şişirilmiş, sovyet sosyalist soykırımlar birliği tarafından yaratılmış ve dünya coğrafyasına armağan edilmiş devlet.
bulunduğu coğrafya’ya “ermeniler’in anavatanı” denilerek göz göre göre yalan söylenir.
olsun.
yalancılar olacak ki gerçekler gün yüzüne çıksın.
tıpkı;
(bkz: urartular ın ermenilerin atası olduğu yalanı)
olduğu gibi.
evet ermeniler bu bölgenin halklarından biridir. lakin tarihin hiçbir döneminde bugünkü ermenistan’da populasyon olarak üstün olamamışlardır.

–alıntı–
Kafkasya Genel Valiliği tarafından oluşturulan Zakafkasya istatistik Komitesi tarafından yapılan nüfus sayım sonuçlarına göre; Erivan Vilayeti’nde yaşayan ahalinin dağılımına ait 1886, 1897, 1902, 1908, 1915, 1917 yıllarının istatistikleri, geçen yüzyıla yakın bir süre içerisinde, 1827’de, 25 bin yerli Ermeni ahalisi olan şimdiki Ermenistan arazisinde Ermenilerin sayısının, daha önce belirtilen iran’dan ve Türkiye’den Ermeniler’in göçürülmeleri ve bölgenin yerli halkı olan Türkler’in bölgeden uzaklaştırılmaya çalışılması ile arttığını ve Türk nüfusa oranla bir miktar üstünlük sağladığını göstermektedir.
Rus Kafkasya Genel Valiliği tarafından yayınlanan “Kavkazski Kalender”lerden çıkarılan ve Azerbaycan Cumhuriyeti Merkezi Devlet Yeni Tarih Arşivi’nde bulunan bu istatistiklerde bu durum gayet açıkça belirtilmektedir.

istatistiklere göre, bir taraftan Ermeniler iran ve Türkiye’den Erivan Vilayeti arazisine göçürülmesine ve diğer taraftan bölgedeki Türkler çeşitli bahane, tazyik, kırım ve zulümlerle bölgeden uzaklaştırılmalarına rağmen 1917 yılına gelindiğinde bütün Erivan Vilayeti’nin % 40’a yakın nüfusu Türk’tür. Bu vilayetin Şerur-Dereleyez, Sürmeli, Nahçivan bölgelerinde Türkler büyük çoğunluktadır.
Erivan bölgesinde ise ahalinin % 45’i Türk’tür. Rus nüfus istatistiklerinde göze çarpan diğer bir özellik Kafkasya’daki Türk nüfusun Müslüman genel kimliği ile bazen de Tatar ismi ile kayıtlara geçirilmesidir.

Rusların bölgeyi istila ederek, bölgenin demografik yapısını değiştirmek üzere yaptığı çalışmalara, Ermenilerin Büyük Ermenistan Devleti kurma hayali de eklenince Erivan Bölgesi’ndeki Türkler’in vaziyeti çok daha kötüleşmiştir.

Erivan Vilayeti’nde (1918’den sonra Ermenistan Cumhuriyeti) 1918-1920 yılları arasında, Taşnak Hükümeti ve Taşnak Ordusu tarafından gerçekleştirilen “Türk Soykırımı” esnasında şimdiki Ermenistan bölgesinde yaşayan 575 bin Türk’ten 565 bini soykırıma ve sürgünlere maruz kalmıştır .
Bu rakamı Ermeni araştırmacısı Zevan Korkodyan’ın kendisi “Sovyet Ermenistanı’nın Ahalisi son yüzyılda 1831-1931” adlı, Erivan’da, 1932’de, Ermenice olarak yayınlanan eserinde tasdik etmektedir.
Z.Korkodyan’ın tespitlerine göre; Sovyet Ermenistan Hükümeti’ne Taşnaklar’dan toplam 10 binden biraz fazla Türk kalmıştır.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde (1914) Erivan Vilayeti’nin Türk ve Ermeniler dahil toplam nüfusu 1.014.255’tir. 1914-1919 yılları arasında Türkiye’den Erivan Vilayeti’ne 300 bin Ermeni gelmiştir .
Bu rakamı üstteki rakama ilave ettiğimizde 1.314.255 etmektedir. Bu yıllar arası bu nüfustaki doğal artışı da hesaba aldığımızda 1922 yılına geldiğinde Erivan Vilayeti’nin nüfusu 1.400.000 civarında olması gerekir.

Ancak Sovyet Ermenistanı’nın 1922’de yaptığı nüfus sayımında bütün Ermenistan’daki nüfus 772.052’dir . Aradaki fark 600 binden fazladır.
Bu durum dikkate alındığında Türkler’in ne kadar büyük bir soykırıma maruz kaldıkları ortaya çıkmaktadır.
Ermenistan’da Sovyet hakimiyetinin kurulması ve Türkiye ile yapılan Kars Antlaşması sonrasında, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’nin teşebbüsü ile daha önceden Ermeni Taşnak zulmünden iran ve Azerbaycan’a göçen Türkler’den 60.000 kişi Ermenistan’daki ata topraklarına dönmüşlerdir. Bunların gelmesi ile Ermenistan’da 1922 yılındaki Türk nüfusu 72.596’ya ulaşmıştır . Bu sayı 1926’da 84.717’ye, 1939’da ise 130.800’e yükselmiştir .

Ermenistan’da yaşayan Türkler için 70 yıllık Sovyet döneminde de acılı günler sona ermemiştir. 1948-1953 yılları arasında Stalin, Harutyunov ve Mikoyan üçlüsü Ermenistan’da yaşayan Türkler’e karşı bir sıra baskı tedbirleri uygulamış ve binlerce Türk bu topraklardan başka yerlere sürülmüştür.
En son Ermenistan 1988’de başlattığı etnik temizleme politikası sonucunda, 1988-1990 yıları arasında 200 binden fazla Türk’ü Ermenistan’dan sürgün etmiştir .

–alıntı–

sovyet menşeili arşivler bunları yazmakta.
1827’de nüfusunun hemen hemen tamamı Türk olan bugünkü Ermenistan arazisinde, yukarıda belirtilen süreçte, soykırım ve göç ettirmeler sonucunda 1990 yılına gelindiğinde bir tek Türk dahi bırakılmamıştır.

1827’de Ruslar’ın bölgeyi istilasından önce 25 bin civarında Ermeni’nin yaşadığı şimdiki Ermenistan Devleti arazisinde bugün yalnız Ermeniler ve Yezidi Kürtler yaşamaktadır.
Bu da geçen 163 yıl esnasında bölgenin demografik yapısının tamamıyla değiştirildiğini açıkça ortaya koymaktadır.

haliyle durum böyle olunca da sözde ermeni soykırımı talepleri için biz sürekli işi “tarihçilere bırakalım” dedikçe bu şişirilmiş insanlar geri vites yapıyor.

Tarihi araştırınca gerçekler kolayca ortaya çıkıyor işte…

AVRUPA HUN İMPARATORLUĞU VE ATTİLA…

Kimlikleri hakkında, 200 yıldan beri türlü tahminler yürütülen ve bazı bilginler tarafından Moğol (K. Shiratory, Asya Hunlarını Moğol saydığı için), Türk-Moğol karışımı (P. Pelliot, R. Grousset), Türk-Moğol-Mançu karışımı (L. Cahun vb.), Fin-Ugor (Klaproth, K. F. Neumann vb.) oldukları veya doğrudan doğruya Slav menşeinden geldikleri (Venelin, Ilovayski, Zabelin, Inostrantsev), yahut Germen soyuna mensup bulundukları (Müllen-hoff, A. Fick, R. Much, J. Hoops), veya Kafkas kavimlerinden bir kol teşkil ettikleri (L. Jeliç, Gy. Meszaros) ileri sürülen Batı Hunlarının, Asya Hunları‘nın torunları oldukları, son zamanlardaki araştırmalarla daha da açıklık kazanmıştır. Bu hususta birçok tarihî, coğrafî, linguistik ve kültürel deliller gösterilmiştir: Coğrafyacı Strabon (ölm. 25) Hunların Grek-Baktria krallığının doğusunda olduklarını söylerken, tarihçi Plinius (ölm. 125), adı geçen krallığın, Hunlar tarafından yıkıldığını kaydeder ki, bu Hunlar’ı, Çin kaynakları, Hiung-nu olarak tanıtmıştır. Orosius (1. asrın sonları) ve Ptolemaios (M.Ö. 160-170) haritalarında, “Hun”ların oturdukları bölgeler, Çin kaynaklarında Hiung-nuların toprakları olarak belirtilmiştir. Batı Hunlarının, Asya Hunlarından geldikleri hakkında kuvvetli bir delil de, Fr. Hirth tarafından ortaya konmuştur. Buna göre, 355-365 yıllarında Alan ülkesinin (Hazar-Aral arası) istila edilmesi münasebeti ile Çin kaynakları (Wei-shu), bu memleketin Hiung-nular tarafından zapt olunduğunu kaydederken, o devir Latin yazan A. Marcellinus (4. asır sonu), fethin Hunlar tarafından yapıldığını belirtmiştir. Aynı hadise üzerinde birbirini doğrulayan bir Uzak-doğu ve bir Batı kaynağının tespit ettiği Hiung-nu=Hun aynîliği, Çin’de, Hun başbuğu Liu Yüan sülalesi (304-329) tarafından, Lo-Yang’ın zaptında (311) esir düşen Sogdlu tacirlerden bahseden, Çin Tabgaç hükümdarı Kao-çung’a (452-465) yazılmış Sogd dilinde bir metin ile de ayrıca teyid edilmektedir.

 

Geniş Hun imparatorluğu topraklarında, başta Gotça olmak üzere çeşitli Germen lehçeleri, İslav, İranî ve Fin-Ugor dilleri, Latince ve Grekçe konuşulmakta idi. Kaynaklarımızda, Hunlardan kalma dil yadigârlarından bir kısmının bu yabancı dillere ait olması tabiî görülebileceği gibi, hatta Hun hükümdar ailesinden veya yakın akrabalarından bazılarının adlarının, bilhassa Gotlarla çok sıkı münasebet dolayısıyla, Gotça’dan gelmiş olması da mümkündür. Fakat hükümdar sülalesinin soyca Türk olduğunda ve Hun kütlesinin Türkçe konuştuğunda şüphe yoktur . Hükümdar ailesinde tespit edilen adlar şöyledir: Karaton (kara don = siyah renkte elbise) veya Ka-ra-tun (güçlü soy), Muncuk (boncuk, aynı zamanda “bayrak” manasında; Attila’nın babası); Attila; İlek, Dengizik (dengiz = deniz’den), İrnek (Attila’nın üç oğlu); Aybars, Oktar (Attila’nın amcaları); Arıkan (Arıghan). Tanınmış kimseler: Basık, Kursık, Atakam, Eşkam. Topluluk: Akatir, Şar (Sarı = ak) – Ogur. Ayrıca, kımız Hatta Dura-Europos’da (Fırat nehrinin orta mecraında Suriye-Irak sınırına yakın yerde buluntu yeri) ele geçen M. 3. yüzyıl ortalarından kalma Parth ve Parsî dilindeki kitabede, Güney Kafkasya’daki Hunların Erk Kapgan, Topçak, Tarkan-beg, Kubrat, Kurtak gibi Türkçe adlar taşıdıkları ileri sürülmekte ve Batı Hun hükümdar ailesinin Asya tanhularından indiklerini tespit bile mümkün görülmektedir.

Hunlar, 4. asrın ortalarında, Alan ülkesini ele geçirdikten sonra, 374’de İtil (Volga) kıyılarında göründüler. O tarihlerde, Karadeniz kuzeyindeki düzlükler, bir Germen kavmi olan Got’ların işgali altında idi. Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogot), onun batısında Batı Gotları (Vizigot) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya ve Galiçya’da Gepid’ler, bugünkü Macaristan’da Tisza nehri havalisinde Vandallar vardı. Bu dört Germen kavmi dışında, aynı bölgede, İranlı ve Slav kütleler, daha başka küçük Germen toplulukları da yaşıyordu. Hun başbuğu Balamir’in (veya Balamber) idaresindeki büyük taarruz, önce Doğu Gotlarına çarptı ve bu devleti yıktı (374), kral Ermanarikh intihar etti. Yerine geçen Hunimund, Hunlar tarafından “tayin” edilmişti. “Hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir süvari taktiği ile” devam eden Hun taarruzunun, Dinyeper kenarında vurduğu ağır darbe, Batı Gotlarını da çökertti ve kral Atanarikh, kalabalık Vizigot kütleleri ile batıya doğru kaçtı (375). Böylece Hun askerî gücünün harekete geçirdiği ve çeşitli kavimlerin birbirlerini yerlerinden atarak, topraklarından çıkararak, Roma imparatorluğunun kuzey eyaletlerini alt-üst ederek, ta İspanya’ya kadar uzanmak suretiyle, Avrupa’nın etnik çehresini değiştiren, tarihî “Kavimler Göçü” başlamış oldu. Anî ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik mahallerde görünen Hun akıncı müfrezelerinin, Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı dehşet, Batı dünyasında korkunç akisler yapmış, Hunlar aleyhine, çoğu Latin ve Grek kaynaklarında kayıtlı, inanılmaz rivayet ve hikayelerin çıkmasına ve yayılmasına sebep olmuştur. Hunlar, Gotlardan, Alanlardan ve Germen Taifallardan teşkil ettikleri yardımcı kuvvetlerle takviyeli olarak, ilk defa 378 baharında Tuna’yı geçtiler ve Romalılardan mukavemet görmeksizin Trakya’ya kadar ilerlediler. Ancak, Roma topraklarında görünen bu kuvvetler, keşif vazifesini yapan öncülerdi. Nitekim, aynı tarihlerde, bugünkü Macaristan ovalarına kadar akınlar tertiplenmişti. Hunlardan korkan, bugünkü Avusturya arazisindeki Markomanlarla Kuadlar, Roma topraklarına geçmeye hazırlanırken, İran asıllı Sarmatlar, sınırları (“limes”) aşıp Roma imparatorluğu’na giriyor, önce Transilvanya’da duraklamış olan Batı Gotları da Roma hudutlarını geçiyorlardı (381). Diğer taraftan, bir kısım Germen menşeli kütlelerle İranlı Baştarnalar, Pan-nonia’dan (Batı Macaristan), Alplere doğru sarkarak, İtalya’yı tehdide başlamışlardı.

Hunlar, Roma İmparatoru Theodosios I’in ölüm yılı olan 395’te, yeniden harekete geçtiler. Bu hareket iki cepheli idi; Hunlardan bir kısmı, Balkanlar’dan Trakya’ya ilerlerken, daha büyük sayıda diğer bir kısım, Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya yöneltilmişti. Hun devletinin, Don nehri havalisindeki “doğu kanadı” tarafından tertiplenen Anadolu akını, Basık ve Kursık adlı iki başbuğun idaresinde idi. Romalıları olduğu kadar, Sasanî imparatorluğunu da telaşa düşüren bu akında, Hun süvarileri, Erzurum bölgesinden itibaren Karasu, Fırat vadilerini takiben, Melitene’ye (Malatya) ve Kilikia’ya (Çukurova) ilerlemişler, bölgenin en tahkimli kaleleri olan Edessa (Urfa) ve Antakya’yı bir müddet kuşattıktan sonra, Suriye’ye inerek Tyros’u (Sür) baskı altına almışlar, oradan Kudüs’e yönelmişlerdi. Çok süratli cereyan eden bu harekâttan korkuya kapıldıkları için, Hunlara dair acayip hikayeler uyduran kilise adamlarının dehşet dolu gözleri önünde, akıncılar, sonbahara doğru kuzeye çark ederek Orta Anadolu’ya, Kappadokia,  Galatia’ya (Kayseri-Ankara ve havalisi) ulaştılar ve oradan Azerbaycan-Bakü yolu ile kuzeye, merkezlerine döndüler (395-396). Bu, Türkler‘in Anadolu’da, tarihî kayıtlarla sabit ilk görünüşleri olmalıdır. 398’de daha küçük çapta tekrarlanan bu akınlar karşısında, Doğu Roma’nın genç imparatoru Arkadius, hiçbir ciddî tedbir alamamıştı.

Batıda Hun baskısı, 400 yılına doğru, başbuğ Uldız kumandasında iyice hissedildi. Balamir’in oğlu veya torunu olduğu sanılan Uldız, Attila’nın son yıllarına kadar takip edilecek Hun dış siyasetinin esaslarını tespit etmişti ki, buna göre, Doğu Roma, yani Bizans daima baskı altında tutulacak, Batı Roma ile iyi münasebetler devam ettirilecekti. Çünkü Bizans’ın Hun nüfuzuna alınması ilk hedefi teşkil ediyor, buna karşılık, Batı Roma topraklarına tecavüz ederek huzursuzluk çıkaran “barbar” kavimler aynı zamanda Hunların da düşmanları oldukları için, Batı Roma ile müşterek hareket gerekiyordu. Nitekim Uldız’ın Tuna’da görünmesi ile Kavimler Göçü’nün 2. büyük dalgası başlamış, Asding Vandalları, Hunlardan kaçan Vizigotlar, İtalya’da görünmüşlerdi. Alarikh’in idaresindeki bu Got tehlikesi, Romalı kumandan Stilikho tarafından güçlükle önlendi (Nisan 402). Fakat daha korkunç bir barbar belirdi ki, bu da, Hun korkusu ile yerlerini terk etmiş olan Vandal’ları, Sueb’leri, Kuad’ları, Burgond’ları, Sakson’ları, Alaman’ları vb. kendi demir yumruğu altında birleştirmiş olarak Roma üzerine atılan Radagais idi. İtalya’da müthiş tahribat yapıyor, Roma’yı yeryüzünden kaldıracağını ilan ediyordu. Stilikho’nun bile Pavia savaşında durdurmağa muvaffak olamadığı bu barbar şef, ancak Türkler karşısında mağlup oldu. Büyük Feasu-lae (= Fiesole, Floransa’nın güneyinde) muharebesinde, bizzat Uldız’ın kumanda ettiği, Romalı kuvvetlerle takviyeli Hun ordusu tarafından mağlup edilen Radagais yakalandı ve idam edildi (Ağustos 406). Bu zaferi ile Uldız, Roma’yı kurtarmış oldu. O, aynı zamanda, Hun kudretinden bir kere daha ürken Vandal, Alan, Sueb, Sarmat, Kelt vb. kütlelerini Ren nehri ötesine, Galya’ya gitmeğe zorlamakla, Hunların batıya yönelik yolları üzerindeki engelleri kaldırmış, buralarda Hun kuvvetlerinin serbest hareketlerine imkân hazırlamıştı.

Sınırları, Asya’da Aral gölünün doğusuna kadar uzandığı anlaşılan Hun imparatorluğunun “batı kanadı” kralı (= elig) olduğu tahmin edilen Uldız, 404-405 yıllarında ve bilhassa 409 yılında Tuna’yı geçerek, nehrin güneyinde bazı köprü başlarını tutmak suretiyle, Bizans’a Hun tehdidinin eksilmediğini göstermiş ve Grek kaynaklarına göre (Sozomenos, Codex Theodosianos vb.), kendisi ile barış müzakeresi için gönderilen Trakya umumî valisine (magister militum) “Güneş’in battığı yere kadar her yeri zaptedebilirim” diyerek meydan okumuştu. Uldız’ın ölümünden (410 sıraları) sonra, Hun imparatorluğunun başında Karaton bulunuyordu. Bunun hakkında bildiğimiz, sadece, 412 yılında Bizans elçisi Olympiodoros’un onun yanına gitmiş olduğudur. Karaton, daha çok, doğu işleri ile uğraşmış görünmektedir. 422’ye kadar Hunlar hakkında bilgi verilmediğinden, o kanattaki meşguliyetin, on sene kadar sürdüğü tahmin edilmektedir.

422 yılı, Avrupa (Batı) Hunları tarihinde yeni bir devrin başlangıcı gibidir. Bu senede, Hun hükümdar ailesine mensup dört kardeşten (Rua, Muncuk, Aybars, Oktar) biri olan Rua, imparatorluk makamını işgal ediyor, Muncuk (Attila’nın babası) erken öldüğü için, diğer iki kardeş “kanat elig’leri” durumunda bulunuyorlardı. Siyasette Uldız’ın izinde yürüyen Rua, Bizans’ın, Hun ordusunu isyana teşvik etmek ve tâbi kavimleri Hunlardan ayırmak maksadı ile, Hun topraklarında faaliyete geçirdiği casusluk şebekesini ve propagandacıları ileri sürerek tertiplediği Balkan seferinde (422), mukavemet göstermeyen Bizans’ı yıllık vergiye bağladı: 350 libre altın (25,200 solidus). İmparator Theodosios II’nin (408-450), 423’te, henüz 4 yaşında iken Batı Roma imparatoru ilan edilen Valentinianus III karşısında Roma’ya sahip olmak iddiası ile İtalya’ya ordu ve donanma sevk etmesi, Batı Roma’yı, Hunlara daha çok yaklaştırdı. Roma Senatosu’nun da, küçük imparatorun yerine 1. “Notarius” (devlet baş müsteşarı) Johannes’i seçmesi üzerine, o sırada 35 yaşında bulunan ünlü asilzade F. Aetius (Aesius), yardım sağlamak için Rua’nın yanına geldi. Hun imparatoru, 60 bin süvari başında, İtalya’ya yöneldi. Savaşa girmeden kuvvetlerini çeken Bizans’tan, ağırca bir harp tazminatı alındı. İleride Attila ile hesaplaşacak olan Aetius, gençlik çağının, Roma tahtı içlerine karışmaktan doğan, buhranlı anlarını Hun yardımı ile atlatmış, “magister militum” iken “konsül”lüğe yükseldiği 432 yılında, Afrika’da Vandal kralı Geiserikh ile mücadele eden rakibi Bonifacius karşısında, canını Rua’ya sığınmak suretiyle kurtarmış; imparator Valentinianus’un annesi Placidia da, Hun kuvvetlerinin İtalya’ya yönelmesi üzerine, Aetius ile uzlaşmağa mecbur olmuştu.

Bütün bunlar, Rua’nın, kuvvetli şahsiyeti ile, Hun devletinin her iki Roma’nın iç ve dış siyasetlerine yön verdiğini göstermekte idi. Artık Hunlara tabi “barbar” kavimlerin, Roma’ya güvenerek herhangi bir harekete kalkışmaları, söz konusu değildi. Ancak, Bizans tarihçisi Priskos’un ifadesi ile, “Rua’dan barışı, yılda 350 libre altınla satın almış olan Theodosios II”, yine de, Hun idaresinde yaşayan yabancıları, gizlice kışkırtmaktan geri kalmıyordu. Bu sebeple Rua, o zamana kadar mutad olan, Bizanslıların, Hun İmparatorluğundaki yabancılardan ücretli asker toplama faaliyetlerini ve Bizanslı tacirlerin, Hun topraklarında ticaret yapmalarını yasak etti. Ülkesi dahilinde hiçbir Grek serbest dolaşamayacak ve ticaret, belirli sınır kasabalarında yapılacaktı. Bu arada Rua, bir müddet önce Bizans’a sığınmış olan Hun ileri gelenlerinden Mama ile Atakam’ın oğullarının ve diğer Hun kaçaklarının iadesini istedi. Theodosios II, süratle antlaşma yolu bulmak ümidi ile, elçilik heyetini Hun başkentine göndermeğe karar verdi. Fakat, o sırada Rua öldü (434 baharı). Bizans, kudretli bir düşmandan kurtulduğu için seviniyor, piskopos Proculos, vaazlarında, Tanrı’nın, dindar imparator Theodosios’un dualarını kabul ederek, Bizans üzerinden bir tehlikeyi kaldırdığını söylüyordu. Fakat, Hun sınırlarına gelen Bizans elçilik heyeti, Rua’yı da gölgede bırakan bir başbuğ ile karşılaştı: Attila (Etil).

Hunların başına geçtiği zaman, 39-40 yaşlarında olan Attila, babası Muncuk erken öldüğü için, amcası Rua’nın yanında yetişmiş, onunla birlikte seferlere katılmış, çeşitli kavimleri yakından tanımak imkânını bulmuş, devlet idaresini ve Hun iç ve dış siyasetinin esaslarını öğrenmişti. Memleketi, büyük kardeşi Bleda (sonraları Macarlar tarafından Buda diye anılmıştır) ile birlikte devralmışlardı. Fakat kaynaklarda açıklandığına göre, eğlenceden hoşlanan, enerjisi kıt Buda, ikinci planda kalarak, devleti ciddî bir hükümdar vasfını taşıyan kardeşine bırakmıştı. Ordu ve dış ilişkilerin düzenlenmesi, Attila’nın elinde idi. Amcaları Aybars (doğu kanadı elig’i) ve Oktar (batı kanadı elig’i), Rua zamanındaki yerlerini muhafaza ediyorlardı. Aralarında, iddia edildiği gibi bir rekabet bahis konusu olmadıktan başka, Bleda da “iktidar hırsı ile yanan” Attila tarafından ortadan kaldırılmış değildi. Attila’nın yardımcısı sıfatı ile, 11 yıl Hun İmparatorluğunun idaresine katılan Bleda, 445’te eceli ile ölmüştür.

434 yılı baharında, Hun sınırlarına gelen Bizans elçilerini Attila, Tuna ile Morava nehrinin birleştiği yerdeki, Bizans Margos (bugünkü Dubravica) kalesinin tam karşısında -Tuna’nın kuzey kıyısında- bulunan Konstantia surları önünde, at üzerinde karşıladı ve dinlenmelerine dahi izin vermediği elçilerin, biri konsül-general, diğeri seçkin bir diplomat olan temsilcilerine, taleplerini, barış şartları olarak yazdırdı. Konstantia Barışı (veya Margos Barışı) diye anılan bu antlaşmanın başlıca maddelerine göre; Bizans, bundan böyle Hunlara bağlı kavimlerle müzakerelere, ittifaklara girişmeyecek; Hunlardan kaçanlara, esir alınmış Bizans tebaası dahil, sığınma hakkı tanımayacak, Bizans elinde bulunanlar iade edilecek (Grek asıllı olanlar için fidye verilebilecek); ticarî münasebetler, yine belirli sınır kasabalarında devam edecek ve Bizans’ın ödemeyi taahhüt ettiği yıllık vergi, iki katına (700 libre altın veya 50,400 solidus) çıkarılacaktı. Theodosios II’nin aynen kabul ettiği bu anlaşmanın hükümleri icabı olarak, Hunlara iade edilen kaçakları Attila, daha Bizans ülkesi içinde, Trakya’da Karsus (Bulgaristan’da Hirsovo) kalesinde astırdı. Bu durum, Hunlar arasında olduğu kadar Bizans’ta, Roma’da ve diğer kavimler arasında, Attila adının, dehşet saçan bir otoritenin timsali haline gelmesine yardım etti. Bundan sonra Attila, imparatorluğun doğu bölgelerinde, at üzerinde, aylarca süren bir teftiş gezisi yaparak, İtil (Volga) kıyılarındaki Şaragur’ların (Ak-Ogur) ayaklanma teşebbüsünü bastırdı (435). Batı kanadının ağırlık merkezi Tuna etrafında, doğu kanadının ağırlık merkezi Dinyeper havalisinde olduğu tahmin edilen bu tarihlerde Hun imparatorluğunda, kaynaklardan (Priskos, Jordanes, P. Diaconus, J. Honorius vb.) takip edilebildiği kadar, başlıca şu topluluklar yer almışlardı:

a. Germenler (doğudan batıya): Doğu Got, Gepid, Turciling, Sueb, Markoman, Kuad, Herul, Rugi, Skir.

b. İslavlar (Orta ve Batı Rusya’da): Veneda, Ant, Sklaven.

c. İranlılar (Kafkaslar’dan Tuna’ya kadar, dağınık halde): Alan, Sarmat, Baştarna, Neur, Roxolan.

d. Fin-Ugorlar (Ural’dan Baltık’a kadar): Çeremis, Mordvin, Merya, Veşi, Çud, Est, Vidivari.

e. Türkler: İmparatorluğun her tarafına yayılmış olarak Hunlar, Karadeniz kuzeyi düzlüklerinden Volga’ya kadar Beş-    ogur, Altı-ogur, On-ogur, Şaragur, Azak’ın batısında Akatir, Volga’nın doğusunda Sabarve başka Türk kütlelerdi.

</p><p>Roma İmparatorluğuna yapılan göçleri (saldırılar) gösteren Kavimler Göçü haritası 

Sayıları 45’e varan ve çeşitli dil ve soydan olan bu kavimler, yalnız siyasî yönden bir birlik teşkil etmekte, yabancı kavim veya zümreler, ancak reisleri, şefleri ve kralları vasıtası ile devlete bağlı bulunmakta idiler. Hun imparatorluğu dahilinde sükûnet vardı. 442 yılında, Hun devlet meclisi başkanı ve başbakan olan Onegesios ile Attila’nın büyük oğlu İlek idaresindeki Hun orduları tarafından bastırılan Akatir isyanı dışında, bu sükûnet bozulmamıştı. Halbuki Roma imparatorluğunda, Kavimler Göçü dolayısıyla hareket halinde olan kavimlerin, geçiş yolları üzerinde geniş ölçüde tahribat yapmaları, yerli halkın mahsulatını zorla ellerinden almaları vb. yüzünden patlak veren ve genişleyen, köylü (Bagaudlar) isyanları, nizam ve asayişi iyice sarsmış, buna karşı Roma, Aetius vasıtası ile bir kere daha Hunlara müracaat zorunda kalmıştı. İki yıl kadar süren müdahale sonunda, Attila’nın gönderdiği Hun müfrezelerinin yardımı ile, isyancı elebaşılar, Aetius tarafından ortadan kaldırıldı ise de, bu defa da, Kral Gundikar idaresinde bugünkü Belçika bölgesine saldıran Burgondlarla savaşmağa mecbur olundu. Bilhassa Necker nehri boyunca cereyan eden muharebelerde, Hun ordusuna, batı kanadı elig’i Oktar kumanda ediyordu ki, rivayete göre, Kral Gundikar dahil 20 bin Burgond’un öldüğü bu Hun-Burgond mücadelesi, Almanların meşhur “Nibelungen” destanlarına konu teşkil etmiştir. Bütün “Germania”nın, Hunlar tarafından zaptını tamamlayan bu savaşlar neticesinde, 436’yı takip eden yıllarda, şu kavimlerin de Türk idaresine alındığı anlaşılmaktadır: Burgondlar, Bayavurlar, Yuthanglar, aşağı Ren sahasındaki Franklar, Türingler, Longobardlar. Hun hakimiyetinin, “Okyanus adaları”na, yani Kuzey Denizi ve Manş kıyılarına ulaştığı, hadiselere çağdaş tarihçi Priskos tarafından bildirilmiştir.

(Tanrı’nın kırbacı ATTİLA…)

440’dan itibaren Attila, Bizans’a karşı baskıyı artırdı. Çünkü Theodosios II, Konstantia antlaşmasının hükümlerine aykırı olarak, Hunlardan kaçanları iadede ağır davranıyor, hatta bunlardan bazılarını, yüksek makamlara getiriyordu. Mesela Got menşeli Arnegisclus’u “general” rütbesi ile Trakya’da, Hun sınırında vazifelendirmişti. Müşterek pazar yerlerinde, Grek tacirleri, Hunları aldatıyorlardı. Margos piskoposu, Konstantia civarında, kıymetli madenlerden yapılmış silahları ve ziynet eşyası ile birlikte gömülen Hun büyüklerinin mezarlarını soymuş, bu davranış, Hunları infiale sevk etmişti. Nihayet Bizans, yukarıda geçen Akatirler isyanında, tahrikçi rol oynamıştı. Diğer taraftan Kuzey Afrika Vandal kralı Geiserikh, Akdeniz’deki harekâtını engelleyen Bizans’a karşı, Attila’dan yardım istemişti. Bu sebeplerle, Attila’nın idaresinde olarak, Margos’un zaptı ile başlayan 1. Balkan seferi (441-442), Singidunum (Belgrad) ve Naissus (Niş) üzerinden Trakya’ya doğru gelişirken, Batı Roma’nın aracılığı neticesinde hızını kesti. Roma orduları başkumandanı Aetius, bundan böyle Theodosios’un, antlaşma şartlarına riayet edeceğini garantilemek üzere kendi oğlu Karpilio’yu, Hun sarayına rehine olarak göndermişti. Bu sefer sonunda, Tuna boyundaki kaleler Hun idaresine geçmiş, daha geri hatlardaki tahkimat yıktırılmış, Balkanlar’da Hunlara karşı durabilecek mukavemet yuvaları kaldırılmıştı.

445’te Bleda’nın ölümü üzerine tek başına Hun imparatoru olan Attila, iktidarının şahikasına yükselmekte idi. Batı Asya ile Orta Avrupa’ya hakimdi. Her iki Roma’nın durumları meydanda idi. Attila’ya karşı koyabilecek bir kuvvetin kalmayışı, bir psikolojik belirti olarak, “savaş tanrısı Ares’in” kılıcını, Attila’nın ellerine verdi. Priskos’a göre, uzun zamandan beri kayıp olan bu kutlu kılıç, bir Hun çobanı tarafından bulunarak Attila’ya getirilmişti. Artık dünyanın fethi yakındı, zira Ares’in kılıcı vasıtası ile, yeryüzüne hükmetme yetkisinin, Tanrı tarafından Attila’ya tevdi edildiğine inanılıyordu.

Bu duruma ilaveten, Bizans’ın kaçakları geri vermekten çekinmesi, yıllık vergiyi ödemede isteksizliği, 2. Balkan seferinin açılmasına sebep oldu (447). Attila’nın idaresi altında birkaç noktadan Tuna’yı geçen Hun ordusu, iki koldan ilerleyerek kaleleri, Sardika (Sofya), Philippopolis (Filibe), Markianopolis (Preslav), Arkadiopolis (Lüleburgaz) müstahkem mevkî ve şehirlerini zapt ede ede ve Tesalya’da Termopil’e kadar geniş bir daire çizdikten sonra, Bizans başkentini kuşatmak üzere Athyra’ya (Büyük Çekmece) ulaştı. Orada, barış yapmak için Theodosios’un süratle gönderdiği magister ve patricius Anatolios, Attila tarafından kabul edildi ve anlaşmaya varıldı (Anatolios Barışı). Buna göre, Tuna’nın güneyinde beş günlük mesafedeki yerler askerden arındırılacak, buralardaki pazarlar yerine, artık bir Hun sınır şehri haline gelen Naissus’da (Niş) ortak pazar kurulacak, Bizans, harp tazminatı olarak 6000 libre altın ödeyecekti. Ayrıca, yıllık vergi, üç katına (2100 libre altın veya yaklaşık 150.000 solidus) çıkarılmıştı.

Bizans bakımından en ağır şart, yıllık vergi idi. Her sene bu kadar altın tedarik edilmesi, imparatorluğun takatini aşıyordu. Şaşırdığı anlaşılan Theodosios, sarayındaki ileri gelenlerin de tavsiyesi ile, garip bir kurtuluş yolu buldu: Bir suikast ile Attila’yı ortadan kaldırmayı planladı. Başında Edekon (umumiyetle kabul edildiğine göre, Skir Germenlerinin şefi; fakat A. Vambery’ye göre Türk olup, adın aslı Edikkün’dür) ve Orestes’in (Pannonia’lı bir Romalı) bulunduğu Hun elçilik heyeti ile birlikte, Bizans başkentinden Attila’nın devlet merkezine, yani Orta Macaristan’a doğru yola çıkan, tanınmış hukuk bilgini Maximinos başkanlığındaki heyette; seyahat notları, başta Attila ve çağı olmak üzere 5. asır Avrupa Türk tarihini ayrıntılı şekilde öğrenmemize yardım eden, kâtip Priskos da bulunuyordu. Suikastı gerçekleştirmekle vazifeli Bigila’nın da katıldığı heyet, 448 yılı yazında, Hun başkentine (yeri belirlenememiştir) geldiğinde, durumdan Edekon vasıtası ile haberdar olan Attila, yaptığı alenî sorguda, Bigila’ya maksat ve faaliyetlerini itiraf ettirdi. Bizanslıların hiçbirine dokunmadı, fakat Theodosios’a hitaben yazdığı şu mesajı, hususî elçi ile imparatora yolladı:

“Theodosios, Attila gibi, asîl bir babanın oğludur. Attila, babası Muncuk’tan aldığı asaleti muhafaza etmiş, fakat Theodosios, Attila’nın haraçgüzarı olmakla köle durumuna düşmüştür. Theodosios, kölelik haysiyetini de koruyamamıştır, çünkü efendisi olan Attila’nın canına kıymak istemiştir”.

Attila’yı teskin etmek üzere, Bizans’ tan, derhal, yukarıda adı geçen Anatolios ile magister ve kançılar Nomos başkanlığında, ikinci bir heyet yola çıkarıldı. Bu elçiler, Hun başkentinde Attila’yı, tahminler hilafına, sakin ve yumuşak buldular. Zira, Hun dış siyaseti değişmekte idi: İmparator Theodosios’un şahsında, Bizans’ı tamamen kendi iradesine bağlı kabul eden Attila, artık Batı Roma’ya yönelme zamanının yaklaştığı kanaatine varmış bulunuyordu. Batı Roma’ya esasen son mühim askerî destek, 439 yılında yapılmış, ondan sonra yardımlar tedricen kesilmişti. Batı Roma, Hun devletine yıllık vergisini muntazaman ödemekle beraber, gelişen yeni durumun farkında olan başkumandan Aetius, muhtemel bir Hun-Roma çatışmasına hazırlanmakta idi: “Barbar”larla münasebetlerini düzeltmiş, onlardan aldığı ücretli askerlerle, Türk usulünde, çoğu, süvari birliklerinden kurulu ordular teşkiline girişmiş, Hunlar’a bağlı bazı kavimlerle gizli temaslar aramağa başlamıştı. Buna karşılık Attila da, 443 yıllarında tekrar alevlenen ve Galya’dan İspanya’ya da sıçrayan köylü isyanları ile yakından ilgileniyor, Roma’ya karşı Vandallarla işbirliği imkânlarını araştırıyordu. O da, şüphesiz, Roma imparatorluğu ve “barbar”lardan meydana gelen bütün bir Batı dünyası ile hesaplaşacağı için, işin ehemmiyet ve nezaketini takdir etmekte idi.

448’lerden itibaren iki yıl kadar süren Hun siyasî ve askerî hazırlığı tamamlanınca, Attila, ilk diplomatik taarruzunu Roma’ya yöneltti. İmparator Valentinianus III’ün kızkardeşi olup, vaktiyle, evlenmek arzusu ile Attila’ya nişan yüzüğü gönderen ve 425’ten beri imparator hukukunu haiz olduğunu belirlemek üzere “Augusta” unvanı ile anılan, delişmen tabiatlı Honoria’yı zevceliğe kabul ettiğini bildiren Attila, çeyiz olarak, imparatorluğun, Honoria’nın hissesine düşen yarısını veya “Augusta”nın kocası sıfatı ile Roma imparatorluğunun idaresine iştirak hakkını istedi. Önce oyalama yolunu tutan Valentinianus ile Aetius’un, teklifi nihayet açıkça reddetmeleri, büyük Hun seferini, meşru duruma soktu. Ren kıyılarındaki Ripuar Frankları ve Vizigotlarla ilgili bir iki anlaşmazlık da savaş havasını olgunlaştırdı.

451 başlarında, Orta Macaristan’dan batıya harekete geçen Hun kuvvetlerinin mevcudu, 80-100 bini Türk, bir o kadarı da yardımcı Germen ve İslav olmak üzere 200 bin kişi civarında idi. Hun orduları, Mart ayı ortalarına doğru Ren nehrini üç noktadan aşarak Galya’ya girdiği sırada, İtalya’dan yola çıktıktan sonra, Hun düşmanı “barbar”ların sağladığı takviyelerle, sayısı yine 200 bine yükselen Aetius kumandasındaki Roma ordusu, Galya’da kuzeye doğru hızla ilerliyor; Hun orduları, Mettis’i (Metz) (7 Nisan) ve Durocortorum’u (Rheims) zaptederek, Paris yakınındaki Aurelianum (Orleans) şehrine ulaştığı zaman, Aetius da oraya yetişmiş bulunuyordu. Fakat karşılaşma, Attila’nın Türk taktiğine daha uygun gördüğü, Katalaunum‘da (veya Campus Mauriacus sahası, Troyes şehrinin batısında Champagne ovasına doğru) oldu (20 Haziran 451). Batı dünyasının iki yarısının birbiri üzerine yüklendiği, nihayet 24 saat süren ve iki tarafın çok ağır kayıplar verdiği (Jordanes’e göre 165 bin ölü) muhakkak olan bu büyük savaşta kimin galip geldiği, hâlâ münakaşa edilmektedir. Avrupalı tarihçiler, ta A. Thierry’den beri (1856), Attila’nın yenildiğini söylerler ve buna, Roma kuvvetlerinin imha edilmeden Hunların çekildiğini delil gösterirler. Ancak son araştırmalar, meseleye biraz daha ışık tutmuş görünmektedir: Anlaşılmıştır ki, savaş gününün akşamı, Roma ordusu dağılmış, birlikleri arasında irtibatı kaybeden başkumandan Aetius bile, yanlışlıkla düştüğü Hun kıtaları arasından güçlükle kurtulmuş, ertesi gün erken saatlerde, Roma’ya bağlı Batı Got ordusu, savaşta ölen kral Theodorikh’in oğlu Thorismund idaresinde muharebe meydanından uzaklaşmış, ağır kayıplara uğrayan Frank kuvvetleri de onları takip etmişti. Ayrıca, bu savaşta Attila’nın, gayesine ulaştığı da aşikârdı. Batıyı hakimiyetine alabilmek için, Roma İmparatorluğunun insan ve asker deposu durumunda olan Galya barbarlarını saf dışı etmek isteği ile önce Galya’ya yürümüş olan Attila, Roma’nın bu tabiî müttefiklerinin savaş gücünü kırarak, Roma’yı desteksiz bırakmağa muvaffak olmuştu. Ünlü Aetius’un, Roma’da gözden düşmesi, bunun neticesi idi. Ordularını Galya ortasından, oldukça sağlam ve disiplin içinde, 20 gün kadar bir zamanda kendi başkenti bölgesine getirebilen Attila, kudret ve “korkunçluğunu” muhafaza ettiğine göre, Campus Mauriakus’ta, Batı İmparatorluğunun ne kazandığı, o sırada Roma’da sık sık sorulan suallerdendi. Nitekim, daha bir yıl geçmeden Attila, İtalya seferine başladığı zaman, Roma’nın Hunlara karşı çıkaracak kuvveti kalmamıştı. Hadiselere çağdaş Prosper Tiro’nun (Papa Leo I’in kâtibi) kaydettiğine göre Aetius, mukavemet imkânsızlığı dolayısıyla, İmparator Valentinianus’un, İtalya’dan ayrılmasını tavsiye etmekte idi.

(HUN AKINCILARI…)

Attila, 452 baharında, çekirdeğini süvari kuvvetlerin teşkil ettiği 100 bin kişilik ordusunu, Julia Alpleri’nden geçirerek bugünkü Venedik düzlüğüne indirdi. Oradaki meşhur Aquileia kalesini zaptettikten sonra, Po ovasına girdi. Aemilia bölgesini işgale başlayıp, Roma imparatorluğunun o zamanki başkenti Ravenna’yı tehdit etmesi, meselenin nihayete erdirilmesine kâfi geldi. Roma sarayı, endişeli; halk, telaşlı; Senato, ne olursa olsun, barış yapmak kararında idi. Kilise de bu arzuya katıldı. Süratle bir heyet hazırlandı. Hitabeti ile meşhur Papa Leo 1 (“Büyük Leo”) başkanlığında konsül G. Avianus ve eski “praefecture” Trygetius’dan kurulu bu heyet, Mincio ırmağının Po nehrine döküldüğü düzlükte ordugâhını kurmuş olan Attila tarafından kabul edildi (452 Temmuz ortası). Papa, imparator ve bütün Hıristiyan dünyası adına, büyük Türk başbuğundan, Roma’yı esirgemesini rica etti. Beş yıl kadar önce, kahir bir kuvvetle Çekmece’ye kadar geldiği halde, nasıl İstanbul’u tahrip etmekten kaçınmış ise, Papa’nın ağzından Roma’nın teslim olduğunu öğrendikten sonra, bu eski medeniyet merkezini korumayı da vazife sayan Attila, muzaffer ordusu ile başkentine dönerken, şüphesiz, tıpkı Bizans gibi, Batı Roma İmparatorluğunun da kendi iradesine bağlandığı kanaatinde idi. Priskos’un, 448’de Hun başkentinde Batı Roma elçisi Romulus’dan duyarak belirttiği üzere, şimdi sıra Ortadoğu’daki Sasanîlerde idi. Oranın da himayeye alınması ile “dünya hakimiyeti” gerçekleşecekti. Fakat bu, Attila’ya nasip olmadı. İtalya seferinden dönüşte, rivayete göre, zifaf gecesinde, herhangi bir iç kanama neticesi ağzından, burnundan kan boşanmak suretiyle öldü (453). Yaşı 60 civarında idi.

Attila, milletlerin hafızalarında ölümsüzlüğe ulaşmış, tarihin nadir simalarından biridir. Hatırası etrafında İtalya’da, Galya’da, Germen memleketlerinde, Britanya’da, İskandinavya’da ve bütün Orta Avrupa’da, asırlarca ağızdan ağıza dolaşan efsaneler türemiş , romancılara, ressamlara, heykeltıraşlara konu olmuş, hakkında en çok kitap yazılan şahsiyetlerden biri durumuna yükselmiş, tiyatro yazarlarına, kompozitörlere ilham vermiş, adına bir düzineye yakın opera bestelenmiştir. Son yarım asırda yapılan tarafsız tarih araştırmaları, onun, Hıristiyan Orta-çağının taassup kokulu uydurmaları ile ilgisi bulunmadığını; Nibelungen destanları başta olmak üzere, çağdaşı kayıtların, onu, iyilik sever, babacan, çok yüksek vasıfta bir hükümdar olarak tanıdığını ortaya koymuştur.

Attila’nın ölümünden sonra, hatunu Arıgkan’dan doğan üç oğlu; sırasıyla İlek, Dengizik, İrnek, babalarının yerini tutamadılar. İmparator olan İlek, ayaklanan Germen kavimleri ile yaptığı Nedao (Avusturya’da) savaşında hayatını kaybetti (454). Çok cesur, fakat siyasî zekâdan mahrum Dengizik, imparatorluk birliğini yeniden kurmak için, neticesiz mücadeleler içinde çırpına çırpına, nihayet bir Bizanslı’nın kılıcı ile can verdi (469). İrnek ise, büyük kardeşlerinin ölümünden sonra, artık Orta Avrupa’da tutunmanın zorluğunu anlayarak, savaşlarda yorgun düşen Hunların büyük kısmı ile Karadeniz’in batı kıyılarına döndü.

İrnek idaresindeki Hunların, önce Güney Rusya düzlüklerinde görünen, sonra Balkanlar’da ve Orta Avrupa’da birer devlet kuran Bulgarlar ile Macarların teşekkülünde büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Tarihî kayıtlarda Bulgar-Türk devletinin hükümdar ailesi olan Dulo (Doulo) sülalesine mensup gösterilen İrnek, Macar geleneklerinde, Macar kabilelerini, Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad hanedanı tarafından, ata tanınmaktadır. 4. asırda Hunlara, Volga’dan batıya doğru rehberlik eden geyik motifli “Sihirli Geyik” efsanesinde de, Hunlarla Macarlar (Hunor-Moger) kardeş gösterilmiştir. Nihayet, Macaristan’da yaşamış olan Sekeller’in Hunların çocukları olduğu zannını uyandıran bir başbuğ Çaba Efsanesi vardır. Avrupa Hun kütlesi, yalnız bu Türk devlet ve topluluklarının oluşumuna ve kültür yönünden Batı Avrasya’sına sağlam bir zemin vermekle kalmamış, daha mühim olarak, Asya kıtasında yer darlığı, kıtlık yüzünden veya siyasî-askerî bir sebeple sıkıntıya düşen ve bu tedirginlikten kurtulmak için huzurlu, rahat, hür, yeni iklimler arayan Türk kütlelerine, Batı yönünün açıcısı olmuştur. Aynı zamanda, yol üzerindeki İndo-İranî ve Germen gruplarını (Alanlar, Sarmatlar, Gotlar vb.) ileriye, uzaklara iterek veya kısmen kendi içinde eriterek temizlemek suretiyle, bu yolu, sonraki 900 yıl müddetle Türk göçlerinin hizmetine hazırlamıştır. Bu noktanın bilhassa belirtildiği  batı araştırmalarında, Hunlar üzerinde Avrupa’nın çeşitli kültürel tesirleri konusunda düşülen aşırılık da dikkatten kaçmamaktadır. Attila’nın sarayında, yabancı kökenden görevlilerin bulunduğu, bunların yüksek mevkiler işgal ettiği ve Türk, Got, Latin dillerinin aynı ölçülerde konuşulduğu doğrudur. Ancak, halkı Germen ve Latin olan Avrupa kıtasında tabiî sayılması gereken bu durumun, derin kültür tesirinden ziyade, Hun-Türk İmparatorluğunun niteliğinden doğduğunu kabul etmek, daha isabetli olur. Nitekim, Hun topluluğu ne dil, ne de hayat tarzı yönlerinden değişikliğe uğramış, siyasî iktidar sona erince de, oraları bırakıp Türk çevresine dönmek tercih edilmiştir. Buna karşılık, Hun hakimiyeti çağının, Avrupa’da şu derin etkileri olmuştur:

a. “Kavimler göçü” yolu ile, bugünkü durumun temelini oluşturarak, etnik ;

b. Savaşlar veya dostça münasebetler yolu ile edebî (Nibelungen Destanı, efsaneler vb.);

c. Bozkır sanatı yolu ile estetik;

ç. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması (476; İtalya’nın ilk yabancı kralı Odovakar, Attila’nın sadık adamlarından     Edekon’un oğlu idi) ve büyük istila hareketlerinin başlaması üzerine, çok mühim bir tarihî gelişme olarak, Roma-    Germen gruplaşma eğiliminin uyanması yolu ile siyasî;

d. Hatta köylünün ve güçsüzün korunmasına yönelik “şövalyelik” (dar manada, atlı savaşçılık) hayatının ve Roma     imparatorluk kavramına karşı millî duyguların ortaya çıkışı bakımından sosyal;

e. Avrupa ordularının Türk sistemine göre ıslahı hareketleri dolayısıyla askerî bakımlardan Türk kültür tesirleri,     Batı’da hemen bütün Orta-çağlar boyunca devam etmiştir.

http://www.dallog.net/devletler/ahun.htm

Ünlü rönesans ressamı RAFAEL tarafından resmedilen bir tablo.

Tablo’da papa 1. leo ROMA şehrini kurtarmak için BAŞBUĞ ATTİLA’ya YALVARIYOR…

 

İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK DEVLETLERİ…

Daha önceki yazılarımızda erken dönem türk devletleri’ni ve modern zamanlardaki türk devlet ve toplulukları konularını işlemiştik.

ERKEN DÖNEM TÜRK DEVLETLERİ;

https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/12/11/erken-donem-turk-devletleri/

MODERN ZAMANLAR TÜRK DEVLETLERİ VE TÜRK TOPLULUKLARI;

https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/12/18/turk-milleti-turk-topluluklari-ve-dunyada-turkler/

Şimdi de ilk ve ortaçağ’daki türk devletleri’ni, bir diğer kriter olarak da islamiyetten önceki türk devletlerini inceleyelim…

-BÜYÜK HUN İMPARATORLUĞU(mö.220-mö.46)

hiung-nu olarak da bilinen, çinliler tarafından “xiongnu” olarak adlandırılan alta-bozkır türkleri tarafından kurulan devlet. bilinen ilk hükümdarı teoman tarafından hun türkleri’nin bir bayrak altında mö.220 yılında toplanılmasıyla kurulduğu kabul edilen bu devletin ve hun türkleri’nin varlığı bu tarihlerden çok daha öncesine mö 400’lü yıllara kadar dayanmaktadır. devlet en parlak dönemini teoman’ın oğlu mete(mao-tun) han zamanında yaşamış, mete tarafından orduda kullanılan onluk sistem bugün dahi dünya ordularında kabul gören hiyerarşik sistem olmuştur.

-BATI HUN İMPARATORLUĞU (MÖ 40-MS 216)

Milâttan sonraki ilk yüzyılda Hun İmparatorluğu Doğu ve Batı Hunları olmak üzere iki ayrı devlete bölündüler. Bunlara Güney ve Kuzey Hunları da denir. Batı Hunları ile ilgili kaynaklar ve yorumlar çok çeşitlidir. Bazı kaynaklar Batı Hun İmparatorluğu ile Avrupa Hun İmparatorluğu’nu ayırmakta ve bunları iki ayrı devlet olarak kabul etmekte, bazıları ise Batı ve Avrupa Hun İmparatorluklarını birbirlerinin devamı sayarak tek devlet kabul etmektedir. Batı Hunlarının geldikleri yer konusunda da değişik görüşler ileri sürülmesine karşın, son yapılan araştırmalar bu Hunların Büyük Hun İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Orta Asya’dan göç eden kavimler olduğunu kesinleştirmiştir. Batı Hunlarının Asya kökenli ve Büyük Hun Devleti’ni kuran kavimlerin torunları olduklarına artık kesin bir gözle bakılmaktadır.

-AK HUN DEVLETİ(ms.390-577)

Büyük kısmı Volga’dan batıya geçen Hunlar‘dan, Güney İran’a ve Batı Afganistan’a inen bir bölük olduğu tahmin edilen Orta Doğu Hunlarının, hiç olmazsa, Ak Hun (Eftalit) devleti hanedan ailesi ile hakim zümresini teşkil ettikleri ileri sürülmüş; veya bu devlet, Töleslerden Chao-ché’lere (Kao-kü = Uygurların ataları) bağlı Hua kolu mensuplarının Cungary bozkırlarından Horasan bölgesine geçerek, 5. asrın ortalarına doğru bir siyasî teşekkül haline gelmesi ile ilgili görülmüştür. Hun tarihinin bu noktası, oldukça karanlık bir manzara taşımaktadır. Hakimiyetini, Hazar kıyılarından Kuzey Hindistan’a, Afganistan’a, İç Asya’ya kadar genişleten bu kavmin veya kavimler topluluğunun, çeşitli vesikalarda birbirinden farklı adlarla anılması, durumu daha da karıştırmakta gibidir.

-AVRUPA (BATI)HUN İMPARATORLUĞU(374-496)

Avrupa’nın etnik yapısını değiştiren ve KAVİMLER GÖÇÜ neticesinde ROMA İMPARATORLUĞU’nun ikiye bölünmesine sebebiyet veren türk devleti. 

ATTİLA başbuğluğundaki avrupa hunları bugünkü macar halkı’nın atalarıdır.

ayrıntı için bkz: https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2012/01/01/avrupa-hun-imparatorlugu-ve-attila/

-KİMEKLER

Ortaçağ’da Türk Anayurdu’nun batı kesiminde yaşayan Kimekler (Kimegler), eski ve büyük bir Türk ulusudur. VIII. yüzyıl ortalarından, XI. yüzyıl ortalarına değin süren bir devlet de kurmuşlardı.

Kimekler’in yaşamış olduğu bölgenin yerli tarih kaynakları, son derece kıttır. Orada yürütülen arkeoloji araştırmaları, pek yetersiz bulunduğu gibi, yazılı tarih kaynakları da henüz ele geçmediğinden, Kimek ülkesinin iç haberleri yoktur. Göktürk çağı yazıtlarında (VIII. yy.) Kimekler veya bu boy birliğinde bulunan öteki boylar üzerinde bilgi verilmemektedir.

-TABGAÇLAR

IV. yüzyıl sonlarına doğru, Kuzey Çin’de, kudretli bir siyasî teşekkül meydana getiren, Çinliler’in T’o-ba dedikleri topluluğu, Türkler, “Tabgaç” diye anmışlardır. Orhun kitabelerinde sık sık adı geçen ve Göktürk yolu ile Bizans kaynaklarına da intikal eden Taugast ( = Tabgaç) kelimesi, “Çin” manasına da alınmıştır. Çünkü Göktürkler’in ilk zamanlarında, Türklerce “büyük” tanınan bu sülale, Çin’de hüküm sürmekte idi.

Aslında Türkçe olup, “ulu, muhterem, saygıdeğer” manâsını ifade eden Tabgaç tabiri, bazı Karahanlı hükümdarları tarafından unvan olarak (Tafgaç, Tamgaç) kullanılmıştır. Kaşgarlı Mahmud’un, Türklerden bir bölük olduğunu kaydettiği Tabgaçlar, Çin yıllıklarına göre Asya Hunları’ndan bir kısımdır. Sülalenin resmî tarihinde (Wei-shu) de Mete Han, eski T’o-ba (Tabgaç) hükümdarı olarak gösterilmiştir.

-GÖKTÜRKLER (552-657)

Asya Büyük Hun İmparatorluğu‘ndan sonra, her bakımdan temsil ettiği Türk kültürü itibariyle ikinci “süper” Türk imparatorluğu niteliğinde olan Gök-Türk hakanlığı, “Türk” sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak benimsemekle, bütün bir millete ad vermek şerefini kazanmış, Doğu Sibirya’daki Yakut Türkleri ile batıda Ogur (Bulgar) Türklerinin bir kısmı dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri kendi idaresinde birleştirmiştir. Hakanlığın yıkılmasından sonra bir yelpaze gibi açılarak dört tarafa yayılan çeşitli Türk zümreleri gittikleri yerlerde ‘Türk” adını ve Gök-Türk idarî, siyasî ve iktisadî geleneklerini yaşatmışlardır.

Göktürk KağanlığıTürk Kağanlığı konumu. (GÖKTÜRK DEVLETİ)

-TÜRGİŞLER (717-766)

Talas – Çu – İli – Isık Göl sahasında oturuyor ve Batı Göktürkler‘in (On-Oklar) To-lu kolunun bir kısmını teşkil ediyorlardı. Çin kaynaklarında, ilk defa 651 hadiseleri ile ilgili olarak zikredilen Türgişler (To-ki-şi), şüphesiz Göktürk Hakanlığı‘nın kuruluşundan önceki devirlerden beri burada bulunuyorlardı, zira İstemi Kağan, 552’de Türgişler’in de dahil olduğu On-Okların başına “yabgu” tayin edilmişti. 630’u takip eden yıllarda Türgişlerin, diğer Türk toplulukları gibi, teşkilatlı bir mukavemet unsuru halinde ortaya çıktıkları anlaşılıyor.

-KUTLUK DEVLETİ(II.GÖKTÜRK DEVLETİ) (681-744)

Çin egemenliğinde yaşamak istemeyen Türkler her fırsatta isyan ettiler . Bağımsızlığa alışkın olan Türkler sonunda Kutluk adındaki bir kahraman yönetiminde bağımsızlıklarını kazandılar(682). Kutluk kağan, Ötüken e sahip olarak 2. Göktürk Devletini kurdu. Bu devlete kurucusundan dolayı Kutluk Devleti de denir.

Kutluk kağan Çinlilere karşı başarılar kazanarak devletin topraklarını genişletti. Onun en önemli yardımcısı değerli devlet adamı vezir Tonyukuk idi. Kutluk Kağan Devletinin en parlak dönemi Bilge Kağan zamanıdır . Bilge Kağan, devlet başkanı kardeşi Kültigin ise ordu komutanı idi. Yaşlı ve tecrübeli Tonyukuk da vezir görevi ile Bilge Kağan ın yanında yer aldılar, Göktürk devletine en parlak dönemini yaşattılar. Önce Tonyukuk sonra Kültigin in ölümü üzerine yalnız kaldı Bilge Kağan ın da ölümü üzerine devlet zayıfladı (734) Uygur Basmil ve Karluklar ayaklandılar, Kutluk Devleti ni yıktılar (744)

-KARLUK DEVLETİ (766-840)

Karluklar bir süre Göktürk Devleti‘ne bağlı olarak varlıklarını sürdürdüler. Göktürkler‘in dağılmasının ardından Çin‘e direndiler ve kendi devletlerini kurdular. Türkçe karlık ( kar yığını ) manasında olan Karluklar 5.yy da Kara-İrtiş ve Tarbağataybölgesinde yaşamışlardır. Bağımsız olmadan önce devletin başında Kül Erkin denen yöneticiler bulunurdu. Türgişlerin yıkılmasından sonra Batı Türkistan’da bağımsız hakanlık kurdular. Türgeşler’in hakimiyetine son verdiler; onların topraklarını ele geçirdiler. Bu gelişme onları İslam ordularıyla karşı karşıya getirdi. Aynı tarihlerde Çin İmparatorluğu, Müslümanları durdurmak için büyük bir sefer başlatmıştı. Karluklar henüz Müslüman olmamalarına rağmen İslam ordularının yanında yer aldılar. 751 yılındaki Talas Savaşı‘nda, Çinli Tang ordusunda savaşırken saf değiştirerek Arap ordusunun zaferine katkıda bulundular. İslam dinini kabul eden ilk Türk topluluğu oldular.

-SABAR DEVLETİ

M. S. 5.-6. yüzyıllarda, Batı Sibirya ile Kafkasların kuzey bölgesinde mühim tarihî rol oynadığı, çeşitli yabancı kaynaklardaki dağınık bilgilerin yardımı ile tespit edilebilen Türk topluluğu.

Bizans tarihlerinde, Sabar, Sabir, Savir; Ermeni, Süryanî, İslam kaynaklarında, sırasıyla Savır, Sabr, S(a)bir, Sibir vb. olarak adlandırılmaktadır. Sabarların İslav veya Moğol yahut Fin-Ugor menşeli olduklarına dair iddialar eskimiş ve bugün, onların Türk olduğu, gerek taşıdıkları ad, gerekse tarihî ve kültürel durumlarıyla anlaşılmıştır.

-İTİL(VOLGA) BULGAR HANLIĞI (632-668)

İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği alanda kurulan bir Türk devleti.

Bir kısım araştırmacılar, ilk Müslüman-Türk devletinin İdil Bulgar Hanlığı olduğunu kabul ederler. “Karışık” manâsına gelen Bulgar kelimesi, Hun Türklerinin idaresinde yaşayan ve Hunlar‘ın yıkılışından sonra dağılan Türk boylarından Kutripur ve Utrgurların karışımından meydana gelen Bulgarlara isim oldu. Önceleri Göktürk Hanlığı‘nın idaresinde yaşayan Bulgarlar, 630’da bu devletin fetreti üzerine, Büyük Bulgarya devletini kurdular. Ancak bu devlet kısa bir süre sonra komşu Hazar Hakanlığı tarafından ortadan kaldırıldı. Bunun üzerine Asparuh idaresindeki Bulgarlar, Tuna’ya doğru yönelerek Balkanlara girip, 670’li senelerde, Tuna Bulgar Devletini kurdular. Tuna Bulgarları, bir süre sonra Slavlarla karıştılar ve 864 senesinde, Boris Hanın, Ortodoksluğu resmen kabulüyle de Hıristiyan oldular. Bugün Balkanlarda yaşayan Bulgarlar, bunların soyundandır.

Büyük Bulgarya konumu.

-AVAR KAĞANLIĞI (562-803)

çinliler tarafından juan juan‘lar olarak tanımlanan hun-türk soylu turani halk…

orta asya’da kurdukları avar hanlığı’na göktürkler(köktürkler) tarafından son verien avarlar’ın büyük bir kısmı volga nehrinin batısına geçerek burada avrupa hun’larından geriye kalan gök oğuzlar, macarlar, bulgarlar ve peçenekler ile birleşerek doğu avrupa’yı uzun yıllar etkisi altına almışlar, bizans’ı vergiye bağlayıp, istanbul’u iki kez kuşatmışlardır…

ayrıntı için bkz: https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/11/13/avarlar/

-HAZAR İMPARATORLUĞU (630-1030)

Tarih kitaplarından da aşina olduğumuz üzre, hazarlar 5. yy ila 10. yy’lar arasında karadeniz ve hazar denizi’nin kuzeyinde volga nehri ve kırım arasında büyük bir imparatorluk kurmuşlar, çevre devletler ile savaşmış, bazı dönemler bizans imparatorluğu için paralı askerlik yapmışlar, müslüman emevilerle savaşmış, islamiyetin kuzeye yayılışını engellemiş ve hatta din olarak museviliği seçmişlerdir…

{{{common_name}}} konumu.

ayrıntı için bkz: https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/11/08/hazar-turkleri-hazarlar/

-UYGURLAR (744-840)

Ötüken, Kansu ve Doğu Türkistan’da bir hâkanlık iki devlet kurmuş olan Türk boyu.

Uygurların anayurtları, Baykal Gölünün güneyindeki Orhun, Selenga ve Tala nehirlerinin bulunduğu bölgedir. Bilinen tarihleri Büyük Hun İmparatorluğu ile başlar. Tabgaçlar (386-534) devrinden sonra, beşinci yüzyılın ikinci yarısında beylik kurdular. Göktürkler‘in ilk zamanlarında Selenga Nehri etrafında oturuyorlardı. Yedinci yüzyılın ilk çeyreğinde Sir-Tarduşların altı kabileden meydana gelen birliğine katıldılar. P’u-ku, Tongra, Bayırku ve Fu-lo-pu kabileleri de Uygurların etrafında toplanarak, hep beraber Uygur adını benimsediler. Beyleri, Erkin unvanını taşıyor ve elli bin muharip asker çıkarabiliyorlardı. Göktürklerin zayıflamasıyla, kuvvetlendiler. Erkin yerine İl-teber unvanını kullanmaya başladılar. İl-teber T’u-mi-tu devrinde, Tola havâlisini alıp, güneyde Hoang-ho’ya kadar akınlar tertip ettiler. Uygurlar, akınları neticesinde, 646’da Çin İmparatoru tarafından da tanındılar. İl-teber T’u-mi-tu, kendini kağan ilan etti. Uygurlar’ı Göktürkler tarzında teşkilâtlandırdı. T’u-mi-tu 648’de Çin’in entrikalarıyla öldürülünce, yerine oğlu P’o-jon geçti. P’o-jon, Çinlilerin on-okların başına kukla kağan yaptığı Ho-lu’yu mağlup ederek, 656’da Taşkent yakınlarına kadar ilerledi. Uygurlar, Göktürklü Kapagan Kağan (693-716) zamanında Göktürklere bağlandı.

KAFKAS HALKLARI VE KAFKASYA…

Dünyanın en karmaşık bölgesi neresi diye sorsalar hiç düşünmeden cevaplayacağım coğrafya; KAFKASLAR’dır…

Bu bölgede konuşulan dil sayısı, inanılan dinler, etnik yapı, böylesine ufak bir alanda başka bir yerde yok zira bölge tarihçiler tarafından “DİLLER ÜLKESİ” olarak tanımlanmaktadır. uygarlıkların kesişim noktası olan bu bölgede, birçok etnik grubun yurt edindiği ve birbiriyle kaynaştığı bir yer olmasının kaçınılmaz neticesi olarak bugünkü çok halklı yapı ortaya çıkmıştır.

Dilbilim kriterlerine göre kafkas dilleri ve kafkas halkları üç ana gruba ayrılır; Güney grubu, Kuzeybatı grubu ve Kuzeydoğu grubu…

Güney grubu; Gürcüler, megreller, lazlar…

Kuzeybatı grubu; Abhazlar, çerkesler…

Kuzeydoğu grubu; varyahlar, lezgiler, dağıstan halkları…

 Fazla söze gerek yok…İşte tüm Kafkas halklarını populasyon, dil, din ve yaşadıkları ülkeleri gösteren tablo halinde çalışma…

                          

 HALK

            

NÜFUS

                

 DİL                       

                

DİN

                

 ÜLKE

AZERİLER

 

35.000.000 AZERİCE İSLAM AZERBAYCAN-İRAN
ERMENİLER

 

10.000.000 ERMENİCE HRİSTİYAN ERMENİSTAN-DİĞER
GÜRCÜLER

 

7.000.000 GÜRCÜCE HRİSTİYAN GÜRCİSTAN
CİGETLER

 

12.000 SADZ DİLİ HRİSTİYAN GÜRCİSTAN
ÇEÇENLER

 

1.500.000 ÇEÇENCE İSLAM ÇEÇENYA-RUSYA
İNGUŞLAR

 

500.000 İNGUŞÇA İSLAM İNGUŞYA-RUSYA
OSETLER

 

1.000.000 OSETÇE İSLAM-HRİSTİYAN OSETYA-KAFKASYA
ACARALAR

 

400.000 GÜRCÜCE İSLAM GÜRCİSTAN-TÜRKİYE
ABHAZLAR

 

800.000 ABHAZCA İSLAM-HRİSTİYAN TÜRKİYE-GÜRCİSTAN
LAZLAR

 

500.000 LAZCA İSLAM-HRİSTİYAN TÜRKİYE-GÜRCİSTAN
AVARLAR

 

1.000.000 TÜRKÇE İSLAM DAĞISTAN
BATSLAR

 

5000 NAH DİLİ HRİSTİYAN GÜRCİSTAN
BUDUQLULAR

 

10.000 AZERİCE İSLAM AZERBAYCAN
CEKLİLER

 

5.000 CEKCE İSLAM AZERBAYCAN
DARGİLER

 

600.000 DARGİCE İSLAM DAĞISTAN
LEZGİLER

 

2.000.000 LEZGİCE İSLAM DAĞISTAN-RUSYA-AZERBAYCAN
ELİKLİLER

 

10.000 AZERİCE İSLAM AZERBAYCAN
HAPUTLULAR

 

10.000 AZERİCE İSLAM AZERBAYCAN
KİSTLER

 

       
UDİNLER

 

10.000 UDİNCE HRİSTİYAN AZERBAYCAN-ERMENİSTAN-GÜRCİSTAN
ALBANLAR

 

150.000 ABANCA İSLAM-HRİSTİYAN KAFKASYA
AHISKALILAR

 

1.000.000 TÜRKÇE İSLAM TÜRKİYE-ORTA ASYA-KAFKASYA
ADİGELER

 

2.000.000 ADİGECE İSLAM TÜRKİYE-KAFKASYA
KARAÇAYLAR

 

400.000 KARAÇAYCA İSLAM RUSYA
ŞIPSIĞLAR

 

20.000 ADİGECE İSLAM RUSYA
UBIHLAR

 

15.000 UBIHÇA İSLAM KAFKASLAR
ALANLAR

 

100.000 ALANCA HRİSTİYAN KAFKASYA
KABARDEYLER

 

1.000.000 KABARDEY İSLAM RUSYA
HINALIQLILAR

 

15.000 AZERİCE İSLAM AZERBAYCAN
QRIZLILAR

 

12.000 AZERİCE İSLAM AZERBAYCAN
YERGÜCLÜLER

 

10.000 AZERİCE İSLAM AZERBAYCAN
BALKARLAR

 

200.000 BALKARCA İSLAM RUSYA
NOGAYLAR

 

500.000 NOGAYCA İSLAM RUSYA
KAMUKLAR

 

500.000 KAMUKÇA İSLAM DAĞISTAN
KUNDURLAR

 

30.000 KARAÇAYCA İSLAM KAFKASYA
TEREKEMELER 100.000 TÜRKÇE İSLAM AZERBAYCAN-GÜRCİSTAN-DAĞISTAN
TABASARANLAR

 

250.000 LEZGİCE’NİN BİR LEHÇESİ İSLAM DAĞISTAN
HEMŞİNLİLER

 

800.000 HEMŞİNCE İSLAM TÜRKİYE-GÜRCİSTAN
RUTULLAR

 

30.000 RUTULCA İSLAM AZERBAYCAN-DAĞISTAN
LAKLAR

 

200.000 LAKÇA İSLAM DAĞISTAN
AGULLAR

 

30.000 AGULCA İSLAM DAĞISTAN
SVANLAR

 

20.000 GÜRCÜCE ORTODOKS GÜRCİSTAN
MEGRELLER

 

400.000 GÜRCÜCE ORTODOKS GÜRCİSTAN
TATLAR 200.000 FARSÇA’NIN BİR LEHÇESİ MUSEVİLİK DAĞISTAN-RUSYA-İSRAİL-TÜRKİYE-AZERBAYCAN
TSAHURLAR

 

15.000 TSAUR DİLİ İSLAM DAĞISTAN
DAĞ YAHUDİLERİ-CUHURO 300.000 CUHURİ İBRANİ AZERİCE MUSEVİLİK RUSYA-İSRAİL-AZERBAYCAN-DAĞISTAN
İNGİLOYLAR

 

15.000 GÜRCÜCE İSLAM AZERBAYCAN
KARAPAPAKLAR

 

20.000 KARAPAPAK İSLAM DAĞISTAN
LOMLAR

 

5000 LOMAVREN —- ERMENİSTAN-AZERBAYCAN
KÜRTLER

 

100.000 KÜRTÇE YEZİDİLİK-İSLAM ERMENİSTAN-GÜRCİSTAN-AZERBAYCAN
ŞAHSEVENLER

 

250.000 AZERİCE İSLAM AZERBAYCAN-İRAN
GURLAR

 

10.000 GÜRCÜCE HRİSTİYAN GÜRCİSTAN
BESLENEYLER

 

40.000 KABARDEYCE İSLAM KAFKASYA
PSHULAR

 

30.000 GÜRCÜCE HRİSTİYAN GÜRCİSTAN
ÇUVAŞLAR

 

2.000.000 ÇUVAŞÇA İSLAM ÇUVAŞİSTAN
TUŞHLAR

 

20.000 TUŞHÇA HRİSTİYAN GÜRCİSTAN
KEVSURLAR

 

17.000 OSETÇE HRİSTİYAN GÜRCİSTAN
SLAVLAR

 

5.000.000 RUSÇA HRİSTİYAN KAFKASLAR
RUMLAR

 

15.000 RUMCA HRİSTİYAN KAFKASLAR

 

 

 

MANAS DESTANI…

Kırgız türkleri’ne ait olan 400.000 mısradan müteşekkil dünyanın en uzun anlatısıdır.

MANAS adlı kırgız kahramanın başından geçenleri, mücadelelerini, müslüman kırgızlar ile moğol ve kalmukların mücadelesini anlatır…

Manas’ın babası Cakıp Han’dır. Annesinin adı Çığrıcı’dır. Cakıp Han evlendikten on dört sene sonra Manas doğmuştur. Doğumu üzerine civardan gelen elçiler, onun bir kahraman olacağını hemen anlamışlardır. On yaşına gelince tam bir kahraman olur. Düşmanlarının üzerine saldırarak perişan eder. Atlarına at erişemez,zırhına ok işlemez. Cakıp Han, oğlunun atılganlıklarını, kahramanlıklarını görünce, onu korumak, onunla arkadaşlık etmek üzere, Bakay adında bir kişiyi onun yanına koymuştur. Manas, Nogay boyundan gelmektedir. Kalmuk baskınlarına karşı Kırgız halkının birliğini, bütünlüğünü korur ve bir kahramanlık ve özgürlük sembolü haline gelir.

Kırgız türkleri arasında bu uzun destanı ezbere bilen anlatıcılar vardır. bunlara MANASÇI adı verilir, manasçılar bu destanı asırlardır dilden dile, dilden yüreklere nakşetmiş isimsiz kahramanlardır.

Manas destanı tarih öncesi türk mitolojik unsurlarını barındırmasıyla da türk tarihine ışık tutan bir eserdir.

http://www.youtube.com/watch?v=VqtJa68bXlY +

 

MANAS DESTANININ TAM METNİ İÇİN;

http://tt.baskent.edu.tr/turkmitolojisi/manas.htm

KIPÇAKLAR…KUMANLAR…

 
 
En kalabalık türk topluluklarından biridir.

daha doğrusu türk dünyasını oluşturan 3 kalabalık boydan biridir.

OĞUZLAR
KIPÇAKLAR
KARLUKLAR

Kıpçaklar göçebe bozkır topluluklarıdır. bugün orta asya, karadeniz’in kuzeyi, doğu avrupa, anadolu, kafkaslar ve ortadoğu’da varlıkları devam eden kıpçak halkları şunlardır;

-tatarlar
-kazaklar
-kırgızlar
-başkurtlar
-nogaylar
-karakalpaklar
-karaçaylar
-balkarlar
-kamuklar
-ortadoğu ve mısır memlükleri

(deşt-i kıpçak haritası…)

kıpçak topluluklarının yaşadığı coğrafya deşt-i kıpçak olarak adlandırılmıştır;

işte bu deşt-i kıpçak coğrafyasından diğer yakın coğrafyalara çeşitli kıpçak göçleri olmuştur;

ORTADOĞU’YA VE MISIR’A KIPÇAK GÖÇÜ;
özellikle abbasiler devrinde arap coğrafyası ile ilişkiler kuran kıpçaklar, hem islamiyeti benimsemiş, hem de arap ve selçuklu ordularında paralı askerlik yapmışlardır.
Mısır’da yönetimi ele geçiren Selahaddin Eyyubi, ordusunda kölelerden oluşturulan birliklere, Abbasi halifelerinin bu geleneğine giderek ağırlık vermiştir. Memlûk Sultanlığına adını veren ve Mısır ordusunun süvari bilirliklerini oluşturan Memlûk Atlı birlikleridir. Bu birliklerin komutanlığını elinde bulunduran kimseler zaman içinde devletin başına geçmişler ve kurdukları devlete arapça köle anlamına gelen memlük devleti adını vermişlerdir. memlükler’in bir başka adı da kölemenler‘dir.

  (kölemen-memlük devleti…)
kölemenler, Mısır’da Bahriye Memlûkleri olarak bilinen hanedanı kurdular. Memlûkler’in en önemli hükümdarı olan Sultan Baybars, Kırım yarımadasında doğmuş bir kıpçak türkü’dür. Memlüklerde Mısır tarihinde önemli yeri olan ; Kutuz , Aybek , Aktay , Kalaun gibi önemli Kıpçaklı askeri komutanlar yetişmiştir. Bu komutanların mukavemeti Mısır’ı Moğol istilasından korumuş, Mısır Kıpçak ordusu Dünya’da Moğolları yenen ilk ordu olmuştur.
 resim(memlük-kıpçak süvarisi…)
DOĞU AVRUPA’YA KIPÇAK GÖÇÜ;
Kıpçaklar’ın batı kolunu oluşturan KUMANLAR‘ın sahne aldığı göçtür. deşt-i kıpçak bölgesi moğol istilasına uğrayınca kıpçak boyları’nın bir kısmı avrupa’ya doğru göçe başlarlar, işte avrupa’ya göç eden bu kıpçak boyları kumanlar olarak tanımlanır…
kumanlar bir oğuz boyu olan peçenekler ile savaşıp onları önlerinden sürünce avrupa’ya akınlar düzenlemeye başlarlar.
macaristan, polonya, romanya, balkanlar ve bizans’a sürekli akınlar düzenlerler. hatta bir seferinde istanbul’u kuşatırlar.
avrupa’ya göç eden kıpçak toplulukları hristiyanlığı benimser, avrupa, özellikle bizans ordusunda paralı askerlik yaparlar, malazgirt savaşı ile birlikte bizans ordusu’nda paralı askerlik yapan diğer türk toplulukları peçenekler ve uzlar’la birlikte anadolu’ya yerleşirler ve hristiyan karaman türkleri‘nin(karamanlılar) kökenlerini oluştururlar…
kumanlar bizans’ta paralı askerlik yapmalarından başka, doğu avrupa-balkanlar’da çeşitli beylikler ve krallıklar kurmuşlardır.
bugünkü moldova’nın tarihi adı olan beserabya’nın adı, bu bölgede bir prenslik kurmuş olan kuman tigini tokdemir’in oğlu basaraba‘dan gelmektedir.
yine bugün bulgaristan ve romanya’nın karadeniz kıyılarını oluşturan bölge olan dobruca‘ya adını veren de bir kuman komutanı olan dobriç‘tir.
Dosya:Polovtsy.jpg
dobruca beyliği;
anadolu’da kurulan ilk beyliklerden biri olan saltuklular soyundan gelen sarı saltuk’un beraberindeki çepniler ile birlikte kırım’a geçerek altınordu hanlığındaki kıpçak akıncılarla birlikte düzenlediği akınlar neticesinde romanya’nın karadeniz kıyısında dobruca bölgesinde kurulan türk devletidir.
sarı saltuk ve sonrasında seyid ismail tarafından kurulan bu devletin varlığına ece halil saltuk döneminde tatarlar tarafından son verilmiş, ece saltuk ve kendisine bağlı bir grup kıpçak ve oğuz türkü anadolu’ya göç etmiş, önce karesi beyliği, daha sonra da osmanlı devleti’nin hizmetine girmişlerdir.

Codex Cumanicus:
Karadeniz’in kuzeyindeki Kıpçak Türklerinden (Kumanlar) italyanlar ve Almanlar tarafından 14. yüzyılda derlenmiş iki bölümlük bir eserdir.(italyan bölümü, alman bölümü)
el yazması, Sözlük-metinler derlemesi olarak sayılabilecek eserin adı Latincedir ve Kuman Kitabı olarak Türkçeye çevrilebilir. Codex Cumanicus’un amacı kuman türkleri arasında hristiyanlığı yaymaktır.
netice itibariyle kuman türkleri her ne kadar hristiyanlığı kabul etse de dillerini unutmamış, sonraki yüzyıllarda dahi kıpçak türkçesi konuşmuş ve eserler meydana getirmişlerdir.

Örnek bölümler;
Kökteki hanlıkta baralmaz-biz Tengri kattında (gökteki krallıkta Tanrı katına varamayız.)
Sözlük bölümünden
agıngıç: merdiven
kıskaç: kıskaç
olturguç: oturulacak yer, sıra, koltuk
açkuç: anahtar
yülügüç/yülüngüç: tıraş bıçağı
yapkıç: kapak, örtü

Alman codexinden

Kıpçak Türkçesi;

Sağınsa men bahasız anını
Kim Xristoz töktü söüp ulunı
Tıyalman yaşınını.
Kim unut’ay munça yigitlikni
Kim içip tatlı çoa suunı
Toydırıldı canını

Yesus tatlı eç yamansız egeç
Ne ıynar sen eç yazısız egeç
Öz nezik boyuñnı

Türkiye Türkçesi
Düşünsem paha biçilmez kanını
Ki isa döktü sevip kullarını
(Bu nedenle) engelleyemem gözyaşımı
Kim unutabilir bunca iyiliği
Ki içip kaynak suyunu
Doyurdu canını

isa (sen) tatlı ve kötülüksüz iken
Niye azap çektirirsin hiç günahsız iken
Kendi nazik bedenine

KAFKASLAR’A KIPÇAK GÖÇÜ;
Kafkasya’daki gürcü kralı’nın selçuklu baskısından bunlaması üzerine ve bizans ile gürcistan arasında bir tampon bölge kurmak istemesiyle gerçekleşen göçlerdir.
Kuzey Karadeniz Deşt-i Kıpçak diyarındaki Kumanlardan 50.000’e yakın Kuman ailesi (yaklaşık 300.000 kişi) Kırımlı Büyük Kıpçaklı Başbuğ Şaraga Han (Sarıcık) ın torunu Atraga Han (Atrak) önderliğinde Kafkaslar’dan Gürcistan ve Azerbaycan’a kadar indi (1118). Gürcü Kralına kızını veren Atraga Han beraberindeki Kumanlarla Batı Gürcistan’da Batum, Artvin , Çoruh vadisine yerleşti.
Gürcü kralının isteği üzerine Kumanlar kurdukları 40.000 kişilik ordu ile Tiflis’i ağır bir kuşatmanın sonunda Selçuklu Devleti’nden geri aldılar (1123). Kumanların savaş becerisini gören Gürcüler tekrar Kuzey Karadeniz’deki Kumanlara haber yollayıp ülkelerine davet ettiler.
Bunun üzerine 45.000 civarında Kuman ailesi (yaklaşık 250.000 kişi) Sevinç Han liderliğinde Gürcistan’a yerleşti (1195). Bu ikinci ve son iskân Kuzey Karadeniz, Deşt-i Kıpçak diyarından gelen son iskândır. Gürcistan’da uzun süre kalan Kumanlar Hristiyanlıktan etkilenmeye başladılar.
Gürcistan’a ikinci Kuman göçünün ardından sayıları 800.000 e yaklaşan Kumanların yurtlanma sorunları baş gösterdi. Gürcü – Kıpçak karma ordusunun Başkomutanı Başbuğ Kubasar (Ters saldıran) Başkomutanlık konusunda Gürcülerle anlaşmazlığa düşmesi üzerine bazı Kuman beyleri Kubasar Bey’in oymağı ve kendilerine bağlı oymakları alarak bugünkü Türkiye sınırları içerisine; Rize ve Trabzon sahil bölgelerine yerleştiler (1212).
Trabzon imparatorluğu’na vergi vermeyen Kumanlar, kralın Artvin’e uyarı amaçlı gönderdiği küçük bir orduyu imha etmekle kalmayıp; Trabzon’u basıp yağmalayarak karşılık verdiler. Ortodoks olan Kıpçaklar Osmanlı imparatorluğu’nun bölgeye hâkim olmasıyla Müslümanlığa geçtiler. Gürcistan’daki Kuman beyleri çeşitli zamanlarda siyaset izleyerek varlıklarını sürdürmeye çalıştılar.
bugün türkiye’nin doğu karadeniz bölgesinde, gürcistan’da batum ve havalisi ile acaristan’da halen kuman türkleri varlıklarını sürdürmektedir.

(bir acar-karakalpak türkü…)
birtakım kaynaklarda müslümanlığı benimsemiş ermeniler olarak adlandırılan hemşinliler de kuman türkleridir…
zira hemşinliler şamanist kuman türkleri iken gürcistan etkisi ile hristiyan olmuş, daha sonra osmanlı himayesi ile müslümanlığa geçmişlerdir. bundan dolayı da dönme ermeni olarak adlandırılmaktadırlar.

TÜRKiYE’DE KUMANLAR;
Türkiye’de günümüzde doğu karadeniz bölgesi’nde “laz” olarak adlandırdığımız türk halkı aslen kuman türkleridir. bilinenin aksine gerçek lazlar’ın sayısı çok azdır,(50.000 civarında) bunun dışında doğu karadeniz’de yaşayan hemşinliler ve diğer türkler kumanlardır.
ayrıca bugün çanakkale ve balıkesir yöresinde dobruca beyliği’nin yıkılmasıyla birlikte anadolu’ya göç eden ece halil saltuk önderliğindeki türklerin arasında bulunan kumanlar da çepniler arasında erimiş ve bektaşi-aleviliği benimsemiş ve kendi kültürlerini devam ettirmişlerdir.

KUNLAR;
Kıpçak Diyarının Moğol istilasına uğramasıyla Başbuğ Kötön komutasında Yaklaşık 40.000 haneli bir grup ise bugünkü Macaristan’a gitmiş ve Kunlar denilen etnik grubu oluşturmuştur. Kıpçak Beylerinden Kemenche Macar Kralı’na Suikast düzenleyerek öldürmüştür. Macaristan Kıpçakları Hristiyan olarak Dil ve Kültürlerini kaybetmiştir.
ayrıca, Kemençe ismini Kumanların yayıldığı sahalarda da görmek mümkündür. Kırım yarımadasında Kemençe, Küçük Kemençe, Murzatar Kemençe isimli köyler bunlardan bazılarıdır. Gagauzlarda Kemençe kelimesinin anlamı Keman olup Kemençe çalıp oynanan oyunun adı da “Horo“dur.

(kemençe ve horon…kıpçak türklerinden günümüze devam eden gelenek…)

KUMANOVA;
bugünkü makedonya cumhuriyeti’nin kuzeyinde, sırbistan-bulgaristan sınırı yakınlarında bulunan şehirdir.
kumanova ismi bölgede 11 ve 12. yüzyıllarda etkin olmuş kuman türklerinden gelmektedir.
11. yüzyılda macaristan’ı istila eden kumanlar (kunlar) daha da güneye inerek buraları da hakimiyetleri altına almışlar ve yerleşkeler kurmuşlardır.
işte makedonya cumhuriyeti’ndeki kumanova kentinin ad kökeni de bu kun-kuman türklerinden gelmektedir.

cumhuriyetimizi kurucusu, ulu önder atatürk de köken olarak bir kuman türkü‘dür.

(sarı saçları ve mavi renk gözleriyle atatürk, kuman türkleri’nin tüm genetik özelliklerini taşımaktadır.)
 
KIPÇAK BOYLARI;

1. TOKSOBA ( Dokuzoba)  : Tatar kökenlidir. Moğollarla işbirliği yaparak Durutları yok etmenin eşiğine getirmiştir.

2. JETİOBA ( Yedioba ) : Kalabalık bir boydur.

3. BURDJOGLİ ( Burçoğlu ): Kıpçak Toplumunun Merkezini oluşturan boylardan biridir.

4. ELBARLİ ( Kurtbölgeli ): Kıpçak Hanları bu boydan seçilirdi.

5. KANGAROGLİ ( Konguroğlu ): Peçenek asıllıdır. Sonradan Kıpçak organizasyonuna girmiştir.

6. ULADJOGLİ ( Ulaşoğlu ) : Macaristan’da iz bırakmış bir boydur.

7. DURUTLAR ( Dörtler-Dörtoba ): Moğol saldırısından büyük zarar görmüş Deşti-Kıpçak’dan göçmüştür.

8. KULABOGLİ ( Kulobaoğlu ): At besleme kültürü çok güçlüdür.

9. JORTAN ( Çortan ): Turna balığı anlamına gelmektedir.

10.KARABİRKLİ ( Karaşapkalı ): Peçenek asıllıdır.

11. KOTAN ( Kutan ): Kuman asıllıdır.

(bir nogay kızı)

ÜNLÜ KIPÇAK VE KUMAN KOMUTANLARI(TİGİN)

1 : Atraga (atrak) : Dağıstan , Şaman – Kendisine bağlı 40.000 aile ile Gürcistan’a göçmüştür.

2 : Asen : Bulgaristan , Ortodoks

3 : Aktay : Mısır , Müslüman – Kutuz tarafından öldürülmüştür.

4 : Aybek : Mısır , Müslüman – Kutuz tarafından öldürülmüştür.

5 : Baybars : Mısır , Müslüman – En meşhur Kıpçakdır.

(memlük sultanı baybars anıtı-kazakistan)

6 : Basaraba : Eflak-Boğdan , Ortodoks – Balkanlar’daki Basarabia adlı bölge kendisine atfen namlandırılmıştır. Eflak -Boğdan prensliğini kurmuştur.

7 : Baytursun : Dağıstan , Şaman

8 : George TERTER : Bulgaristan , Ortodoks

9 : Gorgor : Gürcistan , Ortodoks

10 : Jortan : Artvin , Ortodoks – Mensubu olduğu Çortan Boyu ile anılmış şahsi ismi kullanılmamıştır. Osmanlı tapularından kendisine ait mülklerden bahsedilmektedir.

11 : Toktemirus : Eflak- Boğdan , Ortodoks – Basaraba’nın babasıdır.

12 : Sevinç : Dağıstan , Şaman – Kendisine bağlı 40.000 aile ile Artvin- Trabzon Rum devleti arasına yerleşmiştir.

13 : Stefan ŞİŞMAN : Bulgaristan , Ortodoks – Sishman ailesi uzun yıllar Bulgar Kraliyet ailesini oluşturmuştur.

14 : Şaraga (sarıcık) : Kırım , Şaman – Önde gelen Fetihci komutanlardandır. Hayatı boyunca aktif bir politika izlemiş komşu milletlere korku salmıştır. Baskın düzenleyip köle alma konusunda oldukça başarılı idi.

15 : Tumanbay (dumanbey) : Balkanlar, Şaman

16 : Kemenche : Macaristan , Ortodoks – Macar Kralına Suikast düzenleyip öldürmüş, Yakalanıp idam edilmiştir.

17 : Kubasar (ters saldıran) : Gürcistan ,Ortodoks – Darbe ile Başkomutanlıktan alınmış üzüntüden felç olmuştur. Kendisine bağlı oymaklar Rize’ye göçmüştür.

18 : Kutlu Aslan : Gürcistan , ortodoks – Kubasar’a darbe düzenlemiş yeni yönetimde rol almıştır.

19 : Kutuz : Mısır , Müslüman – Aybek ve Aktay ‘ı öldürmüş, Baybars’ı keşfetmiştir.

20 : Kopyak (köpek) : Kırım , Şaman – Kırım Bölgesinin önde gelen Başbuğlarındandır.

21 : Köten : Macaristan , Şaman – Macaristan’ı istila etmiş, Kral ile anlaşarak kendisine bağlı 40.000 aile ile yerleşik hayata geçmiştir.

22 : Könçek (pantolon) : Kırım ,Şaman – Önde gelen komutanlardandır. Balkanlara sık sık inmiş Bizans ordularını çok yıpratmıştır.

23 : Kalavun : Mısır , Müslüman

24 : Tapar HAN : Güney Rusya , Şaman – Kıpçak organizasyonunu kuran ilk Kıpçak Hanıdır. Elbarli Boyuna mensuptur.

25 : Akbaş : Romanya , Ortodoks

26 : Akkuş : Romanya , Ortodoks

27 : Çolpan : Romanya , Ortodoks

28 : Toluntay : Romanya , Ortodoks

29 : Payandur : Romanya ,Ortodoks

30 : Tutarkan : Romanya , Ortodoks

31 : Berkiş’ : Romanya, Ortodoks

32 : Balika’ (Balık) : Balkanlar , şaman – Dobric’in babasıdır.

33 : Dobriç : Balkanlar, Şaman – Balkanlardaki Dobruca Devletini kurmuştur.

34 : Buğa (Boğa) : Romanya, Ortodoks

35 : Ötemiş : Romanya, Ortodoks

36 : Ablay Khan: kazak atmanı, kazakistan’ı moğol istilasından kurtaran önder.

(ABLAY HAN-ABILAY KHAN: ULU KAZAK ATMANI…)

 

TÜRK MİLLETİ, TÜRK TOPLULUKLARI VE DÜNYADA TÜRKLER…

TÜRK CUMHURİYETLERİ;

TÜRKİYE CUMHURİYETİ;   Flag of Turkey.svg (anadolu türkleri-oğuzlar)

Nüfus: 72.000.000

Başkent: Ankara

AZERBAYCAN CUMHURİYETİ; Flag of Azerbaijan.svg (azeriler)

Nüfus: 12.000.000

Başkent: Bakü

KAZAKİSTAN CUMHURİYETİ; Flag of Kazakhstan.svg (kazaklar)

Nüfus: 17.400.000

Başkent:Astana

TÜRKMENİSTAN CUMHURİYETİ; Flag of Turkmenistan.svg (türkmenler)

Nüfus: 6.000.000

Başkent:Aşkabat

ÖZBEKİSTAN CUMHURİYETİ; Flag of Uzbekistan.svg (özbekler)

Nüfus: 31.000.000

Başkent:Taşkent

KIRGIZİSTAN CUMHURİYETİ; Flag of Kyrgyzstan.svg (kırgızlar)

Nüfus: 6.200.000

Başkent:Bişkek

KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ; Flag of the Turkish Republic of Northern Cyprus.svg (oğuzlar)

Nüfus: 300.000

Başkent:Lefkoşe

ÖZERK TÜRK CUMHURİYETLERİ:

ALTAY CUMHURİYETİ; Flag of Altai Republic.svg (altay türkleri)

Nüfus: 300.000

Başkent:Gorno-altaysk

BAŞKORTİSTAN;Bayrak (başkırlar)

Nüfus: 5.300.000

Başkent:Ufa

KABARDEY-BALKARYA CUMHURİYETİ;Balkarya.gif (balkarlar)

Nüfus: 1.200.000

Başkent: Nalçik

ÇUVAŞİSTAN CUMHURİYETİ; Flag of Chuvashia.svg (çuvaşlar)

Nüfus: 1.800.000

Başkent: şupaşkar

DAĞISTAN CUMHURİYETİ; Flag of Dagestan.svg 

Nüfus: 3.500.000

Başkent:Mahaçkala

DOĞU TÜRKİSTAN; Kokbayraq flag.svg (uygur türkleri-türkmenler)

Nüfus: 30.000.000

Başkent:Urumçi

GAGAVUZYA; Flag of Gagauzia.svg (gök-oğuzlar)

Nüfus: 200.000

Başkent:Komrat

HAKASYA; Flag of Khakassia.svg (hakaslar)

Nüfus: 600.000

Başkent:Abakan

KARAÇAY- ÇERKES CUMHURİYETİ;Flag of Karachay-Cherkessia.svg (karaçaylar-çerkesler)

Nüfus: 700.000

Başkent:Çerkessk

KARAKALPAKİSTAN; Flag of Karakalpakstan.svg (karakalpaklar)

Nüfus: 1.400.000

Başkent:Nukus

NAHCİVAN; Flag of Azerbaijan.svg (azeriler)

Nüfus:500.000

Başkent:Nahcıvan

TATARİSTAN; Flag of Tatarstan.svg (tatarlar)

Nüfus: 4.500.000

Başkent:Kazan

TUVA CUMHURİYETİ; Flag of Tuva.svg (tuvalar)

Nüfus: 388.000

Başkent:Kısıl

YAKUTİSTAN; Flag of Sakha.svg (sibirler-yakut türkleri)

Nüfus: 1.200.000

Başkent:Yakutsk

TÜRK AZINLIKLARI;

İRAN AZERİLERİ;Azerbaycan cumhuriyeti dışında iran’da varlığını sürdüren ve 30.000.000 nüfusuyla en büyük azeri topluluğunu oluşturan türk toplumu.

KAŞKAYLAR; İran’da varlığını sürdüren türk topluluğu. iran’da 2.500.000 kaşkay türkü yaşamaktadır.

NOGAYLAR: rusya federasyonu, türkiye, romanya ve türki cumhuriyetler’de yaşamaktadırlar. toplam sayıları 400.000 civarındadır.

AHISKA TÜRKLERİ; Türkiye dışında, rusya, türki cumhuriyetler, avrupa ve abd’de yaklaşık 500.000 civarında populasyonu olan topluluk.

BALKAN TÜRKLERİ, yunanistan, bulgaristan ve eski yugoslav devletlerinde yaşayan türkler. 1.000.000 civarındadır.

IRAK TÜRKMENLERİ; Irak’ta musul-kerkük başta olmak üzre varlığını sürdüren türklerdir. 3.500.000 civarında bir populasyondur.

KAÇARLAR; iran’ın bir dönemine damgasını vuran türk boyu. günümüzde iran’da 25-30.000 kaçar türkü yaşamaktadır.

KARAY TÜRKLERİ(KARAİMLER), Dini inanış olarak museviliği seçen türk halkı. bugün başta rusya ve israil olmak üzre dünyada 100.000 civarında karay türk’ü bulunmaktadır.

KIRIMÇAKLAR, bir başka yahudi türk boyu. karaimler ile akraba olup özellikle kırım’da yaşamaktadırlar. günümüzde sayıları 10.000 civarındadır.

KAMUK TÜRKLERİ, Rusya-kafkasya-dağıstan’da yaşayan kıpçak türkleridir. nüfusları 500.000 civarındadır.

SALARLAR, Çin’de varlığını sürdüren ve sayıları 200.000 civarında olan türk topluluğu.

DOLGANLAR, rusya’nın en kuzeyinde yaşayan ve sibir türkleri ile akraba olan sayıları 10.000’i bulan türk topluluğu.

ŞORLAR, Sibirya’da yaşayan ve günümüzde nüfusları 20.000 civarında olan türk topluluğu

SURİYE TÜRKLERİ, Günümüzde sayıları 1.500.000’i bulan oğuz türkmenleridir.

YUGURLAR, Çin’de yaşayan ve sayılları 20.000 civarında olan türk topluluğu.

TEREKEMELER, günümüzde ekseri rusya’da yaşayan ve sayıları 1.000.000 civarında olan kıpçak topluluk.

HALAÇLAR(KALAÇ), İran-afganistan’da yaşayan ve sayıları 200.000’i bulan türk topluluğu.

ŞAHSEVENLER, İran’da yaşayan sayıları 300.000’i bulan azeri halk.

NAYMANLAR, Moğolistan, kazakistan, türkiye ve rusya’da yaşayan ve sayıları 3.000.000’u bulan topluluk.

AVRUPA TÜRKLERİ, Almanya başta olmak üzre avrupa’da yaşayan kandaşlarımızdır. nüfusları 9.000.000 civarındadır.

Bunların dışında populasyonları kayda değer olmasa da kendi gelenek ve göreneklerini sürdüren birçok türk topluluğu vardır. genelde eski sovyet coğrafyasında yaşayan bu toplulukların birkısmının isimleri;

tofalar, yaka türkmenleri, afganistan türkmenleri, ilu türkleri, aynallu türkleri, aymaklar, hamseler, stravopol türkmenleri, teleütler, çulimler, barabalar, öngütler, kızıllar, hoşballar, biltirler, kamasinler, çulımlar sayılabilir…

bugün tüm dünyada yaşayan türk nüfusu 235.000.000’u bulmaktadır ki bu da çinliler ve hintler’den sonra türk milleti’ni dünyanın en kalabalık 3. etnik gurubu yapmaktadır.

 

OQ-OZ ULİQ KÖL…(karadeniz)…

Tengri’den gelen kut’lu OK HALKI’nı ulaştıran göl…

BLACK SEA…

MER NOİRE…

PONTUS…

MAR NERO…

SCHWARZES MEER…

ZWARTE ZEE…

MORZE CZARNE..

YA DA KARADENİZ…

Türk’ler için son derece önemli bir coğrafi unsur ve çağlar boyu bir geçiş yolu olan bu kara-deniz’in ilk adı işte bu öntürk çağrışımları bulunan OQ-OZ ULİQ KÖL kelimesidir.

erken dönem türk devlet ve turani kabilelerin BİR OY BİL federasyonundan başlayarak iskitler’e değin ve bundan sonrasındaki diğer türk boylarının bölgedeki hareketliliklerine baktığımızda zaten bu ismin türkçe unsurlar barındırmaması tuhaf olurdu.

OY URUM ATIN DEVLETİ…(rum devleti)…

türk tarihçi ve komutan önre binabaşı‘nın yazıtlarında geçen ve bugünkü istanbul’da kurulmuş bulunan, anadolu’da kurulmuş ilk türk devleti/beyliği olup, anadolu kelimesini tanımlamakta kullanılan “rum” kelimesinin kökenini teşkil eder…rum adının kökeni;

anadolu,(diyar-ı rum)
rumeli,(urum-eli)
erzurum,(arz-er-rum)
akdeniz,(bahr-i rum)

esasen rum kelimesini ilk olarak roma uygarlığı’nın dip kültürü olan etrüskler’de görürüz.
etrüskler, kurdukları başkentlerine “merkez ve bayındır kent” anlamına gelen “UP-URUM” adını vermişler ve bu isim önce RUUMA‘ya sonra da bugün kullandığımız ROMA’ya dönüşmüştür. (günümüzde italya’nın bazı bölgelerinde roma kentine halen ruma ya da ruuma denilmektedir.)

roma imparatorluğu ikiye ayrıldığında ise bu adın kökenini oluşturan oy urum atın’a istinaden anadolu’yu ve anadolu halkı’nın tanımlamak için bu rum kelimesi kullanılmıştır.

karadeniz’in kuzeyinde ve orta asya’da türk ve turani halklardan meydana gelen bir federasyon kuran türkler, kurdukları bu federasyona at oy bil federasyonu adı verimiştir.
http://tarihturklerdebasl…en-donem-turk-devletleri/

işte bu at oy bil federasyonu’na bağlı olan alt devletlerden birini teşkil eden ön tatar halkı olan urum türkleri karadeniz’i geçerek boğazlar bölgesine ulaşır. mö-1980(erenköy yazıtı)


burada bir koloni kurarlar ve bu koloniye oy urum atın ve kurdukları kente de astanboliq(istanbul) adını verirler.
(bkz: istanbul/@protest sanayici)

kırım isminin kaynağı da olan Urumlar(QUIRIM), Türkiye’de çok az tanınan Türk gruplarından biridir.Günümüzde Ukrayna’nın Donetsk bölgesi başta olmak üzere Kazakistan ve Gürcistan’da yaşamaktadırlar.
Urumların kökeni hakkında çok farklı görüşler bulunmaktadır.

Bu görüşlerden biri de “Karadeniz’in kuzeyi sürekli olarak Türklerin meskun olduğu bir coğrafyadır. Bu bölgeye İskitler, Hunlar, Sabirler, Hazarlar, Kumanlar, Kıpçaklar, Peçenekler, Tatarlar birbiri peşi sıra yerleşmişler ve birbirleriyle karışmışlardır. Urumlar da Kırım’da yerleşen ve Hristiyanlığı kabul eden Türk asıllı bir gruptur.” şeklindedir.

işte anadolu’ya 1071’dan 3000 sene evvel adım atan, ve anadolu’nun “rum” olarak bilinmesini sağlayanlar at oy bil federasyonu içinde yer alan bu urum halkıdır…

KIRGIZLAR…

Türk tarihi açısından fevkalade önem arzeden türk topluluğu.

bugün çoğunluğu kırgızistan’da yaşayan kırgızlar, oğuz soylu olmayıp(ok), köken olarak  on halklarındandır. yani hunlar ve moğollar’ın akrabalarıdır.

Kırgız sözcüğü;

Kırgız sözünün çıkış yeri üzerine farklı iddialar bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Kırgız kelimesinin “kırk-kız”, ikincisi “kırk uuz” veya kırk kabile kelimelerinden türediğidir. Kırgızistan bayrağında güneş benzeri şeklin etrafındaki kırk ışık süzmesi buna ithafendir.

Ön-Kırgızlar ;

Çin ve Arap kaynaklarında mavi gözlü, kızıl saçlı-sarışın ve çekik gözlü olarak geçen Kırgızlar en eski Türkî halklardan biridir. Ön-Kırgızların Moğol kabileleriyle yaptıkları evlilikler sonucu günümüz Kırgızları ortaya çıkmıştır. M.Ö.250 yıllarında Yenisey vadisi boyunca uzanan bölgelerde bulunuyorlardı. Yenisey Irmağı boyunda göçebe bir hayat süren Kırgızlar, Milattan sonra birinci yüzyılda Hiung-nu devletini oluşturdular. Hiung-nuların dağılması üzerine Kırgızlar, Yenisey Kırgız Hanlığı’nı kurdular. Dördüncü yüzyılda kurulan Yenisey Kırgız Hanlığı, Baykal Gölü‘nden Tibet’e kadar olan kısma hakim oldu. Günümüzdeki Hakas Kırgızları, bu dönemde ana kütleden koptular.

6. yüzyılda kurulan Göktürk Devleti ile mücadele eden Kırgızlar, Mukan Kağan döneminde Göktürklere bağlandılar. Göktürklerin Çin hakimiyeti altına girdiği 630-680 yılları arasında Kırgızlar tekrar müstakil olarak yaşadılar.[kaynak belirtilmeli]

İkinci Doğu Göktürk Kağanlığı‘nın kurulmasıyla yeniden Göktürklere bağlandılar. Kırgızlar bu dönemde sık sık yönetime ayaklandılar. Kırgızlar, Göktürk Kağanlığı’ndan sonra Uygur Kağanlığı hakimiyetine girdiler. 840 senesinde Uygur Kağanlığını yıkarak kendi Kırgız Kağanlığını kurdular.

———–

Kırgızlar’ın tarihi destanlarla bezenmiş bir tarihtir.

en bilinen kırgız destanı “MANAS” destanı olup, Kırgız Türkleri’nin millî destanıdır. Mani dinini yaşayan Karahitaylar ile Müslüman Karahanlılar arasındaki mücadelede Kırgızların durumunu ve Manas adlı kişiyi anlatan destandır.

bundan başka “kırgız” adının kökenini oluşturduğuna inanılan ve kırgız türkleri’nin kökenini anlatan türk mitolojisinin önemli unsurlarından biri olan “KIRK KIZ DESTANI” da kırgızlar’ın bilinen önemli destanlarındandır.

————–

ANADOLU’DA KIRGIZLAR;

Malazgirt savaşıyla birlikte anadolu’yu yurt edinen türk boylarından oğuzlar ile birlikte, kırgızlar da anadolu’ya gelmiş, oğuz boylarının içerisinde 1000 yıldan beri anadolu’da rumeli’de varlıklarını sürdürmüşlerdir. bunlardan başka selçuklular döneminde iznik kuşatmasında selçuklu ordusu’nun içerisinde elit kırgız birlikleri olduğu tarihi kaynaklarda geçmektedir. bugün iznik’teki “kırgızlar türbesi” bu kuşatmada şehit düşen kırgız soydaşlarımız için yaptırılmıştır.

yine bursa’nın fethi ve osmanlı’nın bizansla yaptığı mücadelelerde de kırgızlar kayılar ile birlikte hareket etmişlerdir.

kırgız kandaşlarımızı “kurtuluş savaşı”mızda da görüyoruz anadolu coğrafyasında. kurtuluş savaşı esnasında 2000 kırgız süvarisi 6000-7000 km at sırtında yol katedip anadolu’ya gelmiş ve türk’ün gururu kurtuluş savaşımızın isimsiz kahramanları arasındaki yerlerini almışlardır.

ATATÜRK VE TÜRKÇÜLÜK…

TAŞ KIRILIR, TUNÇ ERİR, AMA TÜRKLÜK EBEDİDİR

ERKEN DÖNEM TÜRK DEVLETLERİ…

Bilinen ilk türk devleti olarak lanse edilen “BÜYÜK HUN İMPARATORLUĞU”  öncesi kurulan türk devletleridir.

tarihin başlangıcından itibaren ilkel topluluklar halinde yaşayan turani proto türkler, devlet kurmadan önce kabileler halinde tarih sahnesine çıkmıştı;

bu türk toplulukları;

-OT-OZ KABİLESİ—MÖ 25.000’ler

-ON-OK HALKI—MÖ 20.000-15000

-ANAU HALKLARI—MÖ 12.000 (İlk medeniyeti kuran halktır)

-OGÜL-ULKUS—MÖ 9000-7000

-OK-OZ—-MÖ 7000’ler(İLK OĞUZLAR)

-OZ HALKI —MÖ 6000-5000(UZLAR)

Bu kabile ve halklar sonrası ise nihayet ilk teşkilatlanma başlamış ve türk-turan tarihinde anav halkı ve oğuzlar’ın birleşmesi ile ilk türk devleti BİR OY BİL FEDERASYONU kurulmuştur. 

1-BİR-OY-BİL FEDERASYONU.

bilinen ilk türk-turan birliğidir. mö 12.000-9000 yıllarından MÖ 1500’e değin karadeniz’in kuzeyi, iran, ön asya, doğu anadolu ve orta asya’da hüküm sürmüşler, bir çok alt devlet ve topluluk oluşturmuşlardır.

bir-oy-bil federasyonu türk-turani unsurlardan oluşmaktaydı ve her topluluğun ayrı beylik ve devletleri vardı.

BİR OY BİL ARDIL VE BAĞLI DEVLETLER;

-ON OYUL DEVLETİ(buhara-taşkent)

-OK ONİM OĞ(çin sınırında)

-ISUB-URA BİL(doğu anadolu-kafkaslar)

-ÖTÜGİN-İRİŞ(moğolistan)

-UŞUNTUNG İRİŞ(bugünkü afganistan ve doğu iran)

bir oy bil federasyonu haritası;

 

2-SÜMERLER

Güneş dil teorisi‘ne göre Türk-turani olan ve tarihin başlangıcı kabul edilen Mezopotamya kavmi.
 Sümerler, M.Ö. 3500 – M.Ö. 2000 yılları arasında mezopotamya‘da yaşamışlardır. Bir çok medeniyetin karanlık kurucuları oldukları gibi bir çok ırkın soyunun dayandığını iddia etmeye çabaladığı topluluktur sümerler…
 
sümer şehir devletlerini gösterir harita;
 
3-AT-OY BİL FEDERASYONU:
BİR OY BİL FEDERASYONU’na SAKALAR’ın da dahil olmasıyla kurulan yeni federasyon. MÖ1500-MÖ 800 arasında balkanlar, karadeniz’in kuzeyi, ön asya ve orta asya’da hüküm sürmüştür.
at-oy bil federasyonunun da temelini anav halkları ve oğuz türkleri oluşturmuş, bu halklara sakalar, moğollar, kırgızlar, proto hunlar gibi türk turani halklar da dahil olmuştur.
 
AT OY BİL FEDERASYONU ARDIL VE BAĞLI DEVLETLER;
 
-ISUB-URA BİL(kafkasya-doğu anadolu)
-ÖG ÖDÜS(kırım)
-ÖKÜGİMİN(urallar)
-TATAR-OK(tataristan-harzem)
-OK-UYUŞ(karadeniz’in kuzeyi-altaylar daha sonra bunların ardılları İSKİTLER olmuştur)
 
at oy bil ve ardılı türük bil federasyonu haritası;
 
4-TÜRÜK-BİL FEDERASYONU
AT-OY BİL FEDERASYONU sonrası ural dağları’nın doğusunda orta asya çin’in  kuzeyinde MÖ 1200 yılından Büyük hun imparatorluğu ortaya çıkana dek varlığını sürdürmüş olan türk turan federasyonu.
 
BAĞLI DEVLETLER;
-ALTUN YİŞ DEVLETİ(altaylar)
-ÖKÜGİMİN YİŞ(urallarda)
-TATAR BİRİLE(tataristan)
-OK UDURKIN(kore ve mançurya’da)
 
5-İSKİTLER…
MÖ 800-MÖ 300 arasında Avrupa’ya ve ön asya’ya akınlar tertipleyen ve karadeniz’in kuzeyinde ve altay dağları’nın batısında önemli bir imparatorluk kuran türk kavmi.
 
iskit devleti haritası;
 
 
 
 
 

 

TOMRİS KATUN (hatun)…

alp er tunga‘nın torunlarından olan türk ecesi.

iskit hakanlığı’nın kraliçesi olup, dünyanın ilk kadın hükümdarıdır.

hükümdarlığı süresince pers’lerle savaşmış, doğu anadolu ve kafkaslar’a hakim olmak için perslerle kıyasıya bir mücadeleye girmiştir.
pers kralı büyük kiros‘un bir hile ile tomris’in oğlu’nu öldürtmesi ve tomris hatun’a kendisine biat edip o’nun karısı olması teklifi üzerine tomris hatun ordusuyla birlikte pers topraklarına girer, yapılan savaşta pers ordusu’nu büyük bir bozguna uğratır ve büyük kiros’un başını keserek oğlu’nun intikamını alır.

tarihi açıdan değerlendirecek olursak, tomris katun’un perslerle girdiği bu mücadele bile iskitler’in irani bir kavim/devlet olmadığının en önemli delillerinden biridir.
tamgalara, orta asya kurganlarındaki bulgulara hiç değinmeyeceğim bile…

(bkz: iskitler/@protest sanayici)

BURSA’NIN FETHİ…KIRKLAR…HORASAN’LI ERENLER…

genellikle alevi-bektaşi töresinde geçen bir olgudur kırklar terimi…üçler, yediler, onikiler, kırklar diye söylenir durur.
aslında her biri için farklı farklı mitler vardır.misalen yediler için iki farklı liste bulunur.
alevi inancına göre yediler, muhammed, ali, hasan, hüseyin, fatma, hatice ve selman-ı farisi’dir. islam dışı kaynaklarda ise yediler kendilerine özel vazifeler yüklenmiş yedi peygamber olan, ibrahim, halil, musa, harun, idris, yusuf ve isa’dır.
bir başka listedeki yediler ise; nesimi, fuzuli, hatayi, pir sultan abdal, virani, yemini ve kul hikmet’ten oluşur…

onikiler inancı bilindiği üzre 12 imam’ı sembolize eder.

lakin bir terim daha vardır ki alevilik ve türklük açısından son derece önem taşır.

alevi inancına göre kırklar cemi;
kırklar cemi aleviliğin temel ögelerinden biridir. her ne kadar yazımızın içeriğini oluşturmasa da bu mite değinmeden geçiştirmek olmayacağından ve “kırklar” teriminin kökeni bakımından incelenmesi gerekir.
kırklar cemi, Muhammed’in, Miraca çıktığı gün yaptığı söylenilen toplu ibadettir.

alıntı
rivayete göre, Muhammed atı Burak ile Miraca çıktığı gün Tanrı ile doksan bin kelam konuşur. Bunun otuz bini hakikatli sır olarak Ali’de kalır. Muhammed’e Miracda bal, elma ve süt verilir. Bal aşkı, sevgiyi, elma ise dostluğu temsil eder. Muhammed’in önüne bir arslan çıkar.
Muhammed gaipten bir ses duyar: “Parmağındaki yüzüğü arslanın ağzına atması” istenir. Böylece Muhammed arslanı atlatır ve Tanrı ile görüşür. Şehre dönerken yolda bir dergaha rastlar.

Kapıyı çalar içeriden: “Kimsiniz*” diye sorarlar.

Muhammed, “Ben peygamberim içeriye girmek istiyorum” der. içeriden, “Peygamberliğini git ümmetine yap. Bizim aramıza peygamber sığmaz” diye cevap gelir.

Muhammed ayrılırken yine garipden bir ses ayrılmamasını kapıyı tekrar çalıp yeniden farklı bir şekilde yanıtlamasını söyler.

Bu sefer Muhammed, “Bende sizden biriyim. Bir insanım. Sizi görmek istedim” der. Bu sefer kapı açılır. “Hoşgeldin sefa getirdin, uğur getirdin” diye karşılanır.

içeride 17’si kadın 22’si erkek tam 39 kişi vardır.
Muhammed’e yer gösterilir. O’da gösterilen yere oturur. Ali’de meclistedir. Muhammet tesadüfen Ali’nin yanına oturur.

Muhammet sorar, “Size kimler denir?” der. “Bize Kırklar denir” diye yanıt alır.

“Ama burada 39 kişi saydım” der. “Selman-ı Pak Can Parstadır”denir.

“Peki sizin ulunuz, büyüğünüz, küçüğünüz kim” diye sorar Muhammet. Gelen yanıt şöyle olur: “Bizim küçüğümüz, büyüğümüz yoktur. Küçüğümüz de uludur, büyüğümüz de uludur. Birimiz kırkımız, kırkımız birimizdir” denir. Bunun üstüne Muhammet meclisten bunu kendilerine kanıtlamalarını söyler.

O sırada Ali kolunu uzatır ve gömleğini sıyırır. içlerinden biri “destur” diyerek bıçağın ucu ile kolunu hafif kanatır. Kolundan bir damla kan akar. Onu, her can’ın kolundan birer damla kanın gelmesi izler. 40. canın bir damla kanı da pencereden içeri gelir. Bu ise Selman-ı Pak’ın kanıdır. Sonra Ali kolunu bağlar, hepsinin kanaması durur. Büyük bir coşku ile vecd halinde semah dönülürken Muhammet’in başından sarığı düşer. Kırk parçaya bölünür. Kırklar parçaları bellerine bağlarlar, kemerbest olurlar. Muhammet, Kırklar Meclisi’ne pirlerini sorar. “Pirimiz Ali’dir” derler.

Böylece, Muhammet, Ali’nin de orada olduğunu öğrenmiş olur. Ali, Muhammet’in yanına gelir. Muhammet Ali’nin parmağında, Miraca giderken “aslana” verdiği yüzüğü görür. Ali’ye sarılır, O’nu bağrına basar ve söyle der “Ya Ali ben senin dogdugunu gözümle görmeseydim, ellimle kundaklamasaydim senin Allah olduguna inanirdim.”
alıntı

işte alevili mitolojisinin temel unsuru olan kırklar cemi’nin konusu kısmen budur.

işte bu kırklar’ın devamı anadolu’nun türkleşmesinde, özellikle ve özellikle bursa’nın fethinde karşımıza çıkar.
bu kırklar, bursa’nın fethinden evvel osmanoğulları ve kayı’ya destek olmak için anadolu’ya gelmiş, anadolu’nun türkleşmesinde ve osmanlı’nın rumeli’yi yurt edinmesine yadsınamaz katkıları bulunan ahi erenleridir.

in alphabetical order;
abdal mehmed,
molla fenari’nin de biat ettiği el öptüğü ahi ereni. 20. yy ilk yarısına değin bursa’nın tüm derviş ve şeyhleri bayramların ikinci günleri abdal mehmed’in çatalfırın’daki tekkesinde toplanır, ney çalar, sohbet eder ve yemek dağıtırlardı.

abdal murad,
kabri, bursa’nın güneyinde, dağ yamacında, kireç ocağının bulunduğu yerdedir.(alacahırka) abdallar zümresi’nin ileri gelenlerinden olup horasan-buhara’dan bursa’ya gelmiş halk rızası için gaza etmiş bir erendir. bugün türbesinin buunduğu yere post sermiştir. kırklardandır. türbesinin olduğu yerden bursa kalesi’ni gözetlemiş ve orhan gazi han ile birlikte bu fetihte bulunmuştur.
abdal murad’ın dört arşın uzunluğunda kılıcı ile yılan başlı tunç topuzu 17. yy’a kadar türbesinde kalmış lakin 19. yy’da ortadan kaybolmuştur.yalnız kanuni sultan süleyman abdal murad türbesini ziyaretinde bu kılıcın üçte birini kestirmiş ve kutsal emanetler’in yanına koydurtmuştur.

akbıyık sultan,
istanbul’un fethinde bulunmuş ikinci murad ve fatih dönemi erenlerindendir. türbesi bursa ulucamii yakınlarındadır.

ali mest edhemi,
elmas dede olarak da bilinen ve yıldırım bayezid döneminde buhara’dan bursa’ya gelen ahi ereni. bursa’nın elmasbahçeler semtine ismini verendir.

azep bey,
bursa’nın fethinde görev alan gaziyan-i rum ereni.

baba sultan,
bursa’nın doğusunda dergah kuran aslen azerbaycan’lı olan veli.

baba zakir dede,
horasan’dan gelen velilerden.

bahar dede,
bursa’nın fethi esnasında uludağ’ın kuzeydoğu yamaçlarında dergah kuran velilerden.

başçı ibrahim,
abdal mehmed’e biat eden ve istanbul’un fethinde de bulunan ahi ereni.

bayraklı dede,
asıl adı abdülvahab sancaktari olan ve selçuklular döneminde iznik’in fethi esnasında görev almış türk kumandan.


budala bey,
aslen horasan-heratlı olup 14.-15. yy larda bursa’da dergah kurmuş eren.-buhari ali dede,
emir sultan ile birlikte buhara’dan bursa’ya gelen velilerden olan zat.-dardar dede,
bursa’nın fethinden sonra kurulan vakıfta, bursa’ya yerleşen türkmenlere aş dağıtma vazifesini ifa eden anadolu ereni.

duğlu baba,
uludağ’ın tam ortasında kurduğu dergahta bursa’nın fethine katılan erlerin iaşe ihtiyacını karşılayan horasanlı eren.
o’nun da mezarını kanuni sultan süleyman yaptırmıştır.

dursun fakih,
osmanlı’nın ilk kadısı olup, osman gazi’nin bacanağı olan edebali’nin damadı kutlu kişi.

dürt dede,
bursa’nın fethi esnasında horasan’dan gelen erenlerdendir.

emir sultan(emir buhari),
bursa’nın fethinden sonra buhara’dan gelen erenlerden olup hz muhammed’in soyundan geldiği bilinmektedir. bursa’yı ve bursa’lıları koruduğuna inanılır. her kim ki emir sultan’ın türbesi civarında bursa’lı birine zulm etmeye kalksa taş kesildiğine inanılır, bu durumun yunan işgalinde gerçekleştiğine şehadet edenler bulunur.

eskici baba,
bursa’nın fethinde bulunan orhan gazi’nin silah arkadaşlarından biri olan ahi ereni.

et dede,
emir buhari ile birlikte anadolu’ya gelen erenlerden.

fığla baba,
bursa’nın fethinden sonra horasan’dan gelmiş ve bursa ve çevresinin türkleşmesinde önemli katkılarda bulunmuş eren. türbesi dağyenice köyünde olup mezarı 14 metredir.

gaip dede,
bursa’nın fethinde bulunan orhan gazi’nin silah arkadaşlarından biri olan ahi ereni.

göbekatan ethem dede,
horasan’lı erendir. lakin günümüzde batıl itikatlarle muhatap olmaktadır.

gözedici dede,
bursa’nın fethi esnasında 5. kol faaliyetlerinde bulunmuş anadolu ereni. kendisinin daha sonra tekrar horasan’a gidip, buradan türkmenlerin anadolu’ya gelmesine yardımcı olduğu rivayet edilir.

gözcü mahmud,
orhan gazi han tarafından uludağ’ın keşif ve gözetimi ile vazifelendirilen anadolu ereni.

hatırhoş sultan,
bir rivayete göre asıl adı deveci sultan’dır. buhara’dan gelmiş bir erendir. yıldırım bayezid döneminde yaşamış ve bir iftiraya kurban gitmiştir.

hatice sultan
bacılar teşkilatı’na mensup kadın eren.

helvacı bacı,
sarı saltuk ile birlikte rumeli’ye yerleşen çepnilerden olup, sonraları tekrar anadolu’ya göç eden boya mensup olan ve bursa’nın fethinden sonra bacılar teşkilatı’na (baciyan-i rum) dahil olan, bursa’ya göç eden türkmenlere helva yapmasından ötürü bu nam ile anılan türk kadın ereni…
(bkz: bacılar/@protest sanayici)

karaca ahmet sultan,
şeyh edebali’nin çağrısı üzerine anadolu’ya gelen ve bugünkü yenişehir civarında post seren veli.

kavacık sultan,
bursa’nın fethi öncesi kendisine saldıran 15 bizans askerini öldürdüğü rivayet edilen, baciyan-i rumlardan olan kadın.

kaygulu dede,
kayı boyu’na mensup olan, beyce’li eren.

kutsi dede,
bursa’nın fethi esnasında görev almış ahi ereni.

mecnun dede,
horasan civarından gelen erenlerden.

molla fenari,
osmanlı’nın ilk şeyhülislamı olan türkmen eren.

musa baba,
bursa’nın fethi esnasında uludağ’da post sermiş horasan’lı eren.

mürsel dede,
uludağ’daki mürseller köyü’ne adını veren ve bursa’nın fethinde görev alan gaziyan-ı rumlardan olan zat.

okçu baba,
kırklardandır. asıl adı nasreddin olup bursa’nın fethi esnasında surlara attığı ok sayesinde büyük bir gedik açılmış ve türkler ilk olarak bursa’ya bu gedikten girmişler ve bursa’yı fethetmişlerdir.

pak sultan,
emir sultan’ın kızlarından biridir. bacılar teşkilatı mensubudur.

pars bey,
bursa’nın fethinden hemen evvel bursa’ya gelmiş horasan’lı veli.

sancı dede(at dede),
horasan’dan gelen ve hekimlik mesleği ile nam salmış eren.

seyyid ali,
emir buhari ile birlikte bursa’ya gelen erenlerdendir.

seyyid nasır,
hz muhammed’in sülalesine mensup olduğu rivayet edilen ve bursa’nın fethi için buhara’dan gelen ahi ereni. çok uzun bir yaşam sürmüş, rivayete göre 2. murad han dönemine dek yaşamıştır.

seyyid usul,
emir sultan ve seyyid nasır ile birlikte bursa’ya gelen ve bursa’nın fethinde bulunan horasanlı eren.

siğil dede,
istanbul’un fethi öncesi horasan’dan bursa’ya gelen ve istanbul’un fethine katılan eren.

somuncu baba,
menşei horasan türkmeni olan ve namını bursa halkını doyurmak için yaptığı ekmeklerden alan ve sırrı açığa çıktığında gaibe karışan eren.

şeker hoca,
halk arasında şeker hoca olarak bilinen horasan’lı veli.

şeyh edebali,
osmanlı’nın manevi mimarı olan, osman gazi han’ın kayınpederi olan ve aslen horasan’lı olan eren.
bursa’nın fethi için ve yeni bir türk devleti’nin tesisi için horasan’lı diğer erenleri anadolu’ya davet etmiş ve bursa’nın fethedilerek osmanlı’nın bir devlet haline gelmesine önayak olmuştur.

tezveren sultan,
asıl adı ataullah olan, horasanlı derviş. türbesi özellikle hanımlar tarafından ziyaret edilmektedir.

yürüyen dede,
bursa’nın fethinden sonra, ulucamii’yi rüyasında görerek mekke’den geldiği rivayet edilen kişi. daha sonra rumeli’ye geçmiş, uzun süre burada kaldıktan sonra bursa’ya geri dönmüş ve burada vefat etmiştir.

zerde dede,
horasan menşeili anadolu erenlerindendir.

görüldüğü üzre bursa’nın fethi türk islam dünyası için fevkalade önem arzeden bir olgudur. zira bursa’nın fethi yeni bir türk devleti’nin başlangıcı ve istanbul’un fethi’nin müjdecisidir.
istanbul’un fethinde de yine bu bursa’nın fethinde yardımcı(!) olan horasan’lı erenler’in kurdukları dergahlarda yetişen velilerin ve yine sırf istanbul’un fethi için bu kez akşemseddin tarafından horasan’dan davet edilen erenlerin varlığı göze çarpar.
birinci dünya savaşı sonrası bursa’nın yunan işgaline uğramasıyla birlikte tbmm kürsüsü’ne asılan siyah örtü ile bursa’nın bu kutsiyetine vurgu yapılmıştır aslında…anadolu’nun türkleşmesi’ne, bursa’nın fethine katkıda bulunanlar sadece veliler-erenler değildir şüphesiz.
edebali’nin çağrısı tüm oğuzlar’a gitmiş, hatta diğer türk boyları, örneğin “kırgızlar” hem iznik’in, hem de bursa’nın fetihlerinde bulunmuşlardır. bunun en önemli delili ise iznik’teki kırgızlar türbesi’dir. anadolu’da bir başka kırgızlar türbesi ise tokat’ın niksar ilçesinde bulunmaktadır.

kırklar’ın bir cihan imparatorluğu kurma projesi bursa’nın fethinden ve edebali’den daha evveline dayanmaktadır.
zira türk derin devleti’nin vazifelendirdiği bir eren olan sarı saltuk‘un çepniler ile birlikte rumeli’ne geçişi osmanlı’dan ve kayılar’ın bölgeye gelmesinden çok daha öncedir.
sarı saltuk’un rumeli’deki fetihleri ve burada oluşturduğu koloni osmanlı’nın rumeli’nde yaptığı fetihlerde çok büyük yardımcı unsur olmuştur.

daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz üzre bu kut’lu vazifeye memur edilen kayı’lar işte bu erenler’in yardımlarıyla büyük bir cihan imparatorluğu haline gelmiş ve avrupa’nın içlerine kadar genişlemişlerdir.
(bkz: kayı/@protest sanayici)

bursa’daki erenleri incelerken de bahsettiğimiz üzre bu erenlere yüzyıllar sonra önem veren ve hatta bir çoğunun türbelerini yenileyen ve yaptıran isim osmanlı’nın en kudretli döneminde imzası bulunan bir cihan hakanı olan kanuni sultan süleyman’dır.
o da kayı’ların fetih taktiğini benimsemiş ve horasan’lı bektaşi erenleri fetihlerde vazifelendirmiş ve osmanlı’nın yüzyıllar içinde avrupa’da kalmasına zemin hazırlamıştır.
kanuni tarafından macaristan’da memur edilen “gül baba” bu erenlerin en bilinenlerindendir.

gerek sarı saltuk, gerek daha sonraki veliler ve erenler rumeli’de bektaşiliği yaymış, türk töresi’ni idame ettirmiş ve bu toprakların türkleşmesini başarmışlardır.
ancak sonraki yıllarda değişen sistem ve bu değişkenliğin getirdiği sünnileşme politikasıyla birlikte osmanlı gerçek öğretisinden uzaklaşmış, kut’lu kayı olmaktan çıkmış muaviye dini‘ne inanan ve giderek araplaşan bir devlet haline gelmiştir. işte bu milliyet bilincinden uzaklaşma osmanlı’nın hızla çökmesinin temel nedenidir.görüldüğü üzre türk’ün türk’ten başka dostu olamaz. türkler dar zamanlarında yine kendi milletinden yardım alır, yine küllerinden doğar yine dirilir ve yine cihana hakim hale gelir.
ama bunu kendi başına başarır.
kadınıyla, çocuğuyla, ereniyle…

yeter ki üzerimizden muaviye dini’nin miskinliğini atıp, milliyet bilincimizi kazanalım…

2050 yılı için yeniden türklük bilinci ile türk-cihan imparatorluğu’nun tesis edileceği umutlarımla…

İSKİLİPLİ ATIF HOCA…

frenk mukallitliği ve şapka” adını verdiği ve çağdışılığı savunduğu kitabı yüzünden asıldığı rivayet edilen cumhuriyet’in ilk yıllarını çarpıtarak atatürk’ün getirdiği sisteme çamur atmak için kullanılan isim.

uludağ sözlük galeri ye eklensin

her ne kadar “frenk mukallitliği ve şapka” adlı kitabı ve kılık kıyafet devrimine karşı geldiği için asıldığı söylense, şirin gösterilmeye çalışılsa da bunun zinhar aslı yoktur.

iskilipli atıf, azılı bir cumhuriyet düşmanı ve işbirlikçidir…

o’nun yaptıklarını çorumlu bile yapmaz ama, o çorumludur…

iskilipli mehmed atıf
köken olarak baba tarafından akkoyunlu bir kürt olup, anne tarafından ise araptır.(hattab aşireti: hani şu lawrence ile bir olup türk askerlerini cepheye taşıyan trenlere sabotajlar düzenleyen aşiret…)

şimdilerde cumhuriyet rejimi tarafından katledildiği dillendirilen, dikte edilen hocaefendi’nin siciline göz atalım…

meşrutiyet ve ittihat ve terakki yılları;
hasta adam(!) osmanlı’da bir dizi reform öngören ve belki de osmanlı’yı ayakta tutabilecek yeniliklerin önünü açan 1908 devrimi’ne şiddetle karşı çıkmıştır.
avrupa ve bütün dünya aydınlanma çağını yaşarken iskilipli atıf hoca aydınlanmanın ve çağı yakalamanın günah olduğuna ve gereksiz olduğuna katışıksız bir şekilde iman etmiştir.
bu dönemde iskilipli’nin abd’nin harput konsolosu ile görüştüğü ve ermeni isyanları için işbirliği içinde olduğu teşkilat-ı mahsusa kayıtlarında mevcuttur.
31 mart ayaklanması‘nı desteklemiş, mahmut şevket paşa suikasti ile bağlantısı olduğundan dolayı sinop’a sürülmüştür…
şimdi,
çorum’un iskilip kazasında mütevazi bir din alimi(!) olan atıf efendi, cia ve mossad tarafından model alınan teşkilat-ı mahsusa tarafından fişlenerek işbirlikçi bir ajan olduğu kanısına varılıyor ve sürgün ediliyor. bu durduk yere, keyfi olarak yapılan bir uygulama olabilir mi?
ihtimal dışı…

geçelim…

osmanlı için zor yıllar başlıyor.
1. dünya savaşı. iskilipli’nin bağlantıları yıllar öncesinden planladıklarını uygulamaya başlıyor. iskilipli, birinci dünya savaşı yıllarında kürt, ermeni ve pontus’lu isyancılarla omuz omuza…

amaç,
yenilikçi kadroları halkın nazarında küçük düşürerek osmanlı’nın sonu olan ümmetçiliği hortlatmak ve ittihat ve terakki’den 31 mart’ın intikamını almak…
birinci dünya savaşı’nın son yıllarında milli mücadele’de zararlı faaliyetler içinde bulunacak olan teali islam cemiyeti‘nin temelleri atılıyor böylece…

uslanmaz bir türk düşmanı
Teali islam Cemiyeti Milli Mücadele’ye ve Mustafa Kemal’e kesin olarak karşıdır. islamcılığı, Batı ile sentezleyen bakış açılarına göre, ingilizler ve Yunanlılar iyidir.
aynı saplantılar bir diğer işbirlikçi padişah vahdeddin’de de görülmektedir o yıllarda.
o’da “ingiliz ve yunan orduları halifenin ordusudur” diyerek milli mücadeleyi baltalamaya çalışmaktadır…

iskilipli Atıf Efendinin Teali islam Cemiyeti Başkanı olarak yayınladığı bildiriden birkaç satır;

alıntı
Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor.
Zavallı saf ve gafil halktan topladıkları askerlere “siz burada onlarla savaşın, biz de arkalarını çevirelim” diyerek sıvışıyorlar. Yazık ki halkımız Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için gereken fedakarlığı yapmıyor.
ingilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler.
Şimdi usulca oturup yenilginin sonuçlarına katlanmak yerine Yunanlılarla harbe tutuşuyorlar. Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır.
Harp yıllarında sizleri cephe cephe sürükleyen ve din kardeşlerinizin suçsuz yere ölmelerine sebep olanlar arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de vardı.
Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız?
Elinize aldığınız bu fetva(vahdeddin’in fetvası) Allah’ın emridir, Padişah fermanıdır. Sizler bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla mükellef ve görevlisiniz.
Bunların vücudlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur
alıntı

insan olan bu lafları eder mi? müslüman olan bunları söyler mi?

söyler…
insan işbirlikçi bir vatan haini olunca söyler…halkın sadece yüzde 2’sinin okur yazar olduğu, cihan savaşı’ndan onbinlerce şehit vererek çıkan bir toplumda din adamı olarak saygı görüyorsa hele…

cahil ve küllerinden yeniden doğmaya çalışan, gazi mustafa kemal ve arkadaşları tarafından yeniden ve büyük bir millet haline getirilmek için batı medeniyetlerinin seviyesine ulaştırılmak istenen bir topluma milli mücadele’yi yermek, kurtuluş savaşımız esnasında insanların askere gitmesini önlemek ve muasır medeniyet seviyesine ulaşabilmek için gerekli olan bir dizi reforma şiddetle karşı koyup halkı ayaklandırmak gibi vazifeleri üstlenen bu din adamı(!) neticede istiklal mahkemeleri‘nde yargılanarak hak ettiği cezaya çarptırılmıştır.

dün iskilipli ve yandaşları, teali islamcılar, kürt tealiciler, ingiliz muhipleri gaflet delalet ve hatta hıyanet içinde iken, bugün menemen’de kubilay’ı katleden derviş mehmed‘in torunları iskilipli için gözyaşları dökerek o’nun masumiyetini ispatlamaya çalışmaktadır.

gerçekler din istismarı ile, gözyaşları ile ispatlanmaz…tarihi belgelerle ispatlanır. o tarihi belgeler de bilgiler de istiklal mahkemeleri’nin arşivlerinde mevcuttur…

ATATÜRK’ÜN SOYU…

türklerde ne yazık ki soy kütüğü tutma alışkanlığı tarih boyunca olmamıştır. bu yüzden her birimiz en fazla 3-4 kuşak öncemize kadar gidebilmekteyiz.
ama aramızda bazı meraklılar ise bunu daha da ileri götürebilir.

misal şahsımın ailesi nüfus mübadelesi ile türkiye’ye göç etmiş, babaanne tarafın selanik’ten, dede tarafım ise girit’te göç etmişler…türlü uğraşlarıma rağmen sadece dedemin dedesine kadar ilerleyebildim ki soy kütüğü tutma alışkanlığı ve adeti olmayan bir millet için bu çok derin bir mesafedir. zira indmiş olduğum tarih günümüzden 200 sene evvelinin tarihidir.

herneyse,
atatürk’ün soy ağacını inceleyecek olursak, yine bu soy kütüğü tutmama adetsizliği ile karşı karşıya kalırız.
malum zor yıllar.
osmanlı çökmüş, nüfus mübadelesi, yeni harflere geçiş…

bildiğimiz yegane şeyler atatürk’ün baba ve annesinin bir üst soyudur. bunun dışındaki tüm bilgiler inandırıcı değildir…

atatürk’ün babası ali rıza efendi’nin babası kızıl hafız ahmet efendi’dir…

kızıl hafız ahmet efendi;
asıl adı ahmet aluş efendi olan kızıl hafız manastır vilayeti’nin tamamı türkmenlerden müteşekkil kocacık nahiyesinden olup kendisi bu nahiyede ilkokul öğretmenliği yapmaktaydı.

ahmet efendi’nin soyu aydınoğulları türkmenleridir ve selanik-manastır bölgesine 15.yy sonu, 16. yy başlarında anadolu’dan gelmişlerdir.
“Benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenler’dendir” diyen atatürk’te soyunun yörük türkmenlerden olduğunu doğrular açıklamalarda bulunmuştur;

işte mustafa kemal’in babası ali rıza bey’de bu kocacık nahiyesinde dünyaya gelmiştir.
ahmet efendi’ye “kızıl” lakabı saçlarının renginden dolayı verilmiştir…

atatürk’ün manastır-kocacık’ta bulunan ata ocağı;

sofuzade feyzullah efendi;
atatürk’ün annesi zübeyde hanım‘ın babasıdır.

selanik’e bağlı langaza kasabasında çiftliği olan feyzullah efendi, konya-karaman yöresinden rumeli’ye göçen yörük türkmendir.

zübeyde hanım feyzullah efendi’nin 3. eşi olan ayşe hanım’dan olmadır.

şahsımın babaannesi de langaza yakınlarında bulunan vodina kasabasından(bugünkü adı edesa)olup zübeyde hanım’ın seceresinden şu şekilde bahsetmiştir.

“bizler mübadele sonrası şarköy’den iskan terk edip gemlik’e geldiğimizde akrabamız olan drama’lı bekir efendi’nin evine yerleştik. o drama’lı bekir efendi’nin karısı hatice hanım ise langaza’lıydı ve atatürk’ün annesi zübeyde hanım’ın çocukluk arkadaşıydı…(ahretlik)”

işte görüldüğü üzre tarihin ve tanıkların ışığında atatürk’ün soyu hakkında edinebildiğimiz bilgiler bu kadar kısıtlı.
bunun nedeni ise basit.
biz türkler tarih boyunca kendimiz için değil ulusumuz için birşeyler yapmaya çabalamış bireyleri içinde barındırmış bir toplumuz. haliyle gecesini gündüzüne katıp genç yaşlardan itibaren milleti için birşeyler yapmaya çalışan ve binbir zorluk altında bunu başaran atatürk’ün de soyundan, sopundan ziyade yaptıklarına, bu millete kattıklarına bakılmalıdır kanaatimce…

ne mutlu türk’üm diyene!…

AMERİKAN ARŞİVLERİNDEN DERSİM ŞİFRELERİ…

sevgili başbakanımızın özür dilediği dersim’liler hakkında ikinci abdülhamid han dönemi abd’nin harput konsolosu’nun abd dışişleri bakanlığına yazdığı rapor dahilinde ifşa edilen şifrelerdir.

bir amerikalı gözüyle dersim’i anlamaya çalışalım…

bakalım dersim’de türk’e, türkiye cumhuriyeti’ne isyan edenler kimlermiş…

alıntı
Haıput Konsolosumun “DERSiM KÜRTLERi” Adlı Gizli Raporu

AMERiKAN KONSOLOSLUĞU

Harput, Türkiye, 10 Şubat 1908

Konu: Dersim Kürdleri.

Muhterem Devlet Bakanı Yardımcısına

WASHiNGTON

Muhterem Efendim

Dersim Kürdleri ile ilgili olarak hazırlanan raporu sizlere sunmaktan şeref duyarım. Bu vilayetin yönetimine göz atıldığında, eminim ki Hükümdarı ve Babıâli’yi en fazla endişelendiren mesele, nüfusun buraya tekabül eden kısmının gerektiği şekilde yönetilmesi ve kontrolü olmuştur.

Dersim, liva ya da mutasarrıflık olarak Toroslar’ın karşıtında bulunan dağların Harput’un kuzeyinde uzanan kısımlarını ihtiva eder.
Kızılbaş Kürdler, Kürdler’in umumi kitlesinden tamamen farklı bir sınıf olup başlıca Dersim mıntıkasında yaşamakta ve şimdiye dek bu bölgenin nüfusunun en büyük kısmını oluşturmaktadır.
Ortodoks (Sünni mezhepten olan) Kürdler ve Müslümanlar bunlara genellikle inançsız derler.
Aralarında inanç birliği yoktur. Kimileri panteist (çok tanrıcı) dir. Kimileri de insan ölün-ce ruhun bir bedenden başka bir bedene geçtiğine (trans migration) inanırlar.
Bu arada hepsi Muhammed’in damadı olan Ali’nin takipçileri (Alevi) olduklarını itiraf ederler.

Fakat kendilerine Ali’yi dini rehber olarak alan iran’lı Şiîler’den köklü olarak farklıdırlar.
Sünnet olmalarına rağmen Kuran’ı, abdestli olarak beş vakit namazı, Mekke’ye haccı, Ramazan ayı esnasında orucu vs. reddederler.
Gönüllü ibadet ve uygulamaya inanırlar. Bunlarda çok evlilik vardır. Fakat boşanmaya müsaade yoktur ve her yıl “on-iki şehit”in hatırasına on-iki günlük bir oruç tutarlar.

Sünnî Kürdler’in Xenophon‘un bahsettiği Carduchi’nin torunları olduğu sanılır.
Kızılbaşların çoğunluğunun Hristiyan kökenli olduğu kuşkusuz. Bununla beraber bunların arasında bir süre kalan ingiliz Konsolosu Mr. Taylor şuna ikna olmuştur; Bunların bir kısmı kuşaktan kuşağa anlatılageldiğine göre, Antioch bölgesinden bu dağlara göç etmiş olan Assassin‘lerin soyundandı.
Hâlâ kilise ve manastır kalıntılarına rastlanır.
Köylerin bir kısmı ise hâlâ hristiyan isimlerini muhafaza ederler. Kuşaktan kuşağa anlatılageldiğine göre bu bölge müslümanlarca fethedildiğinde halk görünüşte islama itaat etti ve onu sadece ismen kabul etti. Ali ismini isa’ya transfer ettiler ve dolayısıyla kendilerini fethedenleri aldatarak kendi inançlarını sürdürdüler.

Bu halkın hristiyan kilisesine benzer bir teşkilatı var.
Üyeler dikkatle seçilir. Her Cuma akşamı özel oturumlar yapılır, ekmek ve su dağıtılır. Doğru prensip olarak telakki edilen şeylerin ihlâli afaroza yol açar.
Afaroz edilen bir üye ise yalnızca, af dileyip en ciddî savunmalar ve iyi iman için gerekli alâmetleri göterdikten sonra üyeliğe yeniden kabul edilebilir. Cemiyet onu kabule hazır olduğunda, o kişinin boynuna bir ip bağlanır, elleri ve dizleri üzerinde emekletilerek, Seyyid denilen dini liderin bulunduğu toplantı yerine götürülür. Burada dinî lider onu azarlar, döver ve en sonunda üyeliğe kabul eder.

Her birinin başında bir “Ağa” ya da lider “Reis” bulunan ve her biri bir Seyyid’e ya da dinî lidere sahip olan aşağı yukarı 50 Kızılbaş kabilesi vardır.
Bu Seyyidler eski Yahudi rahib sınıfı gibi görevlerini miras yoluyla alırlar. Okuma bilmezler ve mıntıkanın başşehri Hozat’ın dışında, Dersim’de hiçbir okul yoktur.

Kızılbaşlar’ın hiç bir dinî kitabı yok, bununla beraber “kitapsız” bir insan olmanın hoş karşılanmayan bir şey olduğuna inandıkları için bir kitapları olduğunu iddia ederler.
Din görevlilerinin dışındakiler gibi, Seyyidler de işle uğraşırlar. Görevlerinden büyük nüfuz edinirler.

Her bir kabile diğerlerinden bağımsız olup bir kısmı hemen hemen Hükümetken de bağımsızdır.
Alınsa da, bunlardan, bilhassa mıntıkanın iç kısımlarında yaşayan kabilelerden pek az asker ve vergi alınır. Bir kaç yıl önce bunların arasından asker alıp “Hamidiye Alayları” kurmak için çok çaba sarfedilmiş fakat Kürdler önerileri, alay düzenlemeyi reddetmişlerdir. Bunların değişmez amacı Osmanlı Hükûmeti’nden bağımsız olmaktır ve 50 yıl önce yabancı himaye sağlama ve Türkler’den kurtulma umuduyla Amerikan Misyonerleri tarafından Protestan olarak kabul edilmeleri için bir hareket başlatmışlardır.

Kabileler birbiriyle sık sık kavga ederler, fakat Hükümet kendilerini disiplin altına almaya teşebbüs ederse aralarındaki kan davası şimdilik bir tarafa atılır ve karşı koymak için birleşirler. Kimi kabileler büyük, kimileri küçüktür ve bugüne kadar hiçbir nüfus sayımı yapılmadığından nüfusla ilgili olarak doğru rakamlar vermek imkânsızdır. Bütün erkekler silahlı olup önceki dönemlerin eski çakmaklısının yerini ekseriya Martini tüfekleri almıştır. Olağanüstü bir durumda 25.000 silahlı adamın toplanabileceği tahmin edilmektedir.

Bunların savaş hali daha çok gerilla savaş halidir ve

dağlardaki yuvalarında istila eden güçlere karşı pek çok üstünlüğe sahiptirler.
Muazzam bir şekilde top atışları yaparlar ve ezici sayılarla yapılmadıkça herhangi bir umumi saldırıyı püskürtebilecek pozisyondadırlar.

Dersim’de işlenebilen pek az toprak vardır.
Fakat Kürdler çok sayıda koyun ve keçi yetiştirirler. Bu arada ulaşım işi önemli bir destek kaynağıdır. Ulaşabildikleri Hristiyan ve Türk köylerine sık sık baskınlar düzenlerler ve yakınlarından geçen kervanları sık sık soyarlar.
Bu geçen yaz esnasında Kürdler yağmalarında öylesine ileri gittiler ve çok sayıda köye öyle bir acımasızlıkla baskınlar yaptılar ki Hükümet en sonunda bunlara karşı bir kuvvet göndermek zorunda kaldı. Kürdler’in lehine muhtemel bir önemsiz üstünlük ile birlikte, sonuç aşağı yukarı beraberlik olmuştur. En önemli saldırı, liderleri Kudret Ağa denilen birisi olan Koç-uşağına karşı yapılmıştır. imparatorluk birlikleri onun köylerinden ikisini yaktılar ve böyle yaparken birkaç adam kayıp verdiler. “Sham Uşağı” ve “Resik Uşağı” adlı diğer iki kabile Kudret’e yardıma geldi. Bu arada “Karaballı Uşağı”, Mehmed Ağa liderliğinde ve Hükûmetin baskısıyla -çünkü bu kabile Hozat yakınlarındadır- kendi halkına karşı Hükümet birliklerine katılmıştır. Bunun intikamını almak için Koç Uşağı, Meh-med’in köylerinden beşini yakmıştır.

Daha önceki yıllarda Dersim Kürdleri mıntıkalarından geçen Türkler’e çok düşmandılar. Bu arada arasıra Hristiyanları da rahatsız etmişlerdir.
Onların desteğini sağlamak ve onlarda Hristiyanlara karşı bir ön yargı oluşturmak niyetinde olan Türkler son yılların özel sancılarını çekmişlerdir. Öyle ki artık Hristiyanların bile bunların aralarına gitmesi güvenilmez görülür olmuştur. Ve Der-sim’den geçerek Erzincan’a giden direkt yol, Kürdler’in ulaşabildikleri yerlere gelen herkesi soyma eğilimleri
gerekçesiyle, ulaşıma artık tamamen kapanmıştır.

Sonuç olarak, önde gelen Kürd reislerinin birkaçını şahsen tanıyarak şunu ekleyebilirim: Kendilerini Der-sim’deki evlerinde ziyaret etmem için birkaç içten davet aldım.
Şahsen bu fırsattan yararlanmaktan pekçok memnun olurdum. Dolayısiyle bu ilginç insanları daha dikkatli ve daha ayrıntılı incelerdim. Fakat bu Kürdler’le împratorluk Hükümeti arasında mevcut olan şimdiki gergin münasebet gerekçesiyle, Dersim ziyaretimin maksadı yerel yönetimce yanlış intiba bırakmaması için bu davetleri kabul etmeyi uygun görmedim.

Sizin sadık hizmetçiniz olmaktan şeref duyarım efendim.

KONSOLOS

KAYIT SURETi “DOSYADA MUHAFAZA EDiLECEKTiR”
alıntı


görüldüğü üzre dersim’in şifreleri ta 1907’de amerikalılar tarafından çözülmüş ve rapor edilmiştir.
bu bölgede isyan eden seyit rıza ve avanesi’nin ne kürtlükle, ne zazalıkla ne de alevilikle bir ilişkisi vardır. abd’li diplomatın da altını çizdiği üzre bu kişiler ermeni dönmeleridir.
zaten kürt alevi diye bir kavram olmaz…kürt alevi olan ve mehmetçiğe kurşun sıkan bu avane ermeni dönmesidir. kürt ve alevi kimliklerini de bunu gizlemek ve hem kürt, hem de alevi yurttaşlarımıza nüfuz edebilmek için kullanmışlardır.

BEYAZ ŞERİTLİ İSTİKLAL MADALYASI

 

kastamonu’nun bir ilçesi var. en kuzeyde…

inebolu…

bu şirin ilçemiz halkının sahip olduğu en kıymetli şey, kendilerine tbmm tarafından verilen “Beyaz Şeritli istiklâl Madalyası“dır.

Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası,

 İnebolu kayıkçılarının gayret ve başarıları 9 Nisan 1924 tarihli TBMM kararıyla Beyaz Şeritli İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmişti

 Metni iş bu varaka zahrinde muharrer bulunan 66 Numaralı Kanun Mucibince verilecek olan

İSTİKLAL MADALYASI Vesikası No : 2107 “Maksadı ulvinin husulü için azami ibrazı mesai eylediğinden dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 11.2.1340 tarihinde vukubulan birinci içtima senesi 99’ uncu içtimanın birinci celsesinde Zirde hüviyeti mukarrer İnebolu Mavnacılar Loncası’na bir kıta Beyaz Şeritli İSTİKLAL MADALYASI verilmiştir. 9 . 4 . 1340 (1924)

T.B.M.M Mühürü

GAZİ MUSTAFA KEMAL

( İmza )

İnebolu’nun Kurtuluş Savaşındaki en önemli tarihlerinden biri ve isimleri: Mustafa Salim, Mustafa Nuri, Asker Mustafa, Cebeci Sabri, Mustafa Fehmi, Bunlar İnebolu Gençler Mahfeli kurdular.

Şehit Şerife Bacı adı Kastamonu’da Seydiler’de, İnebolu’da Kurtuluş Savaşı’nın kadın kahramanlarını simgeliyor.

atatürk’e hakaret edebilirsiniz, cumhuriyet’in temel değerlerini aşağılayabilir, türk silahlı kuvvetleri’ni “yok” etmeye çalışabilirsiniz.
dersim’li teröristlerden özür dileyebilir, şeyh said’i anma törenleri düzenleyebilirsiniz.

bunlar bizi yıldırmaz.

ama kurtuluş savaşı “düzmecedir” demek, “yapılmadığını” dillendirmek ayıptır, günahtır, vebali ayıptır.

bunu diyebilen kişiler, önce inebolu’lulardan, gaziantep’lilerden, kahramanmaraş’lılardan, şanlıurfa’lılardan, ege’li efelerden, erzurum’lu nene hatun torunlarından, giresun’lu kara zıpkalılardan ve tüm türk halkından bir an evvel özür dilemeli ve şehit kanıyla sulanmış bu toprakları bir an evvel terk etmelidir.

aksi takdirde bunun bedeli kendileri için fevkalade ağır olacaktır…

HAZRETİ MUHAMMED ARAP DEĞİLDİR…

arap hayranı “muaviye dini” mensuplarının araştırmaktan, bahsetmekten, dile getirip tartışmaktan çekindiği tarihi gerçek…

tabii ki bilimsel olarak bunu kanıtlamamız imkansız.

ama tüm insanlığa armağan edilen, tüm insanlık için peygamberlik bahşedilen bir kişinin arap milliyetçilerinin tekelinde olması ve bu konunun bir tabu olması ise islam’ın siyasete alet edilmesi ve amacından sapmasının günümüze yansımasıdır.

konuşmayın,
sormayın,
sorgulamayın,
yorum yapmayın…

muaviye dini’nin müminlerden talebi budur. körü körüne itaat

günümüz ehli sünnet islam dünyası’nın büyük bir yanılgı içinde olduğuna, ibadetlerini dahi hz muhammed’in sünnetlerinden farklı yaptıklarına ve islamiyet’i siyasete alet ettiklerine daha önceki yazılarımızda değinmiştik.
(bkz: muaviye gibi değil muhammed gibi ibadet etmek/@protest sanayici)
(bkz: türkçe ibadet/@protest sanayici)

hazreti muhammed’in soyu

hz muhammed’in soyu mekke’nin haşimioğulları sülalesinden gelmektedir.
bilindiği üzre haşimi’ler islamiyetten önce kabe’nin muhafızlığını yapan sülaledirler.

hz muhammed’in dedesi abdülmuttalip’in babası haşim bin abdimenaf bir “kabe muhafızı“ydı…

peki ya kabe’yi kimler muhafaza ediyordu? ya da bu kut’lu göreve tayin edilenler kimlerdi?

tarih öncesi çağlardan beri kutsal sayılan bu bina bir sümer rahibi olan hz ibrahim tarafından onarılmış, tamir edilmiş, birtakım kaynaklara göre inşa edilmişti. ibrahim sonrası kabe’yi koruma ve kabe’den sorumlu olma vazifesi de hep ibrahim soylu sülalelere verilmişti…

yani, kabe’yi koruyanlar ibrahim soyundan geldiğine göre, bir kabe muhafızı olan hz muhammed’in büyük dedesi haşim bin abdimenaf arap değildi diyebiliriz…

kabe muhafızlığı çok önemliydi
o dönemin arap dünyasında(cahiliye dönemi) kabe hem dini, hem de ticari açıdan fevkalade önem talıyordu. mekke’nin iki büyük sülalesi de bu fevkalade önem arzeden binaya muhafız olmak ve o’nun nimetlerinden nasiplenmek için kıyasıya mücadele ediyordu.
haşimiler ve umeyye oğulları yani bildiğimiz emeviler

lakin iki gurup arasında önemli bir fark vardı.
haşimiler kabe’nin ilahi yönü ile alakadar olup bu vazifeyi inançları gereği yerine getirirken emeviler kabe’nin getirilerinden faydalanmanın peşindeydi…

emevilerin kabe’nin muhafızlığına talip olması üzerine bir hakem heyeti tayin edilerek haşim bin abdimenaf ile emevilerin reisi ümeyye bin abdişems arasında bir “şeref müsabakası” tertip edilir. seçilen hakem heyeti bu müsabakada haşim’i üstün ilan ederek, umeyye bin abdişems’i tazminat ödemeye ve mekke’den uzaklaştırmaya karar verir. umeyye bin abdişems’de bunun üzerine mekke’yi terk eder ve daha sonraki yıllarda emevi hanedanının temellerinin atılacağı şam’a yerleşir.
ne ilginçtir ki bir hakem olayı ile başlayan haşimi-emevi düşmanlığı yaklaşık 150 yıl sonra bir başka hakem olayı ile iyice alevlenecek, hakem kararı ile şeref müsabakası’nı kaybeden umeyye bin abdişems’in intikamını, haşimioğlu hz ali’den halifeliği hakem kararı ile alan muaviye alacaktır. bu tarihten sonra ise kabe muhafızlığı ve halifelik bir daha haşimi soyuna, yani hz muhammed’in soyuna nasip olmayacaktır…

bugün kendilerine peygamber akrabalığı yükleyerek “haşimi” sıfatını taşımaya çalışan hain suud ve şerif hüseyin’in soylarının haşimilerle kesinlikle bir alakaları yoktur. onlar da muaviye soyundan gelmektedir…

haşimilerin yardımcısı sureycliler
haşimilerin bu önemli muhafızlık vazifesinde en önemli yardımcıları, yine kendileri gibi ibrahim soyundan gelmekte olan bir başka kabile olan sureycliler‘di…savaş sanatlarında usta olan, demircilikte ve özellikle kılıç yapımında usta olan bu insanlar emeviler’in en fazla çekindiği, diş geçiremediği guruptu.
sureycliler hz ibrahim’in kantura isimli hatunla evliliğinden türemiş bir topluluktu…
hz muhammed’in de işte bu kantura-kanturaoğulları ile ilgili bir hadisi de mevcuttur;
“Kantura Oğullarına ilişmeyiniz. Mürüvvet, nimet ve saltanat onların olacak…”

Arap kaynaklarında hz muhammed ve Ailesine “Arab-ı Müstağribe” denilmektedir. Yani “Garip Arap, Yabancı Arap, sonradan Araplaşan” manalarına gelmektedir. Yine hz muhammed bir başka hadisinde; “Ben Arabım, Arap benden değil” derken, bir bakıma “Arab-ı Müstağribe” olduğunu kendisi beyan etmiştir…

hz muhammed doğduğunda, gençliğinde ve islamiyetin ilk yıllarında da kabe muhafızlığı hep bu sureyclilerde olmuştur. ben-i umeyye emeviler kabe’nin ticari niteliklerinden yararlansa da islam’ın baş düşmanı ebu sufyan ve emeviler hiçbir zaman kabe’yi tamamen kendi inisiyatiflerine alamamışlardır. işte emevilerin arap olmayanlara karşı takındıkları faşizanca tutumun asıl kaynağı budur. emeviler bu yüzden arap olmayan müslümanları “mevali” yani köle olarak tanımlamış(mevali kelimesinin tam karşılığı kast sistemindeki paryadır bu yüzden köleden daha hakir bir hakaret kelimesidir) ve kendi kontrollerindeki islam devletinde bu mevali olarak yaftaladıkları unsurların görev almalarını engellemiş ve hatta imamlık dahi yapmalarına yasak getirmişlerdir…

oysa hz muhammed arap olan-arap olmayan diye bir ayrımda hiç bulunmamış, islamiyetin tüm insanlığa ait olduğunu özellikle vurgulamıştır.

kabe’nin anahtarı;
11 ocak 630 senesinde islam orduları ve hz. muhammed mekke’yi feth etmiş sıra kabe’ye girilip kabe’nin putlardan temizlenmesine gelmiştir.
müslümanlar ve sahabe kabe’nin önünde toplanmış bu tarihi ana şahit olmak üzeredirler. lakin kabe’nin kapısı kilitlidir ve anahtarı osman bin talha isimli zattadır.
bunun üzerine hz muhammed hz ali’den gidip anahtarı alıp gelmesini ister.(ne şekilde olursa olsun)
hz ali bunun üzerine osman bin talha’nın yanına giderek anahtarı ister, o anda müslüman olmayan osman bin talha anahtarı vermek istemez, bunun üzerine hz ali osman bin talha’nın elini sıkarak cebir kullanarak anahtarı elde eder ve hz muhammed’e götürür.
lakin hz muhammed ali’den anahtarı tekrar osman bin talha’ya teslim etmesini ister. herkes şaşırmıştır, zira allah tarafından peygamber’e o anda vahiy gelmiş, “emaneti ehline veriniz” buyrulmuştur.
bunun üzerine hz ali anahtarı tekrardan osman bin talha’ya iade eder ve olanları anlatır. bunun üzerine osman bin talha kelime-i şahadet getirerek müslüman olur ve kabe’nin anahtarını rızasıyla hz muhammed’e teslim eder.

kabe’nin anahtarı uzun zamandır osman bin talha ve soyunda durmaktadır, peki kimdir bu insanlar?
işte o dönem kabe muhafızlığı yapan osman bin talha da bu arap olmayan süreyc kabilesindendir…

sureyc kabilesi kayı oymağı ile akraba mı?
sureycliler’in demir işçiliğinde usta olduğundan bahsetmiştik. işte bu sureyclilerin kabe muhafızı osman bin talha’nın kılıcı bugün topkapı müzesinde kutsal emanetler dairesinde hz osman’ın kılıcı olarak sergilenmektedir;

kılıcın üzerinde kayı boyuna ait “tamga” gayet açık şekilde görülebilmektedir.

peki umeyye oğullarından olan halife osman kılıca nasıl sahip oldu? burası muamma. ama burada bir kut kavramı var. emeviler kendilerini bu vesile ile haşimi ve kabe muhafızı olarak tanıtmışlar, islam dünyasına bu vesile ile hakimiyetlerini kabul ettirmeye çalışmışlardır.

fakat kabe’nin anahtarı gibi kılıç da ehline dönmüş, yüzyıllar içerisinde yeniden kut’lu kayı’lara geçmişti…
kılıç kabe muhafızı osman bin talha’dan halife osman’a geçip, emevileri takiben abbasi iktidarındaki türk etkisi ile birlikte Hoca Ahmed Yesevî’ye emanet edilmiştir. Daha sonra bu kılıç, Hoca Ahmed Yesevî silsilesi yoluyla, Şeyh Edebali‘ye gelmiş ve ‘sırları ile beraber’ Osman gazi’ye(othman) teslim edilmiştir.

emeviler haşimilere ve sureyclilere o derece kin beslemişlerdir ki, iktidarı tamamen ele geçirdiklerinde islamiyet’in ve muhammed’in öğretilerini değiştirmiş, kendilerine uyarlamışlardır. emevilerin yaptığı bu oyuna sonra gelen iktidarlar da ortak olmuş ve muhammed ümmeti günümüzde dahi gerçek islamiyeti yaşamayıp onun yerine ebu süfyan ve muaviye’nin dikte ettiği islamiyeti yaşar hale gelmişlerdir.

arap milliyetçisi emeviler ve onların dinine mensup olanlar değiştirse de, tarihe gömse de haşimioğulları ve hz muhammed arap değildir. muhammed’in yegane vasisi hz ali’dir. muhammed’in 4 gözde sahabesi hz ali, selman-ı farisi, mikdat ve ebu zerr’dir…ve bu gözde gerçek müslümanların hiç biri arap değildir ve hepsi de emevilece katledilmiştir…

emevilerin haşimi-sureyclileri tasfiye harekatının ilk ayağı hz muhammed’in ölümünün hemen sonrasında emevilerin desteklediği ebubekir’in halife seçilmesidir.
ifk hadisesi islam dünyasının ilk kez kutuplara ayrıldığı olaydır.
neticesinde yapılan kulislerle birlikte ebubekir illegal bir şekilde islam halifesi olmuştur. illegal bir şekilde olmuştur zira hz muhammed vefatından önce ve bu aldatma-aldatılma olayı henüz yaşanmamışken kendisinden sonra islam site devleti‘nin başına hz ali’nin geçmesi gerektiğini bizzat söylemiş, ve hz ali’ye;
“Sen bana oranla Harun’un Musa’ya oranla sahip olduğu mevkiye sahipsin. ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir.”
demiştir.
pek tabi hz ali’ye verilen bu müjde ebubekir’in kulağına gitmiş ve bu tarihten sonra ebubekir hz ali’nin halifeliğini engellemek maksatlı elinden geleni yapmıştır.
9 yaşındaki kızı ayşe’yi hz muhammed’e vererek o’nunla akraba olması da ebubekir’in ve emeviler’in bu siyasi manevralarından biridir…

ayşe hatun’da babasının izinden gitmiş, hz ali aleyhine hep kulis faaliyetlerinde bulunmuş o’nun halifeliğini tanımamış ve camel vakası adlı olaydan bildiğimiz üzre hz ali ile savaşmış, o’na yenilmesine rağmen faaliyetlerine ara vermemiş, neticesinde akrabası olan muaviye‘ye destek vererek halifeliğin yeniden haşimiler’den umeyye oğulları’na geçmesinde aktif rol oynamıştır…

ebubekir halife seçildikten sonra “peygamber in sünnetlerine ısınamıyorum” diyerek emeviler’in nihayi hedefi hakkında aslında ipuçları vermiş, islamiyetin hz muhammed öğretilerinin dışında bir hal alacağını açıkça ortaya koymuştur.

tüm bunlar aslında ebu sufyan denilen kişinin islamiyete hakim olma çabasıdır.
zira ebu sufyan ve bağlı olduğu umeyye oğulları (bkz: emeviler) islamiyetten evvel de mekke’nin yöneticileri ve tüm arabistan’ın en etkili isimleriydi…
lakin hz muhammed’e nebilik bahşedilip islamiyet kitleler üzerinde etkili oldukça umeyye oğulları nüfuzlarını kaybettiler, peygamber sülalesi kut’lu haşimiler araplar arasında daha efdal konuma yükseldi…
işte islamiyet’in baş düşmanı ebu sufyan bu tehlikeyi önceden sezinledi ve islamiyete geçti. ama islam düşmanlığı, emevi milliyetçiliği hep gizliden gizliye sürdü.
hz muhammed’den sonra ilk halife olarak umeyye oğullarının akrabası ebubekir seçildi, sonra ömer, daha sonra ise yine umeyye oğullarından osman bin affan…
iktidar hep umeyye oğullarında kalmış, hz ali’nin halife olması ve umeyye oğullarından olan valileri görevden almasıyla islam dünyasına hakim olma planları bir süre suya düşmüş, daha sonra türlü ayak oyunlarıyla ebu sufyan’ın oğlu muaviye halifeliği ele geçirmiş ve islam dünyasında bir daha peygamber soyu olan haşimiler iktidara gelememiştir…

işte muhammed’in büyük dedesinden beri süregelen haşimi-emevi kavgası ışığında peygamber hadisleri ile arap aldatmacası ve hz muhammed’in arap olmadığının vesikası.

bakın hz muhammed türktür falan demedim…böye bir iddiam da maksadım da yok. ama şunu çok iyi biliyorum ki islam dini’nin peygamberi hain arap ırkı ile aynı milliyetten O-LA-MAZ…

Çağlar boyu TÜRK KADINI…AMAZONLAR, ALP KIZLARI, BACILAR…

Türk milleti’nin tarihini incelerken atlanmaması gereken önemli bir detay vardır.

“Türk kadını…”

ilk çağlardan beri türk kadını erkeğinden hiçbir dönem ayrı düşünülmemiş, her zaman erkeğin tamamlayıcı unsuru ve dengi olmuştur.
türk tengricilik inancında kadının yeri yerin yedi kat yukarısı yani tengri’nin yanıdır. han ile hatun yer ile gökün evlatlarıdır ve birbirlerinden ayrılamazlar…
bu yüzden, kadın türkler için kutsaldır.
bu kutsallığı türk mitolojisinin kadın kahramanlarından anlamak güç olmasa gerek;
gün ana, ak ana, umay, od ana, ayizit, ana maygıl, kubey hatun, akkız gibi kahramanlar türk mitolojisinde adı geçen kadın tanrı ve yarı tanrılardır.

yine Oğuz kağan destanında oğuz’un eşlerinden biri nur’lu bir ışıktan, diğeri kutsal bir ağaçtan meydana gelmiş ve oğuz kağan’a 6 erkek evlat vererek türk soyunun devamını sağlamış kadınlardır.

türklerin bozkurt destanında yok olmak üzre olan türk toplumunun soyunu devam ettirecek çocukları saklayıp kollayan ve onları emzirerek büyüten dişi bir kurttur. bu dişi kurt ergenekon destanı‘nda ise türk toplumuna yol gösteren asena‘dır.

tanrı tarafından kutsanmış bilge kağan orhun kitabelerinde türk kadınına şu şekilde hitab eder;
“Sizler Anam Katun,Büyük Annelerim,Hala ve Teyzelerim,Prenseslerim…”

Türk kültüründe destan kahramanları iyi ata binen, iyi savaşan,iyi kılıç kullanan kadınlarla evlenmek istemektedirler.
Örnek olarak Korkut Ata‘nın Bamsı Beyrek hikayesindeki Banu Çiçek Katun‘u gösterebiliriz.

Eski bir Türk atasözü; “Birinci zenginlik sağlık,ikinci zenginlik iyi bir kadın.”dır. bu üçleme günümüzde “at avrat pusat” olarak da geçer.

türk töresinde Savaşta kadınların düşman eline geçmesi büyük bir utanç sayılırdı.

Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde hatun da hakanla beraber olurdu. Tören ve şölenlerde kadın, hakanın solunda oturur siyasi ve idari konumlardaki görüşlerini beyan ederdi.
Mesela büyük Hun imparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Tanrıkut Mete Han‘ın Katunu imzalamıştır.

Ebul Gazi Bahadır Han, Secere-i Terakime’de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmaktadır.

Kadının yüceliği Altay Dağları’nın en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilerek yaşatılmıştır.

Eski Türklerde koca karısını boşayabildiği gibi,kadında kocasını boşayabilirdi.

efsanevi türk komutan alp er tunga‘nın kızlarından biri olan “kazvin” iran’daki kazvin şehrinin isim anasıdır.
(bkz: kazvin/@protest sanayici)

örnekler daha da çoğaltılabilir. ama burada dikkat edilmesi gereken husus şudur ki türk kadını türk erkeğine denk ve tamamlayıcı unsurdur. kadın yeri gelmiş doğurmuş, yeri gelmiş ülke yönetmiş, yeri gelmiş pusatlarını kuşanarak cenk etmiştir…

işte biz de bu yazımızda cengaver türk kadınlarından bahsedeceğiz…

savaşçı kadınlar denildiğinde tüm dünyada akla bir tek amazonlar gelir.


ansiklopedik kaynaklarda amazonlar şu şekilde geçer;

alıntı
klasik ve Yunan mitolojisinde tamamen kadın savaşçılardan oluşan tarihi bir ulus. Tarihçi Herodot‘a göre Amazonlar Sarmatya‘nın Scythia ile sınır bölgesinde yaşamışlardır.
Amazonların öne çıkan kraliçeleri arasında Truva Savaşı‘nda yer alan Penthesilea ve kardeşi Hippolyta sayılabilir.
Amazon savaşçılar genellikle Yunan savaşçılarla savaşırken resmedilmiştir. Helenistik ve Roma çağı tarihte Ön Asya’ya birçok Amazon saldırısından bahsedilir. Antik Çağda Amazonlar birçok tarihi kavimle ilişkilendirilmiştir. Günümüzde amazon ismi genel olarak kadın savaşçı ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.

Herodot’a göre Sarmatyalılar, Amazonlar ve iskitler’in atalarıdır.
Sarmatyalılarda kadınlar sık sık erkeklerle beraber ava çıkar, savaşta yer alırlardı. Ona göre savaşta bir adam öldürmeyen kadın evlenemezdi.(bakınız yukarıda örneklediğim bamsı beğrek hikayesine ne kadar da benziyor)
alıntı

şimdi de bu amazonlar’ın mensubu oldukları kafkas halklarından sarmatlar’a göz atalım.
iskitler’in devamı olarak gösterilen bu türk boyu yanlı tarihçiler tarafından sürekli “irani” bir halk olarak lanse edilmektedir. ataları iskitler’in de irani bir halk olarak yaftalanmasının yanlışlığı bugün tarafsız tarihçiler tarafından “büyük bir yalan” olarak nitelenmekle birlikte iskitlerin türk olduğundan şüphe duyulmamaktadır.
ayrıca roma kaynaklarında geçen sarmatya’lı paralı askerlerin ural dağlarından geldiklerinden ve fin-ogur ulusunun akrabası olduklarından ve onlarla aynı dili konuştuklarından bahsedilmektedir.
hal böyle olunca ural-altay dil ailesinden bir dili konuşan sarmatlar’ın, irani bir millet olduğunu söylemek ve savunmak bu yanlı tarihçileri komik olmaktan öteye geçiremez.

yine iskitler ile ilgili yazımızda (bkz: iskitler/@protest sanayici) yunanlıların iskit akıncılarını at üzerinde savaşırken görüp inanamadığından, bunların olsa olsa yarı at yarı insan yaratıklar olduğuna inandıklarından bahsetmiş, iskitler’i mitolojik yaratık “centaur” olarak tasvir ettiklerinden bahsetmiştik.
işte ilk çağlarda türk savaşçılarına bu savaşma kabiliyetini sağlayan “üzengi” sistemini iskitlerden sonra amazonlar da kullanmış, bu avantajlarıyla da yunanlılara göre yenilemez savaşçılar halini almışlardır.

bu yüzden sarmat-iskit soyundan gelen amazonların türk olduğunu, turani-türk soylu olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

peki madem amazonlar türk, neden türk kaynakları amazonlar’dan bahsetmiyor?

işte bir diğer yanılgı da bu.
türk tarihi, türk mitolojisi titizlikle incelendiğinde at binen, savaşçı kadın tasvirinin türk kaynaklarında geçtiği de ortaya çıkacaktır.

dede korkut’a göre savaşçı amazonlar’ın türkler’deki karşılığı “alp kızları“dır…

yazar musine galima‘nın “TURAN’IN ALP KIZLARI iPEKYOLU EFSANELERi” adlı eserinde alp kızlar‘dan detaylı bir şekilde bahsedilmektedir.

Abd’li Prof Dr. `Jeannine Davis`’in yaptığı testler ile savaşçı amazonların türk alp kızları ile aynı varlıklar olduğu ortaya konmuş, su götürmez bir gerçek olarak kabul edilmiştir.

işte oğuz ülkesini yöneten 7 kız ve kırgızlar’ın atası kabul edilen kırk kızbu alp kızlar’dandır…Alp Kızlar’dan Bacılar’aBaciyan i Rum teşkilatı
tarih öncesi çağlardan biraz daha günümüze doğru uzandığımızda savaşçı türk kadını bu kez başka bir isimle karşımıza çıkıyor. “bacılar” ya da “bacıyan i rum”…
bacılar türk yurduna asker yetiştirmek, ve türk yurduna sahip çıkmakla görevliydiler.
doğurdukları evlatlarını belli bir yaşa kadar türk töresi ile yetiştirir, sonra da bir asker olarak orduya emanet ederlerdi. ordu savaşa çıktığında ise obayı ve şehri koruma vazifesi yine bacılardaydı.
bunun bir örneğine de antik sparta‘lılarda rastlıyoruz.
sparta kadınının görevi doğurduğu erkek çocuğunu 6 yaşına kadar yetiştirip sonra o’nu sparta ordusu için uygun bir hale getirip asker olarak teslim etmekti.orta asya alp kızlar’ı ya da bacılarından arap seyyahlar sıklıkla bahsetmekte, onların bu savaşçılığı ve töre’ye olan bağlılığı kadınlara değer vermeyen ve onları ikinci sınıf olarak gören araplarca garipsenmektedir.Arap gezgini olan ibn’i Batuta şöyle der  “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türkler’in kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”

türkler’in araplar’la müttefik olarak girdiği talas savaşı esnasında da araplar türk kentlerini koruyan bacılar’ın varlığına pek çok kez şahit olmuşlardır.

türklerin islamiyete geçmesiyle birlikte kadınlara verilen önem azalmaya başlamış olsa da, malazgirt savaşı ile birlikte türkler’in anadolu’yu yurt edinmeye başlamaları bacıları bir kez daha tarih sahnesine taşımıştır.
anadolu artık yeni bir türk yurdudur. bu yurt orta asya oğuzlarından islam olmayan pek çok göç de almaktadır ki bu göçler esnasında alp kızları-bacılar da anadolu’ya gelmiştir.

anadolu’nun türkleşmesinde esas olan 4 teşkilat vardır;
-gaziyan-ı rum,(anadolu gazileri)
-ahiyan-ı rum, (anadolu ahi ve zanaatkarları)
-abdalan-i rum, (anadolu erenleri)
-baciyan-i rum, (anadolu kadınları-anaları)

işte bu teşkilatlardan biri de baciyan-i rum teşkilatıdır.
bilinenin aksine baciyan-i rum teşkilatı ahi evran’ın hanımı fatma hatun tarafından değil, Hacıbektaş Veli‘ye hizmet etmiş Kadıncık ana (Fatma bacı) dır. (yeniçeri teşkilatı’nın bektaşi olduğuna da dikkat çekerim)


baciyan-i rum teşkilatı’nın asli görevi tıpkı orta asya türklerinde olduğu gibi asker-oğlan yetiştirmek ve erler savaşta iken yurtlar’ı korumaktır.
bu teşkilatın en iyi örneklendiği yapımlardan biri ezel akay’ın “hacivat karagöz neden öldürüldü” adlı sinema filmidir.

13, 14 ve 15. yüzyıllarda osmanlı’da ve anadolu’da bacılar teşkilatı olanca zarafeti ile varlığını sürdürmektedir. bu tarihlerden sonra türkler’in(osmanlı’nın) muaviye dini’ni kabul edip iyice benimsemesi ile birlikte kadınlar toplumda ikinci sınıf bireyler olarak görülmüş, devleti yönetenlerin türk kadınlarıyla değil, yabancılarla evlenmesi geleneği ve enderun teşkilatının devlet yönetiminde olmasıyla birlikte baciyan-i rum teşkilatı da ta kurtuluş savaşı’na değin rafa kalkmıştır.
 
kurtuluş savaşı’nda bacılar
türk milleti tarihinde ne zaman zor duruma düşse milli birlik ve beraberlik sayesinde bu zor durumdan kurtulmuştur.
işte bu zor günlerden en zorlarından biri de hiç kuşkusuz kurtuluş savaşımız’dır.
ulu önder atatürk’ün türk milleti’ne ön ayak olması ile birlikte türk kadını da muaviye dini’nin kendisine biçtiği ikincil unsur olma payesinden sıyrılmış ve erkeği ile birlikte mücadele ederek bu vatanı, yeniden anavatan haline getirmiştir…

sultanahmet mitinginde onbinlere milli bilinci aşılayan halide edip adıvar’ın bacıyan-i rum teşkilatının 20. yüzyıl temsilcisi olduğu muhakkaktır.
kara fatma(fatma seher erden) komutasındaki bacılar’ın batı anadolu’da yunan ordusunu perişan ettiği unutulmamalı,

inebolu’lu bacılar’ın sırtında taşıdığı mühimmat sayesinde türk kurtuluş savaşı’nın kazanıldığı unutulmamalıdır…
İşte bu yüzdendir ki ulu önder atatürk kurduğu genç cumhuriyette kadınlarımızın da payının olduğunu hiçbir zaman unutmamış, türkiye cumhuriyeti dünyada kadınına seçme ve seçilme hakkı tanıyan ilk ülkelerden biri olmuştur…
 

SEYİD RIZA’NIN İNGİLTERE’YE YAZDIĞI MEKTUP…

Devlet dersim’de katliam yaptı…Yaptı mı?

Devlete isyan eden, mehmetçiğe kurşun sıkanlara karşı yapılan operasyon “katliam” olarak tanımlanıyorsa, bir 50-60 yıl sonra pkk’ya karşı yapılan operasyonları da “katliam” olarak tanıyacağız demektir.

Sevgili başbakanımızın özür dilediği dersim’lilerin elebaşı seyit rıza bir kahraman gibi gösteriliyor.

ne acı…

Benzeri de var.

yine bir hain olan sultan Vahdettin’de kahraman olarak gösteriliyor.

ama her ikisinin de hıyanet vesikaları arşivlerde mevcut.

nasıl ki sultan vahdettin abd başkanına mektup yazdıysa;
(bkz: vahdeddin in amerikan başkanına yazdığı mektup)

bir diğer hain olan Seyit rıza’da ingiltere’ye yazmıştı vatana ihanet mektubunu…

İşte o vatana ihanet vesikası’nın tam metni;

alıntı
İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na

Sayın Bakan,

Yıllardan beri Türkiye Hükümeti, Kürt halkını asimile etmeye çalışmakta, gazete ve yayınlarını yasaklamakta, anadillerini konuşanlara eziyet ederek, Kürdistan’ın bereketli topraklarından gidenlerden büyük bir bölümünün telef olduğu Anadolu’nun çorak topraklarına zorunlu göçler düzenleyerek bu halka zulmetmektedir.

Son olarak Türkiye hükümeti kendisiyle yapılan bir antlaşma sonucu bu baskılardan arındırılmış Dersim bölgesine de girmeye kalkışmıştır.
Bu olay karşısında Kürtler göçün uzak yollarında can vermek yerine kendilerini korumak için 1930’da Ararat Tepesi’nde, Zilan ve Beyazıt Ovası’nda olduğu gibi silahlara sarıldılar.

Üç aydan beri ülkemde tüyler ürpertici bir savaş sürüyor.
Savaş olanaklarının eşitsizliğine, yangın bombalarının, boğucu gazların kullanılmasına rağmen ben ve yurttaşlarım Türkiye ordusunu başarısızlığa uğrattık.

Direnişimiz karşısında Türkiye ordusu kasabaları bombalıyor, yakıp yıkıyor…

Zindanlar yumuşak başlı Kürt halkıyla dolup taşıyor, aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor ya da Türkiye’nin tecrit edilmiş bölgelerine sürülüyor.

Üç milyon Kürt, sesimden ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı sizden istirham ediyor.

Sayın Bakan en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.

Dersim Generali
Seyid Rıza
alıntı

Bu toplum çağlar boyu ihanetten, hainliklerden usandı artık…
seyit rıza gibi hainleri çok gördük…şeyh sait’ler sa’it-i nursi’ler, vahdettin’ler, bederttin’ler…daha neler neler…

üstat yılmaz özdil “dersim’e ne dersin” başlıklı yazısında seyit rıza’nın bu mektubuna yer vermiş, mektubun olmadığını söyleyenlere de mektubun ingiltere kraliyet arşivinde bulunan orijinalinin kayıt numarasını dahi yazmıştır.

dersim katliamı deyip, atatürk’ü hedef alarak cumhuriyet rejimini yıpratmak isteyenler ancak ve ancak kendilerine oy veren cahilleri kandırabilirler.

ama tarihi gerçekleri değiştiremezler…

KABE VE GERÇEKLER…

İslam dünyası için son derece önemli bir bina olan KABE ve gerçekleri…

kabe’yi kim yaptı? kabe bir hindu yapısı mı? hz ibrahim ve kabe, kabe’nin koruyucusu sureycliler…

bunlar tarih boyunca hep merak edilmiş, cevabı aranmış sorular…şimdi bilinmeyen, ya da pek az bilinen yönleri ile kabe’yi ele alalım…

KABE’Yİ HZ İBRAHİM Mİ YAPTI?

kuran-ı kerim’de yer alan büyük bir tarihi hatadır. kabe’nin tarihi olarak ibrahim peygamber tarafından yapılmış olması imkansızdır.

–ALINTI–
Tevratta yaptığım aramada tek bir yerde bile “Kabe”den bahsedilmediğini fark ettim. Bilinen diğer isimleriyle de sonuç değişmedi.

Neden…???

Kuran’ın anlatımına göre, Mekke’de bulunan Kabe peygamber ibrahim tarafından yapılmıştır.

Kendisi ve oğlu ismail Arabistan’a gelmişken o binayı inşa etmişler. Bu öğretişle Arapların tapınma merkezi olan Mekke bugüne kadar önemini devam ettiriyor.

Onun için buna şimdi biraz dikkat edelim, acaba ibrahim gerçekten o binayı yaptı mı?

Dikkatle ve tarafsız araştırdıktan sonra anlayacağız ki, bu sonradan uydurulmuş bir öğretiştir.

1) Bu bilgi ibrahim’in biyografisine uymuyor

ibrahim’in hayatını adım adım Tevrat’ın Tekvin kitabında okuyoruz, bugünkü Irak’ta bulunan Ur kasabasında doğdu, sonra Türkiye’deki Harran kasabasında yaşadı. Bir zaman için Mısır’a kaçtığını da okuyoruz. Hayatının geri kalan günlerini de Filistin’de geçirdi. Ama hiç bir yerde Arabistan’a ayak bastığını okumuyoruz.
Öyle olsaydı, Tevrat onu yazmayacak mıydı?

Müslümanlar bunun gibi çıkmaz durumlara düşerken “Ama tevrat değiştirildi” lafını ortaya atıyorlar.
Tabii ki, öyle bir şey mümkün ama tevratı değiştirip Kabe’nin ibrahim tarafından yapıldığını anlatan bölümlerin çıkartılması kimin ne işine yarayacaktır? Bunun mantıklı tarafı da yoktur.

Elimizdeki Eski Ahit el yazmaları Muhammed’in zamanından 600 seneden daha eskidir.
Ve onlarda ibrahim’in Mekke’ye ya da Arabistan’a gittiğini okumuyoruz. Muhammed’den önce kimse “ibrahim Arabistan’a gelip, Kabe’yi kurdu” teorisini ortaya atmamıştı.
Muhammed’den 600 sene önce kişilerin daha Arapların peygamberinin ortaya çıkacağından haberleri yoktu. Nasıl o zaman kendi kutsal saydıkları kitabını değiştirmeye ihtiyaç duysunlar?

Kuran’ın anlattığına göre, ibrahim Mekke’deki Kabe’yi oğlu ismail ile birlikte yapmış;

bakara suresi 127. ayet:
Ve o zaman ki, Ibrahim Beyt’in temellerini yükseltiyordu. Ismail ile birlikte söyle dua ettiler: “Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur. Çünkü daima işiten, daima bilen Sensin ancak Sen!”…

Tevrat’ta ise, öyle bir şey okumuyoruz. Bu Arapların boş hayallerinden fırlama bir öğretişdir.

Zira ismail soyunun Arapları oluşturduğu farzedilir,tevrata göre vaad edilmiş çocuk aslında ishak’tır ve ibrahim’in gerçek eşi Sara’dan olmadır, halbuki ismail hizmetçisi Hacer’den olmadır ve kuvvetle muhtemel Araplar bir şekilde bu durumdan bir hayıflanma gösterdiklerinden kabe yapıcıları olarak ibrahim ve ismail’i öne çıkartmaya çalışmışlardır.

ismail için bugün hala Araplar “Arapların babası” terimini kullanırlar ki bu herhalde yeterli bir etkendir.

2) Bu bilgi tarihe de uymuyor

Tarihe bakarsak, Mekke’deki Kabe ilk olarak isa’dan önce 60 senesinde Roma’lı bir tarihçi olan Diodorus‘un kitaplarında geçiyor. Onu bütün Araplar tarafından büyük saygı gören bir “putevi” olarak anlatıyor.

ibrahim isa’dan 2000 sene önce yaşadı. Bütün bu zaman içide bir kere olsun, tarihçiler Mekke’deki Kabe’yi anlatmıyorlar.

Mesela, tarihçilerin babası olan Yunanlı Herodot isa’dan 440 sene önce iran’ı ve de Arabıstan’ı anlatırken, Arapların adetleri ve inançlarından da söz ediyor. Kuran’da geçen Al ilah putunun adını kullanıyor. Fakat kabe’den hiç söz etmiyor.

ilginç…

Demek ki Kabe, Herodot’un zamanı (isa’dan önce 430 senesi) ile Flavius’un (isa’dan önce 60 senesi) zamanının arasında yapıldı.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Kabe ibrahim’den çok sonra yapıldı.

3) Bu öğretiş hadislere de uymuyor

Son olarak, Müslüman kaynaklarında yer alan ve birbirlerine ters düşen iki bilgiye de yer verelim.

Yukarıda gördüğümüz gibi, Muhammed de Arapların “Kabemiz ibrahim tarafından kuruldu” masalını Kuran’ın içine aldı. Bunun mümkün olmadığını da gördük.

Ama aynı zamanda en büyük Hadis koleksiyonu olan ve Kuran’dan sonra ikinci önemli kitap olarak anılan Buhari’nin hadislerinde Muhammed’in şu sözünü okuyoruz:
———–
Abu Dar şöyle rivayet etti:
Ben dedim: “Ey Resulullah! Yeryüzünde yapılan ilk camii hangisi idi?” O da dedi: “(Mekke’deki) Mescidi Haram.” Ve ben sordum: “Ya ondan sonra hangisi yapıldı?”. O da cevap verdi: “(Yeruşalim’deki) Mescidi Aksa”. Ben gene sordum: “Onların yapılmasının arasında ne kadar zaman geçti?” O da, “Kırk sene” diye cevap verdi…
(Sahih Buhari, cilt 4, kitap 55, hadis 636)
———–
Mekke’deki Kabe ne zaman yapıldığı bilinmiyor; oysa kudüs’teki Mescidi Aksa hakkında kesin tarih bilgilerimiz var onu kral Süleyman isa’dan önce 953 senesinde tamamladı.

Bu hesaba göre, Kabe ondan 40 sene önce, yani 993 senesinde yapılmış olmalı. O da ibrahim’in hayatından 1100 sene sonradır.
Bu durumda birisi yanlış söylüyor ya Kuran ya da Buhari’nin hadisi.

ikisi aynı anda doğru olamaz.
–ALINTI–

e şimdi kabe’yi ibrahim peygamber ve oğlu ismail yapmadı da kim yaptı?

düşünün ki al ilah putunun ismi bir tarihi kaynakta geçiyor ama kabe aynı tarihi kaynakta yok…neden?

bu sorunun cevabını bulmak için kabe’nin mimarisine bir göz atacak olursak, gözümüze çarpacak ilk şey kabe’nin güneydoğu kenarında bulunan hacer ül esved taşı olur.

Kabe’nin köşesindeki bu kara taş, müslümanlar tarafından kutsal Kabul edilir ve Hacerül Esved diye adlandırılır. Bu, Sanskritçe bir kelime olan “Sanghey Ashweta” dan gelir ve “beyaz olmayan taş” anlamındadır. “Shiva Lingam”ın adı da “Sanghey Ashweta”dır. Kabe’de bulunan bu taş, Hindu kutsallarıyla büyük benzerlik gösterir.

–ALINTI–
not:
Shiva Lingam: Hinduizm’de kutsal olan ve yaratıcının enerjisini simgeleyen taş.
–ALINTI–

hindular nereden çıktı şimdi?

cevap basit;
brahma–>abraham–>ibrahim…

neyse…
mimari diyorduk …

hacer ül esved taşının yönüne dikkat edelim…

–ALINTI–
Saivagama ve Veda Kutsal Kitaplarında bütün Shiva tapınakları, Shivalinga (Shiva’nın sembolü) doğu yönüne bakacak şekilde inşa edilirler.
Dünyadaki tüm tapınaklarda bu gözlemlenir. Tapınağın giriş kapısı her zaman doğu veya kuzeydoğu yönüne bakar. Vaastu’ya gore (bir mekanı fiziksel ve metafiziksel güçlerle uyum içinde olacak şekilde düzenlemek, tasarlamak), ibadet bölümü her zaman evin kuzey doğusunda olmalıdır ve tanrı-tanrıça simgeleri de doğuya bakmalıdır. Evin giriş kapısı doğuya ya da kuzey doğuya bakmalıdır. Bu durum, Kabe’nin girişi ve Hacerül Esved’in yerleştirildiği yerde de aynı şekilde görülebilir.
–ALINTI–

neyse efendim toparlayalım,

–ALINTI–
Klasik Arap dili bugünkü Arabistan’da değil, Levant denen, Arabistan yarımadasının kuzeyinde, Akdeniz’den başlayarak bugünkü Suriye ve Irak’ı içine alan geniş bölgede gelişmiştir.
islam ortaya çıkmadan çok once de, Kabe bir hac yeriydi. Kabe kelimesi olasılıkla yaklaşık MÖ 1700 lerde, Tamil dilinden gelme bir kelimedir.
Tamil’de Nadu Kabaalishwaran tapınağı tanrı Shiva’nın tapınağıdır ve Kabaall, tanrı Shiva’yı temsil eder.
–ALINTI–

–ALINTI–
Kabe’de sekizgen şekilli kaide (bir taş) ibrahim’in makamı adıyla bilinir. Hinduizm’de yaratıcı Brahma’nın kaidesi de sekizgen şeklindedir.
Müslüman hacılar, Kabe’nin etrafını yedi kere dönerler. Hindular da tanrı ve tanrışalarını tavaf (paradakshina) ederler. Bu, Kabe kutsallığının islam öncesi dönemden gelen bir geleneğidir.
Müslüman hacıların, aynen Hinduların kendi kutsalları etrafında tavaf yapmaları gibi, Kabe’yi tavaf etmeleri, söylenenin aksine, islam’da taşların kutsal olmadığı iddiasının doğru olmadığını gösterir.
–ALINTI–

görüldüğü üzre kabe’nin mimarisinde hinduizmin etkisi büyük. e haliyle hinduizmin ve bölgedeki diğer dinlerin de islamiyet üzerinde etkisi büyük olacaktır.
lakin kabe’nin bir hindu mabedi olduğuna dair asıl kanıtı sona sakladım,

–ALINTI–
Kral Vikramaditya yazıtı, kutsal Kabe’de asılı duran altın bir kabın üzerinde bulunmuştur. Bu, hiç bir şüpheye yer bırakmaksızın, Arap yarımadasının tarihteki Hindistan imparatorluğunun bir parçası olduğunu kanıtlar.

(Kaynak: Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) kütüphanesi, Sayar-ul Okul, sayfa 315).
–ALINTI–

yani işin aslı şu ki, biz hacca gidip kabe’yi tavaf ederken ve hacer-ül esved taşına dokunup onu öperken aslında tanrı shiva’ya yapılan bir ibadeti gerçekleştiriyor ve shankara taşına dokunabilmek için birbirimizi eziyoruz.

zaten kuran-ı kerim’de haccın esaslarından bahsederken farklı manalardan bahsediliyor lakin günümüzde bu shiva hindu ibadeti uygulanıyor.

haccın orijinal haline gelince…yukarıda da bahsettiğimiz üzre hinduizm bağlantıları çok kuvvetli,

bir hindu ibadeti olarak hac ve tavaf:

daha önce yapmış olduğumuz tespitlerde de belirttiğimiz üzre islamiyet çevresindeki daha eski dinlerden etkilenmiş ve bu dinlerin ritüellerini birer farz haline getirerek yeni bir dinmişçesine lanse edilmiştir.

işte bu etkileşimlerden(daha doğrusu çalıntılardan) biri de islamın şartlarından biri olan hac ibadeti ve tavaftır.

kabe malum müslümanlar için kutsal bir binadır. lakin kabe’nin islamiyetle ne derece alakalı olduğuna bir önceki yazımızda değinmiş, kabe hakkında bilinmeyen bir gerçeği ortaya çıkarmaya çalışmıştık;
(bkz: kabe nin hz ibrahim tarafından yapıldığı yalanı/#12868768)

iş bu yazımızın neticesinde de kabe’nin aslında hindular tarafından inşa edildiği kanısına varmıştık…

varaka bin nevfel‘i bilenler bilir…kendisi hz muhammed’in hanımı hz hatice’nin eski nişanlısı(ya da bir rivayete göre ilk eşidir. gerçi islami kaynaklar varaka’yı hatice’nin akrabası olarak gösterirler ki bu da araplar arasında akraba evliliğinin pek geçerli olduğu düşünüldüğünde son derece mantıklı bir savunmadır) ve islamiyet’in kurgulanmasındaki perde arkasındaki en önemli isimdir.

bu zat-ı muhterem hindu shiva metinlerinden hatırı sayılır bir bölümü alıntılayarak allah’a uyarlaması, dua edilmesi, kabe’ye beyaz elbiseler içinde gidilip 7 kere dönerek tavaf edilmesi gibi harika ibadetleri islam dinine uyarlayıvermiştir.

bu gün hacılarımızın kabe denilen yerde yaptıkları ibadetlerin hindular tarafından garbha(kabe’ye ne kadar da benziyor) denilen tapınaklarda binlerce yıldır yapmaları tesadüf olabilir mi?

hadi diyelim ki bu tesadüf.

peki ya bu garbha tapınaklarının güneydoğu köşesinde shankara taşlarının konulması, bu taşlara insanların ellerini, yüzlerini sürüp temenniler yapması da mı tesadüf…

–ALINTI–
Kabe’de sekizgen şekilli kaide (bir taş) ibrahim’in makamı adıyla bilinir. Hinduizm’de yaratıcı Brahma’nın kaidesi de sekizgen şeklindedir.
Müslüman hacılar, Kabe’nin etrafını yedi kere dönerler. Hindular da tanrı ve tanrışalarını tavaf (paradakshina) ederler. Bu, Kabe kutsallığının islam öncesi dönemden gelen bir geleneğidir.
Müslüman hacıların, aynen Hinduların kendi kutsalları etrafında tavaf yapmaları gibi, Kabe’yi tavaf etmeleri, söylenenin aksine, islam’da taşların kutsal olmadığı iddiasının doğru olmadığını gösterir.
–ALINTI–

e hacılar tüm bunlar alıntı değil, putperestliğin ilahi bir dine uyarlanması değil de nedir?

kuran’da hac kavramı geçmiyor mu peki?

elbette geçiyor…ama gidin hindu tapınağının etrafında 7 kez tavaf edin denilmiyor…

aslında 7 defa tavaf ritüeli var ammavelakin 7 kez tavaf edilecek bina kabe değil…

e peki neresi?

“allah tarafından bina edilenin etrafında tavaf edin”

peki allah tarafından bina edilen neresi? kabe mi? başka bir yer mi?

şimdilik yorum yok…

demek istemem şu ki sayın müminler, ibadetinizi arapların ve arap sevicilerin söyledikleri gibi değil de hz muhammed’in aktardığı gibi yapınız.

ha bu arada kabe ile ilgili bir gerçek daha var…hz muhammed demişken bakın hz muhammed kabe’yi kimlere emanet etmiş;

kabe nin anahtarı kıyamete kadar türklerdedir:

islam için en kutsal mekan olan kabe’nin bilinmeyen gerçeği, peygamber efendimizin uygulamasıdır bu söz…

11 ocak 630 senesinde islam orduları ve muzaffer komutanı hz. muhammed mekke’yi feth etmiş sıra kabe’ye girilip kabe’nin putlardan temizlenmesine gelmiştir.
müslümanlar ve sahabe kabe’nin önünde toplanmış bu tarihi ana şahit olmak üzeredirler. lakin kabe’nin kapısı kilitlidir ve anahtarı osman bin talha isimli zattadır.
bunun üzerine hz muhammed hz ali’den gidip anahtarı alıp gelmesini ister.(ne şekilde olursa olsun)
hz ali bunun üzerine osman bin talha’nın yanına giderek anahtarı ister, o anda müslüman olmayan osman bin talha anahtarı vermek istemez, bunun üzerine hz ali osman bin talha’nın elini sıkarak cebir kullanarak anahtarı elde eder ve hz muhammed’e götürür.

lakin hz muhammed ali’den anahtarı tekrar osman bin talha’ya teslim etmesini ister. herkes şaşırmıştır, zira allah tarafından peygamber’e o anda vahiy gelmiş, “emaneti ehline veriniz” buyrulmuştur.
bunun üzerine hz ali anahtarı tekrardan osman bin talha’ya iade eder ve olanları anlatır. bunun üzerine osman bin talha kelime-i şahadet getirerek müslüman olur ve kabe’nin anahtarını rızasıyla hz muhammed’e teslim eder.

kabe’nin anahtarı uzun zamandır osman bin talha ve soyunda durmaktadır, peki kimdir bu insanlar?
osman bin talha süreyc kabilesindendi,
süreycliler için;

–ALINTI–
Bütün Arap kaynaklarında Süreyc kabilesinden bahsedilir. Süreyclilerin Orta Asya’dan gelen Türkler olduğu, Arap tarihçilerinin eserlerinde de geçmektedir. “Ubeydullah Türk’tü” derler. Ubeydullah Süreyc kabilesindendir. Bu sülâlenin mesleği kılıç ustalığıdır. Bu aile Orta Asya’dan Anadolu’ya, oradan da Mekke’ye kervanlarla gitmişler ve Mekke’ye yerleşmişlerdir.

Türk kılıçlarını uzun uzun anlatmışlar ve övmüşlerdir. Sureyc’de Mekke’de bir Türk demirci ustasıydı. Kılıç yapmasıyla meşhurdu. Osman Bir Talhâ Sureyc’in torunlarından olup, bu aileye mensuptur. Sureyc kelimesi Arapça’da esserc kelimesinden alınmıştır. Aslında biraz lakabî bir isimdir. Daha sonra es-sureyciyat diye anılmış, manası ise, Sureyc tarafından imal edilmiş kılıçlar demektir. Çarşı ve pazarda kılıçlar bu isimle satılmıştır. O dönemde, herkes bu kılıçlara sahip olmak istemektedir.
–ALINTI–

şeklinde yazılara rastlanmaktadır.

buradan yola çıkarak kabe’nin yani allah’ın evinin tüm bilgisi, ilmi, sırları allah tarafından türkler’e verilmiştir.
pek kıymetli arap sevdalıları’nın dikkatine.

ÇAĞLAR BOYU ARAP İHANETLERİ…

Din kardeşi(!) saydığımız, birçok millete yeğ tuttuğumuz arapların, türklere yapmış olduğu ihanetlerinin derlemesidir…

Ne zaman başladı?

Arap kelime anlamı olarak türk dilinde olumsuzluk sıfatlarından biridir. peki din kardeşlerimizi olumsuz anlamda yaftalamanın kökeni nedir?

ilk türk arap ilişkileri;
Tarihte ilk türk arap ilişkileri türklerin islamiyete geçmesinden ve hatta islamiyetin ortaya çıkmasından çok önce başlamıştır. islamiyet öncesi Türk-Arap ilişkisinin varlığını, Cahiliye Devri Arap şiirlerinde de görmek mümkündür. Bu şiirlerde Türklerin daha çok askerî yönleri ve kahramanlıkları anlatılmaktadır. yani, arap edebiyatı, türk mitolojisinden ve türk tarihinden önemli etkilenmeler yaşamış, türk mitolojisi islam inancına yol gösterici olmuştur.

ilk ihanet;
Araplar’ın türklere ilk ihaneti ticari ortak oldukları göktürkler’e ait bilgileri türklerin doğal düşmanları olan çinlilerle paylaşmalarıdır.
ipek yolu ticaretinde imtiyazlı bir konuma sahip olan araplar, yine göktürkler’e ikinci ihanetlerini sasani-göktürk savaşı‘nda sasani ordusunda yer almaları ile pekiştirmişlerdir.

İhanetin bedeli;
Göktürk’lere karşı girişilen bu ilk ihanetin cezası araplara Hazar türkleri tarafından ödetilmiş, halife ömer ve osman’a bağlı arap ordularını yenilgiye uğratan hazarlar, doğu anadolu üzerinden kuzey suriye’ye girmiş, halep ve musul’u yağmalamış, emeviler’den hatırı sayılır bir savaş tazminatı da alarak araplar’a türk kavminin gücünü ilk kez göstermişlerdir.

talas savaşı;
emeviler’in yıkılması üzerine normal seyrine ve hatta müttefiklik seviyesine dönen türk arap ilişkileri’nin adeta dönüm noktası olan bu savaş esnasında da arap ihanetleri devam etmiştir.
siyasi nüfuzunu abbasiler’e kaptıran ve türkler’e sürekli husumet besleyen arap ordusundaki emevi kalıntıları ve emevi komutanları bu savaşta hem kendi halklarına hem de müttefik olarak savaşa girdikleri türkler’e ihanet etmişler, terkettikleri mevziler dolayısıyla arap-türk müttefikliğine 5000 kayba malolmuşlardır.

abbasi dönemi ile birlikte türkler’in islamiyet’in hamisi konumuna gelmesinden sonra ve selçuklu döneminde, türkler’in bu imtiyazı bazı arapların gücüne gitmiş, türkler’in islamiyete katkıları hiç şüphesiz ki en çok araplar’ı endişelendirmiştir.
bu vesileyle türkler’i sürekli elemine etme derdine düşmüşler, buldukları her fırsatta türkler’i arkadan vurmuşlardır.
selçuklu döneminde bu ihanetlerin en önemli olanı hasan sabbah’ın ve fedailerinin yaptığı ihanetlerdir.

haçlı seferleri ve fatımiler;
türkler’in ve islamiyet’in bizans’ı tehdit edişi ve anadolu’da ilerlemesi üzerine başlayan haçlı seferleri de tarihte en bariz ve en hain arap ihanetlerine sahne olmuştur.
haçlılara karşı islam dünyasını her ne pahasına olursa olsun savunan türkler’e karşı, haçlı ordularına savaşmadan teslim olan ve onlara iaşe ve lojistik destek sağlayan arap kentleri ve aşiretlerini din kardeşimiz olarak görmek nasıl mümkün olabilir?

haçlı belgelerinde arap-fatimi ihaneti;
birinci haçlı seferleri esnasındaki bu ihanet haçlı belgelerinde de yer edinmiştir.

alıntı
bir müddet önce, Adsız’ın Mısır’a girip Kahire’yi kuşatmış olduğunu göz önüne getirince, korkuya kapıldılar ve Frenklere(Haçlılara) elçiler göndererek onları Suriye’ye saldırıp orasını zaptetmeye ve kendileri ile Müslümanların arasına girmeye çağırdılar.
Üçüncü haçlı ordusunun kuruluşunda önayak olmakla tanınan onikinci yüzyıl Haçlı tarihçilerinden Sur Piskoposu (Guillaume de Tyr)nin “Historia de Rebus gestis in partibus transmarinis” adındaki Latince tarihinin onüçüncü yüzyıl Fransızca çevirisinin 1879 Paris baskısının birinci cildinin 153. sayfasında da Mısır Halifesinin bu utanılacak ihaneti şöyle anlatır: “(Halife) bizim başkanlarımızın Antakya’yı kuşatmış olmasından da çok seviniyordu. Kendileri ile bu hususta görüşmek üzere dostluk elçileri gönderdi. Bunlar büyük hediyeler getirip, kabulünü rica ettiler. Halifenin kendilerine geniş nispette asker, hayvan ve erzak yardımlarında bulunmaya hazır olduğunu söylediler ve kuşatmayı sürdürmelerini çok rica ettiler.”
işte bu surette Araplar’ın Türkler’e karşı besledikleri milli ve ırki kin ve garez, nihayet islamiyet’i yok etmek için ortaya atılmış olan Haçlıların en büyük başarılarını temin ederek Antakya Haçlı Prensliği ile Kudüs Krallığı‘nın ve sonuç olarak Suriye ile Filistin’deki Latin hakimiyetinin kuruluşunda başlıca amil oldular.
Fatimilerin bu kini, Şiiliğin Sünniliğe karşı beslediği bir mezhep düşmanlığı değil, “Arapların Türklüğe karşı güttüğü ırki bir garezdir.”

Bu gerçek eski batı yazarlarının bile gözlerinden kaçmamıştır.
Mesela 18. yüzyıl Fransız tarihçilerinden profesör Mailly, “L’esprit de Croisades” adlı eserinin 1780 Paris baskısının 4. cildinin 116.sayfasında 9. Fatimi Halifesi (Elmüstali Billah Ebu-l Kasım Ahmed)in Türklere karşı Haçlılarla birleşmeye neden gerek görmüş olduğunu Miladi 1097 olaylarından söz ederken işte söyle anlatır:
“Fatimiler kendi hakimiyet sahalarında ve özellikle Suriye’de Türklerin ne kadar ilerlemiş olduklarını görerek nihayet bu akını durdurmaya karar verdiler. Musta’li o tarihten bir yıl önce Afdal’in(ermeni dönmesi fatimi veziri) komutasında büyük kuvvetler gönderip Haçlılar Türklerle savaştığı sırada onların da Türk fütuhatçılarına saldırmalarını emretti.”
Bu sönmez kin Şii ve Fatimi Araplara münhasır değildir.
Çünkü Fatimi hanedanının Şiiliğine karşı Mısır halkının büyük bir çoğunluğu Sünnidir. Antakya bir ihanet yüzünden düşüp Haçlıların eline geçtikten sonra, Haçlı ordusu 1099 tarihinde Kudüs’e doğru ilerlediği sırada Suriye’deki Sünni Arap Emaretleri’nin hepsi onlarla birleşmiş ve hatta Haçlı ordusu’nun her türlü malzeme, nakliye ve iaşe ihtiyaçlarını bile muntazaman temin etmişlerdir.
işte bundan dolayı Haçlılar için tek düşman arazisi Türk ülkesinden ibaret olduğu halde, sünni ve şii Arap memleketleri onların kendi vatanları gibidir.
alıntı

ihanetler bitmiyor
evet, ihanetler bir türlü bitmiyor…birinci haçlı seferleri’nden sonra gerçekleşen ikinci haçlı seferleri esnasında, Müslüman Türkler kadar Ortodoks Bizans’lılara da düşmanlığı ile meşhur Sicilya kralı ikinci Roger’in Akdeniz’e hakim olan Norman donanması’ndaki askerin yarısı Müslüman-Araplardan müteşekkildi. bu norman donanması özellikle akdeniz kıyılarındaki(anadolu) türk köylerine sürekli yağma harekatları yapması ile meşhurdur.

yine bu haçlı donanmasındaki müslüman arap mevcudiyeti ünlü denizcimiz çaka bey‘in de dikkatinden kaçmamıştı. bir harekat esnasında esir edilen haçlı donanmasına ait bir gemideki tutsakların birçoğunun arap olduğu malumatını alan çaka bey bu ihanete çok hiddetlenmiş, tüm arap esirleri öldürtmüş, norman askerlerini ise fidye karşılığında serbest bırakmıştır.
Müslüman-Arap kavmi, Hıristiyan’dan fazla kin beslediği Müslüman-Türk ırkına karşı o üzücü tarihi düşmanlığını her gittiği yerde yaymış ve özellikle ilk islam fetihlerinden başlayarak Araplaşmış olan Sami milletlere milli diliyle beraber milli kinini de aşılamıştır.

osmanlı dönemi;
türkler’in efendi’liğini bir türlü kabullenemeyen ve buldukları her fırsatta milli kinlerini açığa çıkaran araplar, islam’ın kutsal toprakları’nın ve halifeliğin yeni sahibi olan osmanlı’ya ihanet etmekte de gecikmemiş, yüzünü avrupa’ya dönmüş olan ve fetihler yapan osmanlı suriye ve mısır’da başgösteren arap isyanları neticesinde avrupa’da giriştiği bu fetih harekatını uzun yıllar askıya almıştır.

mostagonem savaşı; osmanlı dönemindeki arap ihaneti’nin en önemli vesikalarından biridir.
kuzeybatı afrika hakimiyeti için osmanlı ve ispanya arasında cereyan eden bu savaşta yerli halk ve fas sultanı ispanya krallığı’nı desteklemişler, lakin osmanlı zaferi sonrası istemeyerek de olsa osmanlı himayesine girmeyi kabullenmişlerdir.

osmanlı dönemi arap isyanları 17. ve 18. yüzyıllarda da devam etmiş, 17. yüzyılda kürtlerle birlik olan arap aşiretleri kilis ve antep kentlerini yağmalamışlardır.
özellikle 18. yüzyıl sonlarında arabistan’da ortaya çıkan vahabilik ie birlikte araplar’ın türk düşmanlığı bir kat daha artmış ve 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı ile birlikte doruk noktasına çıkmıştı.
18. yüzyılda Arabistan’da ortaya çıkan Vahhabilik imparatorluğu tehdit etmeye başlayınca devlet olayın üstüne gitti. Vehhabiler’in lideri Abdulaziz, Ekim 1803’de Diriyye’de suikastla ortadan kaldırıldı.
Ancak isyan bitirilemedi.
Vahhabiler, 1806 yılı Ocak ayında ise Mekke’yi ele geçirdiler. Durum kötüye gidince devlet Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘yı isyanı bitirmekle görevlendirdi. Kavalalı ibrahim Paşa çok şiddetli savaşlar sonrası Eylül 1818’de Vehhabiler’in merkezi Diriyye’yi girerek isyanın lideri Suud oğlu Abdullah’ı(bugünkü suudların atası) ele geçirdi. istanbul’a gönderilen Suud oğlu Abdullah, Aralık 1819`da saray meydanında idam edildi.

osmanlı artık hasta adam;
vahhabilik ile doruk noktasına çıkan arap ihanetleri osmanlı’nın en zayıf dönemlerinde de sürekli devam etmiş, napolyon muharebeleri, osmanlı-rus savaşı gibi osmanlı’nın meşgul olduğu meseleler esnasında araplar sürekli yağma ve isyan hareketlerine girişmişlerdir.
ne vardır ki osmanlı artık eski kudretinde değildir.
emperyalist ülkelerin iştahını kabartan ve arap nüfusun çoğunlukta olduğu petrol bölgelerinde ingiliz ajanları arap halkı’nın aklını çelmekte gecikmez.
ufukta görünen büyük savaşta bölgede osmanlı’yı arkadan vuracak yegane müttefik hazırdır ingilizler için. araplar

nitekim büyük hakan ikinci abdülhamid han aslında bu tehlikeyi, araplar’ın osmanlı’ya ihanet edeceğini çok önceden öngörmüş, emir hüseyin’i istanbul’a getirterek göz hapsinde tutmuştu.

lakin yılmaz bir türk düşmanı olan bu meczup emir bir seferinde yabancı bir gazeteci ile hasbihalinde;
“Allah bana ömür verirse, türklerin akıl ve hayal edemeyecekleri şeyler hazırlayacağım…” demekten yine de çekinmemiştir.

alıntı
Emir Hüseyin, ingiliz yetkilileriyle yaptığı ilk temaslarda, kendilerinden gerekli yardımı gördüğü takdirde Hicazlıları Türkler’e karşı bir ayaklanmaya yöneltebileceğini belirtti.
ingilizler, Osmanlı Devletinin ittifak devletleri safında savaşa katılmasından sonra, bu desteği verebileceklerini belli ettiler.
Bunun üzerine Emir Hüseyin bir yandan Arap ileri gelenleri arasında konu ile ilgili zemin yoklamalarına başladı, diğer yandan da ingilizlerle pazarlığa girişti.
ingiltere Emir Hüseyin ile bu pazarlığı Mısır yüksek komiseri Sir mc. Mahon aracılığı ile yürüttü. “Hüseyin – Mcmahon mektuplaşması” olarak bilinen bu temaslar 1915’ten 1916 yılının şubat ayına kadar sürdü.
Bu görüşmelerde ingilizler Emir Hüseyin’e, Arapları Osmanlı imparatorluğuna karşı bir savaşa yönelttiği takdirde, sonradan kurulacak bir Arap Devleti’nin başına getirileceği konusunda söz veriyorlardı.
Ama bu “Arap Devleti”nin sınırları pek açık bir şekilde tanımlanmıyordu.
alıntı

lawrence’in örgütlediği araplar, ortadoğu’da osmanlı ordularını bertaraf etmekte ingilizler’in en önemli yardımcılarıydı.
kanal seferi‘nde, filistin’de, medine müdafaası‘nda ve en nihayetinde megiddo savaşı‘nda araplar kendilerine yüklenen bu zorlu ihanet görevini başarı ile ifa etmişlerdir.

şam’a girip ilk işi selahaddin eyyubi’nin mezarını küstahça ziyaret etmek olan general allenby’i araplar isminden ötürü peygamber zannediyor, kendilerine kurtarıcı olarak gördükleri bu işgalciyi “el-nebi” olarak tanımlayıp bir de dinden çıkıyorlardı…

 

alıntı
araplar saldırdıkları hiç bir ordudan esir almadılar.
aralarında bazı alman ve avusturyalıların da bulunduğu koca türk tugay’ı 27 eylül günü tafas yakınlarında tek bir kişi kalmadan araplar tarafından katledildi.
araplar ertesi günde benzer katliamlar yaptılar ve bu iki savaşta bir kaç yüz kişilik kayba karşılık yaklaşık 5000 türk’ü kestiler.
alıntı

ayrıca;
(bkz: yaser arafat/@protest sanayici)

çanakkale savaşları’nda arap ihaneti;
çanakkale’de bizlerle birlikte omuz omuza çarpıştığı iddia edilen, daha doğrusu şirin gösterilmeye çalışılan arapların yaptıklarına bir de şu açıdan bakalım;

alıntı
Bütün subaylar ve erler, çok kere aç, susuz, uykusuz savaşıyordu. Teğmen Cevat Abbas, bir gün Şamlı Lütfi adındaki kurmay binbaşının, yeni gelen iki teğmenle pek samimi olduklarını gördü. Aralarında Arapça konuşuyorlardı.
“Herhalde hemşerileridir, onu ziyarete gelmişlerdir” diye düşündü.
Fakat, Binbaşı Lütfi, az sonra bu iki teğmenin tayin emirlerini vererek görev yerlerinin belirlenmesini Cevat Abbas’tan istedi. Genç teğmenin içine kurt düşmüştü. Tamamen önsezi ile o iki teğmeni muharip kuvvetlere değil, geri hizmete vererek araba kollarına memur etti. Ama bu görev yerini Binbaşı Lütfi’nin onaylaması gerekiyordu.
Elindeki yazı ile onun yanına giden Cevat Abbas şiddetli ve öfkeli bir itirazla karşılaştı. Şamlı Lütfi, yeni gelen teğmenlerin muharip hatlara gönderilmesini istiyordu. Üstlerini de ikna ederek bu isteğini yerine getirdi.

Cevat Abbas, hâlâ bu işte hemşerilik gayretinin rol oynadığını düşünüyordu.
Fakat öyle olmadığı kısa zamanda anlaşıldı. O iki Arap teğmen, yanlarına birer çavuş da alarak, bir gece, kahramanca dövüşen birliklerimizin siperlerini terk edip düşman tarafına geçme alçaklığını gösterdiler. Bu hainlerin düşmana verdikleri bilgiler yüzünden Anafartalar cephesindeki çarpışmalar şiddetlendi ve binlerce Türk çocuğu şehit oldu.
Şamlı Lütfi’ye gelince: Harekât şube müdürü iken, ilk nöbetleri sırasında gösterdikleri kayıtsızlık sebebiyle, Tümen Kumandanı Mustafa Kemal, Binbaşı Şamlı Lütfi ve onun gibi Arap asıllı Binbaşı Mustafa’nın ellerine derhal ilmühaberlerini verip ordu emrine gönderdi. Bu ikisinin kayıtsızlığı cehaletlerinden ileri gelmiyordu, soylarının dürtüsüyle hareket ederek Türk’ün başarısına hizmet etmekten kaçınıyorlardı. Mustafa Kemal, bunun hemen farkına varmıştı.
Aradan zaman geçti. Cevat Abbas, Şamlı Lütfi’nin Suriye’deki 4. Ordu emrine verildiğini duydu. Bu ordunun kumandanı, aynı zamanda geniş yetkilere sahip Suriye valisi olan Cemal Paşa idi.
Şamli Lütfi, Türk ordusunun gerilerinde Arap isyanı hazırlayan kimselerle birlikte yakalandı ve idam edildi. ihanet cezasını bulmuştu.
alıntı

yine üstat turgut özakman‘ın diriliş adlı eserinden;

alıntı
57. Alay 180 yükseltili tepeyi, 27. Alay da Kırmızı Sırtın büyük bölümünü geri aldı.
Ama sol kanattan haber gelmiyordu. Buraya yollanan 77. Arap Alayının, 27. Alayın soldaki taburuyla birlikte düşmanı denize doğru sıkıştırıyor olması gerekmekteydi. Anzakların denize süpürülmesini bu baskı sağlayacaktı. M. Kemal cepheyi siper siper denetleyip askerinin ateş altındaki durumunu inceleyerek, gün doğarken Kocedere’ye gelecek, çok üzücü, çok şaşırtıcı bir olayla karşılaşacaktı. Çanakkale’de bir daha yaşanmayacak bir olayla…

Gün ağarıyordu. Telefon bağlanmadan, 77. Alayın 1. Tabur Komutanı Binbaşı Hacı Mehmet Emin Bey geldi. Gözleri ağlamış gibi kıpkırmızıydı.
-“Efendim” dedi, “Utanç içindeyim. Ne yazık ki, alayımız çil yavrusu gibi dağılarak savaş alanından kaçmıştır…”
– “Ne diyorsunuz?”
-“Alay komutanını bulamadım. Sizin buraya geldiğinizi duyunca bilgi sunmak için koşup geldim.”

Mustafa Kemal bu dürüst askeri Trablus’ta sömürgeci italyanlarla savaştıkları günlerden tanıyordu. Yanında kol komutanlığı yapmıştı. Gece sol yandan neden bilgi gelmediği, Anzakların niçin denize sürülemediği anlaşıldı. Savaş alanından kaçmak, bağışlanabilir suç değildi. Hacı Mehmet Emin Bey’e, “Alayı Kocadere’nin batısında toplayınız” dedi, “Yine kaçan olursa vurunuz!”

Arap askerlerinin bazı halleri, tavırları, alışkanlıkları, tümende bulunan Türk askerlerini şaşırta gelmişti. Ama en çok da bu adamların çoğunun silah arkadaşlarını ateş altında bırakıp kaçmalarına şaştılar. Bambaşka bir milletin ve çok farklı bir toprağın çocukları olduklarını yaşaya yaşaya her gün biraz daha iyi ve derinden anlamaktaydılar.
alıntı

(bkz: çanakkale savaşı ndan firar eden 60 bin asker)

evet, ihanetler belki cezasını buluyordu ama araplar’ın hainliği sebebiyle dökülen türk evladı kanı son bulmuyordu…

filistin’li bakanın şu videosu yıllar sonra gelen bir itiraf niteliğinde olup, arap ihaneti’nin en önemli delillerinden biridir.
http://www.youtube.com/wa…p;feature=player_embedded +

#!

arap’ta ihanet bitmez;
araplar’ın türk din kardeşlerine ihanetleri sadece bunlarla sınırlı değil tabi.
malum bu millet türkler’e ihanet ettiği kadar kendi milletine’de ihanet etmiş, dinini yok saymış, islam peygamberi hz muhammed’in mezarını yıkma kararı dahi alacak kadar alçalmışlardır.

(bkz: atatürk ün hz muhammed in mezarını kurtarması/#7542682)

yine araplar’dan yana yazılan tarih kabul etmez belki ama nasır’ın, kıbrıs’ta türk katliamı yapan yunan eoka’cılarına yaptığı yardımlar henry kissinger tarafından “diplomasi” adlı eserinde dile getirilmiş, modern zamanlara ait bir ihanet belgesi olarak hafızalarımızda yerini almıştır.

şüphesiz ki hiç kimse araplar’ın “topyekün kanı bozuk ve hain bir millet olduğunu” iddia edemez.
ama örnekler o kadar çok, tarihi gerçekler o kadar belgeli ki, arap milleti’ne sırf “din kardeşi” olduğumuzdan ötürü sevgi beslemek şehitlerimizin kemiklerini sızlatmak için yeterli bir neden.

tüm araplar ihanet etmedi.
tabi ya, zaten tüm kürtler de pkk’lı değil…

MYANMAR’DAKİ (BURMA) TÜRK ŞEHİTLİĞİ…

Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlere esir düşen 12 bin 500 Türk askerinden esaret içinde geçen yıllar boyunca vatanından uzak bir coğrafyada salgın hastalıklar  ve esaret şartları dolayısıyla şehit düşen 1500 türk evladını barındıran o dönemin ingiliz sömürgesi (birmanya)  Myanmar‘da “Thayet Myo” denilen yerde bulunan şehitliktir.

şehitlikte,  Türkçe ve Burmaca  kitabe ve  1916 Mart ve Nisan aylarına ait tarihli birçok mezartaşı bulunmaktadır.

Türk tarihi’nin hazin sayfalarından biri olan bu şehitlik gerek ilgisizlik, gerekse de doğa olaylarının etkisiyle bugün neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumdadır.

1. dünya savaşı’nda esir düşen askerlerimizden şehit olanlar myanmar’da, Meiktila ‘da (770), Shwebo’da (100), Aungban’da (20) ve Thayet’te (330)’deki şehitliklerde yatıyor.

bugün myanmar’daki şehitliklerimiz resmen arazi parçası haline gelmiş, içler acısı bir haldedir.

TÜRK MİTOLOJİSİ’NİN DİĞER MEDENİYETLERLE KARŞILAŞTIRILMASI…

Uygarlığın başlangıcı türk medeniyetidir.

türk medeniyeti’ne mal olan mitolojik unsurlar, sümer, mısır, yunan ve roma medeniyetlerini, dolayısıyla da mitolojilerini de etkilemiş, bunlara model olmuşlardır.

aşağıdaki tabloda türk mitolojik unsurlarının diğer mitolojik unsurlarla eşleşmesi, mitolojik kahramanların tarih boyunca etkileşimini anlamamızda kolaylık olacaktır…

TABLO 1: BAŞLANGIÇ

TÜRK SÜMER MISIR YUNAN ROMA  
GÖK TENGRİ ANU/MARDUK RE-ATUM OURANOS URANÜS  
AK ANA KYBELE(NANA) İSİS GAİA JUNO  
KAYRA HAN ENKİDU RA HYPERİON SATÜRN  
ÜLGEN ENLİL OSİRİS ZEUS JUPİTER  
ERLİK EREŞKİGAL SETH HADES PLUTON  
UMAY İNANNA AMON AFRODİT VENÜS  
KIZAGAN İŞTAR HORUS ARES MARS  
AY DEDE ENZU ANUBİS APOLLON LUNA  
ÖTÜGEN KİŞAR GEB DEMETER CERES  
OD ANA UT AİLUROS ATHENA MİNERVA
USAY HAN EA AMATHAUNTA POSEİDON NEPTÜN

TABLO 2: İKİNCİL KUŞAK 

ERDENAY İSİMUD THOTH HERMES MERKÜR
MAY ATA PAZUZU SERAPİS HEPHAİSTOS VULCAN
GÜN ANA TAMMUZ APİS-SATET DİONYSOS BAKÜS
BALIK KUŞ ŞİN HEMSUT-BES HESTİA VESTA
AYİZİT ANŞAR APİS EROS CUPİD
ANDARKAN NİNGİRSU MONTH ATLAS ATLAS
ANA MAYGIL ECEM MUT HERA JUNON
KUBEY NİNLİL QUETESH ARTEMİS BELLONA
AK KIZ LİLİTU HATMEHİT PERSEPHONE PROSERPİNA
TOLUNAY ARURU BASTET PHOİBE DİANA

TABLO 3: YARI TANRILAR(KAHRAMANLAR)

OĞUZ KAĞAN GILGAMIŞ HORUS HERAKLES ROMULUS
ALPERTUNGA UTNAPİŞTİM AKREPKRAL AKHİLLEUS ORİON
ERKESOLTON ETANA İMHOTEP ARKAS JUVENTUS
TÖRÜNGEY ADAPA QUEBSENEF ATREUS ROMUS
BUZULTOYUN URUKAGİNE SELKETH DARDANOS VERİTAS
KEREY KAN İBRAHİM DANAOS PERSEUS VİRTUS
ALTAY HAN LUGALBANDA PANDORA BYZAS DAPHNİS
MERGEN ŞULLAT NETER TRİTON İANUS
MANAS MARDUK HERU RA HA ADONİS PANDORA
ATTİLA NAMTAR SFENKS İASON CONCORDİA

TABLO 4: YARATIKLAR

HÜMA KUŞU DUMUZİ WEPWAWET CENTAUR FAUN
TULPAR İMDUGUD SEKHMET PEGASUS UNİCORN
YELBEGEN ABSU NEKHEBET KİKLOP GRYPUS
AK GEYİK TİAMAT MUTH MİNATOUR LUPUS
BÜRKÜT ŞAMHAT HEMEN HYDRA BASILICOS
İTBARAK MARU UTU HEH CERBERUS SCYLLİA

Tablolardan da görüleceği üzre ön-türk mitolojisinde geçen unsurların neredeyse tamamının özellikle sümer ve yunan mitolojilerinde  birebir karşılıkları vardır. mısır mitolojik unsurları bölgesel etmenlerden kaynaklı biraz değişkenlik gösterse de bu unsurların da özellikle sümerlerden etkilendiği aşikardır.

sümer mitolojisinde, yaratılış destanında bahsi geçen kavramlar ile türk mitolojisindeki yaratılış efsanesi neredeyse birebir aynıdır.

sümerlerde evrenin yaratılışında geçen 7 gün unsuru kutsal kitaplarda yazanların aynısıdır. ayrıca ilk insanın yaratılışı, adem ve havva(daha öncesi lilith) unsurları da sümer yaratılış efsanesinde mevcuttur.

ayrıca yine sümerlerin yaratılış efsanesi semavi dinlere de bir nevi ilham kaynağı olmuştur.

altay türkleri’ne ait yaratılış efsanesinde de değişen birşey yoktur. 7 gün kavramı burada da geçmekte, tanrı ülgen bir kuş vasıtasıyla yerkürede konacak bir yer aramakta ve hayat önce suda başlamaktadır. yine altay yaratılış mitinde bahsi geçen ilk insanın topraktan(çamur) yaratılışı da bu benzerliği ile dikkat çekmektedir ki bunun salt bir tesadüf olması düşünülemez…

tabii biz burada sadece 4 temel medeniyeti baz aldık. bunların dışında hindu mitolojisinde ve iskandinav mitolojisinde de benzer unsurları gözlemleyebiliriz.

şimdi burada baz aldığımız medeniyetlerden, türkler dışında en eskisi sümer medeniyetidir. mısır, yunan ve roma mitlerinin sümerlerden etkilendiği, alıntılar yaptığı bugün tüm dünya tarafından kabul görmekte iken, medeniyetlerinin başlangıcı sümerlerden 5000 yıl öncesine dayanan ön türklerin ve türk mitolojisinin sümer destanlarını etkilediğinin farkında olmamak ise sadece yanlı bakış açısına sahip kişilerin sergileyebileceği bir davranış olacaktır…

şu unutulmamalıdır ki türkler tarihe her zaman yön veren millet olmuş, çağ açıp çağ kapadıkları gibi, çağların da başlangıcı olmuşlardır. mezopotamya’da sümerler kendi edebi izlerini dünya üzerine kazıdıkları sırada türkler at tüyünden ameliyat ipliği yapacak, mumyalama tekniklerine hakim olacak, savaş sanatları geliştirecek kadar çağından ileride bir toplumdu…

tüm bu gerçekler ışığında tarihin türklerle başladığına dair bir kuşku taşıyan varsa tarih bilimi ilerleyen zamanlarda onları da ikna edecektir hiç kuşkusuz…

TÜRK MİTOLOJİSİ UNSURLARI…

Tarihin başladığı kavim olan, birçok medeniyete efendilik yapmış, çağ açıp çağ kapayan türk milleti’nin geçmişten bu güne sahip olduğu kültürel birikimin yansımasıdır.

Türk mitolojisi hakkında yunan, roma, mısır ve diğer ortadoğu mitolojilerinin aksine çok daha az bilgi vardır. lakin hakkında bu kadar az bilgi sahibi olunan bir kültüre ait mitolojik unsurlar, diğer kültürlere ait mitolojik unsurların model aldığı, esinlendiği birer modeldir adeta.
türklerin tarih sahnesine çıkışıyla beraber kültürlerine akseden bu unsurlar önce sümerler vasıtasıyla ortadoğu medeniyetlerine, oradan da eski yunan’a intikal etmiş ve bu medeniyetlere ait mitolojik unsurların kökeni olmuşlardır.

Türk mitolojisinin temel unsuru destanlar ve bu destanlarda bahsi geçen kahramanlardır…

Şimdi kısaca bu unsurlardan bahsedelim;

Yaratılış destanı;
altay türklerine ait olan, türk ve insanlık tarihinin başlangıcını konu alan destan.
destanda, Tanrı Ülgen, kuşa dönüşerek suların üzerinde uçar ancak konacak bir yer bulamaz. Bunun üzerine gökten gelen bir ses tanrı Ülgen’e denizin içinden çıkan bir taşa konmasını söyler. Ülgen bu taşa konduğunda yerin ve göğün yaratılması gerektiğini düşünür ancak bunu nasıl yapacağını bilemez.Suların içinde yaşayan dişi ruh Ak-ene, Ülgen’e yaratılışı nasıl gerçekleştireceğini anlatır.Onun yardımıyla işe başlayan tanrı önce yeri, ardından göğü yaratmıştır. Ardından da dünyanın dengesini sağlaması için üç balık yaratır.Balıklar dünyayı alttan destekleyerek başıboş gezmesine engel olmuşlardır…
bu destan sümerler’in yaradılış destanına model olmuştur.

bozkurt destanı;
türk tarihinin en bilinen destanıdır. yenilgiye uğrayıp katledilen türk toplumundan geriye kalan iki kardeşin bir bozkurt tarafından emzirilip yetiştirilerek türkleri yeniden bir bayrak altında toplamasını konu alır. romalıların başlangıcı kabul edilen romus romulus hikayesine model olmuş destandır.

ergenekon destanı;
düşmana yenilerek dağılan türk toplumu göç eder. gök Tengri‘nin gönderdiği kutsal bir kurt Türklere kılavuzluk eder ve onları verimli toprakları olan, etrafı dağlarla çevrili büyük bir ovaya götürür.
Bir zaman sonra Türkler bu ovaya sığmaz olurlar. Bu kez bir kurt onlara etraflarını çeviren dağlardan birisinin madenden oluştuğunu gösterir ve demirciler bu dağı eritirler. Halk ovadan çıkar ve tekrar bozkırların egemenliğini ele geçirdiklerini tüm bozkır halklarına duyururlar. Bu güne nevruz adı verilir.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195735/+

 

türeyiş destanı;
her türk kabilesinde bulunan farklı destan. oğuzlar’a ait ortak türeyiş destanı ise; türk hakanı’nın gök tanrı tarafından gönderilmiş dişi bir kurt ile çiftleşmesi neticesinde türk soyunun oluştuğudur. bu hikaye diğer türk boylarında da benzerlik taşır.

kırk kız destanı;
kırgız türkleri’ne ait türeyiş destanıdır. bu destana göre kutsal bir gölün suyundan gebe kalan kırk kız ilk kırgızları dünyaya getirir…

göç destanı;
uygur türkleri’nin ulusal kimliğinin oluşumuna ışık tutan destan.

şu destanı;
türkmen adı’nın kökeni olan saka-iskit türklerine ait destan.

alp er tunga destanı;
saka-iskit hakanı alp er tunga adlı yiğidin kahramanlıklarının anlatıldığı destan.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195736/+

 

oğuz kağan destanı;
türklerin atası oğuz kağan’ın hayatının anlatıldığı destan.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195737/+

manas destanı;
dostları tarafından ihanete uğrayan yiğit manas tengri tarafından tekrar diriltilir ve düşmanlarından intikam alır.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195738/+

 

altın geyik destanı;
uygur türklerine ait olan budist inancını konu alan destan.

dede korkut hikayeleri;
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195739/+

-Dirse Han Oğlu Boğaç Han
-Salur Kazan’ın Evi Yağmalanması
-Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek
-Kazan Bey Oğlu Uruz’un Tutsak Olması
-Duha Koca Oğlu Deli Dumrul
-Kanlı Koca Oğlu Kanturalı
-Kazılık Koca Oğlu Yegenek
-Basat’ın Tepegöz’ü Öldürmesi
-Begin Oğlu Emren
-Uşun Koca Oğlu Segrek
-Salur Kazan’ın Esir Olup Oğlu Uruz’un Çıkarması
-iç Oğuz Dış Oğuz’un Asi Olup Beyrek’in Ölmesi

erlik han efsanesi;
Erlik korkunç bir ihtiyardır. Gözleri ve kaşları kömür gibi kara, çatal sakalı dizlerine kadar uzamıştır. dokuz oğlu iki kızı vardır. Kurban olarak koyu renkli at kesilir. insanlara kötülük eden bir yer altı tanrısıdır. Mitlerde Erlik tasvir edilirken körük, çekiç ve örs motifleri de birlikte geçer . Erliğin yer altında damı demirden, ocağı balçıktan yapılmış bir sarayı vardır. Bu sarayın önünde gümüşten bir tahtı vardır. Kılıcı yeşil demirden, kalkanı yassı demirden yapılmıştır. Eyerlenmiş dokuz boğası vardır .

kartal ana efsanesi
Yakutlar analarının bir kartaldan geldiğine inanırlar. Bundan dolayı Kartal “güneş kuşu” olarak da nitelendirilir. Kendi küllerinden doğan phoenix daha genç olarak dünyaya gelir. Bu nedenle yeniden doğuşu, ebedi hayatı, ölümsüzlüğü ve güneşin doğuşunu simgeler. Çin mitolojisinde de ateşi, sıcaklığı, hasat mevsimini ve güneşi sembolize eder.

—————
türk mitolojisi unsurları

tengri: türklerde en büyük tanrı. gök tanrı.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195740/+

 

erlik han: iblis.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195741/+

 

ay dede: ay tanrısı.

gün ana: güneş tanrıçası.

tulpar: uçan at(pegasus)
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195742/+

 

umay: ana tanrıça, yaşam tanrıçası.(venüs)
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195743/+

 

kayra han: gök tengri’den sonra gelen tanrı.(satürn)
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195744/+

 

ülgen: gük tanrı’nın oğlu, iyilik tanrısı.(jupiter)
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195745/+

 

ak ana: ülgen’in anası.

kızagan: ülgen’in oğlu. savaş tanrısı(mars)

mergen: haberci(hermes)

erdenay:kutsal haberci.

utkuuçi: cebrail.

ak kızlar:tanrı ülgen’in dokuz kızı.

kambar ata:atların koruyucusu.

usay han:suların(deniz-göl-nehir)efendisi. (poseidon)

tatay tenger:fırtınaların efendisi.

altay han:altay tengri inancında yer-su ruhu…

buzul toyun: kayra han’ın bekçisi.

ayizit: güzellik tanrıçası(afrodit)

abası:kötülüğünden korunmak için kurban sunulan kötü ruh.

buyanhışıg:rüzgarın ruhu.

oğuz kağan: ay tarafından doğurulmuş tanrının oğlu.(herakles)

ay ata(ay han):Oğuz kağan’ın oğlu, hükümdarlık sembolü.

dağ han: Oğuz kağan’ın oğlu.

deniz han: Oğuz kağan’ın oğlu.

gök han: Oğuz kağan’ın oğlu.

gün han: Oğuz kağan’ın oğlu.

yıldız han: Oğuz kağan’ın oğlu.

su iyesi: su perisi.

kubey hatun: doğum tanrıçası.

bürküt: tanrı ülgen’in sembolü çift başlı kartal.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195746/+

 

asena: türklere yol gösteren dişi kurt.

al karısı(al basma): loğusalara musallat olan kötü cadı.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195747/+

 

balık kuş: yaratılışta kıtaların yaratılması için denizlerden toprak temin eden tanrı elçisi.

tolunay: ayın tam hali. güzellik sembolü.

alp er tunga: sakalar’ın savaşçı hükümdarı.

ötügen:yer tanrıçası.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195748/+

 

ana maygıl:koruyucu tanrıça.

hüma kuşu:cennet kuşu.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195749/+

 

kerey kan:erlik’in yardımcısı olan 9 oğlundan biri.

congolos:zemheri ayında ortaya çıkan ve evlere musallat olan kötü ruh.

od ana:ateş tanrıçası.

ak geyik:hun’lara batıya gidişte yol gösteren kutsal varlık.

gök kurt:kurtların önderi, yol göstericisi. göktürklerin atasıdır.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195750/+

 

tepegöz:masal devi.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195751/+

 

yelbegen: büyük dev.

alasbatır:ehli hayvanların koruyucusu.

ancansın: şimşek tanrısı.

taş gaşıt:kısmet tanrısı.

satılay:kötülük yayan ruh.

erke solton:erlik’in kötülük yapan kızlarından biri.

malahay:suçluları cezalandıran sorgu meleği.

may ata:göğün 3. katında oturan tanrı ülgen’in oğlu.

mucera:yoksulları koruduğuna inanılan ruh.

ohol oula:kıskançlığın sembolü savaş tanrısı.

puura:ülgen’in oğullarından biri.

tamug:cehennem.

törüngey:hz adem’in karşılığı olan ilk insan.

eje:havva’nın karşılığı olan törüngey’in karısı.

yabaş kan:yeraltı ve yerüstü arasındaki kötülükleri yöneten erlik’in oğlu.

yutpa:bir yeraltı canavarı.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195752/+

 

üzüt:zombi.

andarkan:ateş ülkesinin efendisi.(ejderha)

itbarak: türklere sürekli saldıran, musallat olan köpek başlı yaratık.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195753/+

 

kızıl elma: Oğuz türkleri için ülkü-düş.

kut:yaşam gücü, mutluluk, ilahi kaynaktan gelen bereket.

Tabii Türklerde mitoloji sadece öntürkler ve hunlar’a ve oğuzlar’a ait değildir. islamiyetten sonra da türk mitleri devam etmiş, hatta gök tengri inancında varolan inanışlar islamiyetten sonra da türk toplumunda kendini göstermiştir.

İslamiyet sonrası türk mitolojisine örnek verebilecek en önemli hikayelerden biri osmanlı devleti’nin kurucusu Osman(otman) gazi’nin gördüğü rüyadır. çoğumuzun da bildiği gibi malum rüyada otman gazi aşiretinin devlete, devletin de bir cihan imparatorluğuna dönüşeceğini bir çınar ağacı tasviri halinde görmüştür.

Bunun dışında al-bastı ya da al basma dediğimiz mit günümüzde de halen devam etmektedir. ayrıca yine türk mitolojisinin önemli unsurlarından olan nevruz yani ergenekon’dan çıkışın temsil edildiği gün de bir türk bayramı olarak halen kutlanmaktadır…
http://galeri.uludagsozluk.com/r/195754/+

MÜSTECİP ONBAŞI…

 

birinci dünya savaşı‘nın en hararetli yıllarında batılı devletlerin bir hayli gerisinde kalmış bulunan osmanlı devleti ve ordusu tüm gücüyle dönemin teknoloji ve askeri anlamda süper güçleri olan düşmanlarına karşı kahramanca direnmekte ve çoğu cephede bu iman sayesinde başarılı olmaktaydılar.

ne var ki kara kuvvetlerinin bu başarıları denizlerde tam tersi yönde tezahur etmekte idi.

çanakkale boğazı‘nı üstün kuvvetleriyle geçemeyen müttefikler, kara çıkartmasında karar kılmış, tabyaları zaptederek boğaz savunmasını ve direnişini susturmayı amaçlamaktaydılar.
fakat boğaz çok iyi bir şekilde tahkim edilmiş ve savunma halindeki türk ordusu ikmal yollarının müsait olmasından dolayı çokça kayıplar vermesine rağmen yinede pervasızca ve kahramanca direnmekteydi.

kara savaşında başarılı olabilmek için müttefiklerin denedikleri yollardan biri de bu ikmal yollarını kapatmak ve çanakkale boğazı savunma kuvvetlerinin deniz vasıtasıyla aldığı yardımları kesmek ve bertaraf etmekti.
bunun için dönemin yeni silahlı gücü denizaltıları devreye soktular.
11 adedi britanya, 3 adedi fransız deniz kuvvetlerine bağlı müttefik denizaltı filosu marmara denizi‘nin derinliklerine karışarak osmanlı karasuları’nın tam göbeğine çeşitli akınlar düzenledi.
bu akınlar sonucunda osmanlı deniz kuvvetleri gerek askeri, gerek sivil olarak birçok kayıplar verdi.(marmara denizinde korku salan bu müttefik denizaltı filosu, irili ufaklı 300’e yakın osmanlı gemisini batırmış veya kullanılamaz hale getirmiştir) bu yüzden osmanlı levendleri ve deniz kuvvetleri her an bir düşman denizaltısı tarafından torpillenecek açık hedeflerdi.

çanakkale boğazı’ndaki müstahkem batarya ve gözetleme istasyonlarında ise sürekli bir denizaltı arayışı gözlemlenmekteydi.
çünkü boğazı geçecek her yeni denizaltı birçok şehit ve yeni batıklar demekti osmanlı için…

yine böyle bir günde nara burnunda devriye görevi yapan “sultanhisar” torpidobotunun batarya neferlerinden müstecip onbaşı bataryasının namlusunu uzakta seçebildiği bir karaltıya hedeflemekteydi. fransız “turquoise” denizaltısıydı bu.

fransız turquoise denizaltısı marmara denizi’nde deniz araçlarımıza taarruz etmiş, geriye dönerken havasım yenilemek için su üstüne çıkmıştı.
bu dönemeç yerde su altından gitmek tehlikeli idiydi de.
biraz sonra tekrar dalıp, suyun sır perdesi altına girecekti.

işte müstecip’in keskin gözü onu, bu sırada görmüş, ustalığı da mermiyi kulesine yapıştırmıştı.
turquoise yaralanmıştı. bir daha deniz altına dalamazdı.
teslim oldu.

adı da “müstecip onbaşı” oldu.

lakin mondros mütarekesi‘yle beraber bu savaş ganimeti denizaltımızı tekrar fransa‘ya teslim etmek zorunda kaldık.

ancak bu olay da türk savaş tarihindeki binlerce imkansız kahramanlık örneğinden biri olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı…

TOPAL OSMAN AĞA…

Kurtuluş savaşı ve sonrasında Atatürk’ün korumalığını yapmış Giresun ve tüm Karadeniz Bölgesinde Pontus komitacılarıyla savaşmış, kendisine tertiplenen oyun sonucunda idam edilmiş kuvai milliyeci halk kahramanı.

ölümünden yıllar sonra bile Atatürkün aklına geldikçe ağlamaklı olduğu söylenir.

birde şu anektodu lütfen okuyunuz;

 
giresun gonullulerinden kurulan mufrezeler, osman ağa’nın alay komutanlığı yaptığı iki gönullu alay sakarya muharebelerine katılmadan onceki donemde,giresun merkez olmak ızere batıda sinop doğuda trabzon arasındaki sahil şeridi ve dağlarda rum pontus cetelerine son derece sert ve değişik metodlar uygulayarak kok sokturduler.

pontus çeteleri ve işbirlikçiler ya tamamen yok edildiler yada tamamen dağıtıldılar…

karadeniz sahili gonulluleri kumandanı osman ağa ile mülakat.ahmet emin yalman.19 şubat 1922.vakit gazetesi:

 
babam varlıklı olduğundan, beni askere gondermemek için bedelli asker olmamı istemiş, luzumlu parayıda yatırmıs duyunca cok uzuldum. dinlemedim.

gonullu bir mufreze kurup istanbula gittik.

catalca onlerinde bulgarlarla çarpışırken sağ ayağımdan 10-12 mermi ile yaralandım diz kapağım parcalandım ogunden beri aksağım.

rum pontusu yunanı derken gecen sene (1921) koçkiri kurt isyanı çıktı. giresun gonulluleri ile isyanı iki ayda bastırdık. kısın şebinkarahisar dağlarında karın derinliği 3 metreyi bulur. refahiyede 2300 mevcutlu isyancılarla çatısmaya girdik. onun arkasından dersim(tunceli) ovacıkta bir kürt isyanı daha basladı. bunların uzerine yuruduk. bizim geldiğimizi duyunca derhal vaziyet aldılar.

koçkiri isyanındakilerin basına gelenlerden kurtulmak için careyi isyan ettikleri hukumete , erzincan’daki yonetime sığınmakta buldular…



1920 nisanının ilk haftasında orta buyuklukte bir tekne sinopun gerze limanına yanaştı teknenin içinden yaşları 19-20’yı gecmeyen bıyıkları yeni terlemiş siyah giysiler içerisinde ,pür silah 17 genc cıktı.

silahlı gençler onde aksayarak yuruyen reislerini takip ederek. iskelenin 50m. uzağındaki uzerinde hukumet konağı yazılı kaymakamlığa girdiler. şehrin carsısının baslangıcında bulunan kaymakamlıga osman ağanın geldiğinin duyulması cok uzun surmedi ve halk hukumet konağının onunde toplanarak merakla beklemeye basladı.

binanın içinden once gurultuler sonra bağrıs çağrıslar geldi sonrada sehrin rum esrafından zengin ve varlıklı bir sahıs olan hristos kaymakamlıga girdi.

gürültuler yeniden sokaga kadar taştı ve bir el silah sesi duyuldu. kısa sure sonrada topal osman ağa dısarı cıkıp carsıda bir kaç türkün dükkanına uğradı  ve adamlarıyla birlikte geldiği tekneye binerek iskeleden uzaklastılar.

bütün bunlar birkac saat içinde olmustu, halk tekne uzaklasıncaya kadar limandan ayrılmadan teknede gidenleri seyretti.

osman ağanın gittiği haberi hızla daglara taslara ucuruldu… kara zıpkalılar hukumet konağına girer girmez osman ağa direk kaymakamın odasına cıkmış ve ona bolgedeki azılı rum pontus cetesinin bası olan harbonun nerede olduğunu sormus, kaymakamın rum pontuscuların yerini bilmiyo olması bir yana ileri geri konusması uzerine onu tartaklamıs. bu defa ilçede ileri gelen rumlardan biri olan harbonun bas yardımcısı ve yatakcısı onların her turlu ihtiyacını karsılayan hristos’u kaymakamlıga cağırtmıs. hristos a da harbo eskiyalarının yerlerini sormus o da kaymakam gibi “bilmiyorum” demiş ve bununla da kalmamış birden celallenip; “siz kimsiniz sizin ceteciler beni sorguya cekemez” der demez, osman ağa’nın yardımcılarından mustafa kaptan’ın tabancası hrstos’un şakağında patlamış.

giresun gonulluleri mufrezesi reisinin çarsıda alışveris yapıyor gibi bir iki turkun dukkanına uğramasıda muhbir-haber elemanlarıyla gorusmesinden baska bir sey değildi.

 
küre dağları silsilesinin batı uzantısındaki dranaz dağı gerze sahillerinden 35-40 km. içerdedir. sinop’u boyabat uzerinden iç anadolu’ya bağlayan yol bu dağdan gecer , dranaz uzerindeki koylerden biri bürnüktür ve bu koyun yakınlarında kurtlu han adıyla bir konaklama yeri vardır.

giresun gonulluleri gerzeden ayrıldıkları gunun gece yarısını gecen saatlerde kurtlu handan dısarı rumca muzik sesleri naralar nidalar gelmektedir…

aniden hanın kanatlı kapılarından ikisi tekmeyle acılır.

luks ve idare lambaları salonun ucundaki ocağın aydınlattığı geniş salonda, harbo ve 36 rum pontus eskiyası çalgılar eşliğinde dansoz oynatmaktadır. hepsi buz kesilir hiçbiri duvara asılanlar soyle dursun yanlarındaki mavzerlere bile davranamazlar. “kara zıpkalılar” karsılarındadır…

rum pontuscular buyuk kucuk butun dillerini yutmus gozleri faltası gibi dısarı fırlamış haldeyken osman ağa’nın sesi hanın duvarlarında cınlar.

 
“-ulan palikarya enikleri! turk koylerinde korumasız insanları soyur soğana cevirir,onlara zulum ve tecavuzlerinizin zaferi diye mi burada alem yapıp çengiler oynatırsınız?!…

yunan’ın izmir’e ingiliz’in samsun’a cıkmasıyla şımarıp bu torakların efendisi mi olacağınızı aklınız kesti? nankor kefereler. şimdi ben sizin gibi köçeklere nasıl avrat gibi oynatılacağını gosteririm! soyunun hepiniz dumbelekçiler! sizde biraz onceki rum gıygıyını çalın! “

ocak basındaki ekmek ve yufka ısıtmada kullanılan 6-7 sacı işaret ederek giresun gonullulerine;

“sunları ısıtıp salonun ortasına koyun!” emrini verir nihayet harbonun dili cozulur; “-ağam etme eyleme biz ettik sen etme bağışla… “

ağa dinlemez bile…

“- ulan turk dusmanı hırbo,seni artık butun rum kiliselerinin duaları bile kurtaramaz,yaltaklanıp durma… “

uzun surmez,kurtlu handan gruplar halinde yukselen mavzer sesleri,karanlıkları deler gibi civardaki ormanlar ve hana yakın koylerde uğuldarlar.gun ağardıktan sonra gene de korka korka kurtlu han’a gidebilen civardaki turk ve rum koyluler, harbo ve adamlarının cesetlerini ilkilerek izlemekten, salonun duvarına komurle yazılmıs yazıyı epey geç fark ederler.

rum pontuslular! vatana ihanet edenler ve türk ahaliye eziyet çektirenler,yerlerde gördukleriniz gibi tepelenecektir. giresun müdafai milliye reisi osman bey !…

VAHDETTİN’İN ABD BAŞKANI’NA YAZDIĞI MEKTUP…

Kurtuluş savaşı’nı başlattığı söylenen hain padişah vahdeddin’in ingilizlerden sonra amerikalılardan medet arama girişimidir.

mektubun tam metni;
Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenablarına

Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.

Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki;

islam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı’ndan soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir.

Bu ancak tüm islam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. islam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.

Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda islam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.

Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.

Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.

13 Mart 1923. Mehmed Vahideddin

Mektup, San-Remo’da Padişah Vahdettin tarafından yazılmış ve Halis Reşat Bey tarafından Paris’te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve ingilizce çevirisini IS Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington’a göndermiştir. Mektup Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi’nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır (Vahdettin’s Letter to the President of U.S.A).

MEKTUBUN ORİJİNALİNİN FOTOKOPİLERİ;
http://galeri.uludagsozluk.com/r/176926/+

http://galeri.uludagsozluk.com/r/176925/+

Tanrı katında doğmuş kut’lu kişi; BİLGE KAĞAN…

tengri teg tengride bolmis turk bilge kağan…”tanrı gibi gökte doğmuş türk bilge kağan

EY TÜRK MiLLETi!..

Ben ki Tanrı’nın izniyle tahta oturmuş Türk Bilge Kağan.

Sözümü sonuna kadar dinle…

Önce kardeşlerim, çocuklarım! Sonra bütün soyum. Güneydeki Şatlar, Apalar kuzeydeki Tarkanlar buyruk beyleri Otuz Tatar, Dokuz Oğuz Beyleri…

Milletim: Bu sözümü iyice işit, iyice dinle…

Üstte mavi gök, allta kara yer yaratıldığında ikisi arasına insanoğlu yaratılmış.
insanoğlu üstünde atalarım Bumin Kağan, istemi Kağan Hükümdar olmuş. Türk milletinin ilini tutmuş töresini düzenlemişler…

Ordu yürütüp dört bir yandaki başlıya baş eğdirmiş dizliye diz çöktürmüş…
Çin milleti ile komşu olmuşlar. Altını, gümüşü, ipekliyi sıkıntısızca veren Çinlinin sözü tatlı ipeklisi yumuşak imiş…Bunlarla uzak kavimleri kendisine yaklaştırır, sonra kötülük edermiş…
Bilge kişiyi, yiğit kişiyi sevmez, yürütmezmiş…Türk milleti varlığa, tokluğa ve rahata alışıksın. Böyle olduğu için boş tatlı sözlere kanıp Kağanının, Beyinin sözünü beklemeden her yere gittin, aldandın, aldatıldın, böyle olunca oralarda hep mahvoldun…
itaatsizliğin yüzünden seni kalkındırmış Kağanına ve eline kendin kötülük getirdin, kendin yanıldın…
iyice düşün:

Silahlılar gelip seni nasıl dağıttılar mızraklılar gelip seni nasıl sürdüler?
Mukaddes Ötüken ormanının milleti dağıldın…
Doğuya giden gitti, batıya giden gitti. Gittiğin yerde kanın su gibi aktı, kemiğin dağ gibi yattı.

Bey olacak erkek evladın köle, hanım olacak kız evladın cariye oldu.
Kocamışlara , bilgelere itaatsizligin yüzünden…Tahta oturduğumda; şuraya buraya dağılmış olan milletim ölüp biterek yaya ve çıplak olarak geri geldi. Milletimin adı yok olmasın; Töre yok olmasın diye, gündüz oturmadım gece uyumadım.Gözden yaş gelse önleyerek, gönülden çığlık gelse geri çevirerek düşündüm.
iyice düşündüm.

Milletimi kalkındırayım, besleyeyim diye kuzeye, güneye ve doğuya on iki büyük sefer yaptım, savaştım.
Ondan sonra Tanrı bağışlasın; talihim ve kısmetim varolduğu için Ötüken‘i il tuttum. Açları doyurdum, çıplakları giydirdim. Yoksul milleti zengin kıldım. Az milleti çoğalttım. Artık kötülük yok.
Ve Türk Kağanı Mukaddes Ötüken Ormanında oturdukça ülkede sıkıntı olmayacak, töre yaşayacak..

Üstte Gök Basmasa Allta Yer Delinmese Senin ilini ve Töreni Kim Bozabilir?
EY TÜRK TiTRE ve KENDiNE DÖN!…

sözlerinin sahibi büyük türk hakanı…

yazının başında da geçen kendini tanımlaması ile kut’lu bir kişiliğe sahiptir bilge kağan. tarihi bulgu ve belgelere göre bu kutluluğunun kaynağı tanrı katından gelen bir peygamber olmasıdır ki, araplar ve ortadoğu kaynaklarında bu kişi zülkarneyn‘dir.
(bkz: zülkarneyn/@protest sanayici)
http://tarihturklerdebasl…-peygamber-hz-zulkarneyn/

türk” ismini tarihe kazıyan ulu kağan köktürklerin ikinci hanedanlığında kardeşi kül tügin ve veziri tonyukuk ile birlikte türk milleti’ne altın bir çağ yaşatmış, evvela tüm türk boylarını gök bayrak altında toplamış, türk dünyasında barış ve huzuru ve dolayısıyla saadeti tesis etmiştir.

Bilge Kağan’ı en büyükler arasına katan ve ona Türk tarihinde başka hiç kimseye nasip olmamış müstesna bir yer kazandıran en önemli eserlerinden biri, onun zamanında dikilen ve aradan 1300 yıl geçtiği halde, bugün bile önemini, güncelliğini, tazeliğini koruyan, dünya durdukça da koruyacak olan Orhun Yazıtları (Âbideleri veya Anıtları)’dır.

Bu yazıtlar, Tarih yapan fakat yazmayan bir millet olarak tanınan Türkler tarafından yazılmış ilk Türk tarihi, Türk kelimesinin ve Türk Milletinin adının geçtiği ilk Türkçe metin, Türk yazı dilinin ve yazılı Türk edebiyatının ilk, fakat olağanüstü işlek örneği olma gibi özelliklere sahiptir. Türk hitabet sanatının bu ilk ve muhteşem şaheserinde; vatan ve millet sevgisi, millet olma, devlet kurma bilinci, milliyet fikri olağanüstü güzel bir dil ve üslupla işlenmiştir.

Bilge Kağan’ın, Türk tarihine ışık tutan, yöneticileri ve halkıyla bütün millete öğütler veren, yol gösteren bu siyasetname, tarih ve siyaset belgesi, vasiyetname niteliğindeki hitabesi, çağının çok ilerisinde adil, ileri, barışçıl, milletinin tamamını görüp gözeten sosyal, ekonomik ve siyasi bir nizam, sistem ve öğreti niteliği de taşımaktadır. İşlenen fikir ve düşüncelerin, savunulan değerlerin her zaman ve her yerde geçerli olabilecek, bugünlere ve yarınlara da ışık tutabilecek mükemmellikte, olgunlukta ve evrensellikte olması, üstelik çoğu ifadelerin neredeyse birebir Kur’an Ayet meâli denebilecek kadar İslami ölçülere ve değerlere uygun düşmesi de üzerinde önemle durulması gereken son derece ilginç ve şaşırtıcı bir durumdur.

kimi kaynaklarda “türkleri budist yapmak istemesi ve vezir tonyukuk tarafından bu istemden vazgeçirilmesi”nden bahsedilse de kutlanmış kişi olan bilge kağan’ın böyle bir girişimi olduğunu düşünmek son derece mantıksızdır.
düşünün ki tanrı katında doğan ve türk milleti’ni dünyaya egemen kılmak için var edilmiş kutlu kişi bir başka dinin buyruğu altına girecek.
bu türk başbuğu bilge kağan’a yapılan bir hakarettir sadece…

AVARLAR…

çinliler tarafından juan juan‘lar olarak tanımlanan hun-türk soylu turani halk…

orta asya’da kurdukları avar hanlığı’na göktürkler(köktürkler) tarafından son verien avarlar’ın büyük bir kısmı volga nehrinin batısına geçerek burada avrupa hun’larından geriye kalan gök oğuzlar, macarlar, bulgarlar ve peçenekler ile birleşerek doğu avrupa’yı uzun yıllar etkisi altına almışlar, bizans’ı vergiye bağlayıp, istanbul’u iki kez kuşatmışlardır…

doğu avrupa’daki turani toplulukları bir bayrak altında birleştiren avarlar, 567 yılında Macar ovasına gelerek, bu bölgede yaşayan güçlü Germen kavimlerinden Gepidleri dağıtmış, Lombardlar’ı da italya’ya göçe mecbur etmişlerdir. Böylece Avarlar, Macar ovasına tek başlarına hâkim olmakla kalmayıp avrupa’nın etnik yapısının belirginleşmesinde en önemli rollerden birini oynamışlardır.
(bkz: avrupa hun imparatorluğu)

avarlar’ın kökeni hakkında en önemli bilgileri bizans’lı ve çin’li tarihçilerden elde edebiliyoruz.
bizans tarihçileri avarlar’ı yüzyıllarca önce karadeniz’in kuzeyinde güçlü bir hükümdarlık kuran iskitler’in devamı olduğunu belirtmektedir ki, eski yunanlıların at-insan olarak adlandırdığı iskitler’den öykünülen yarı at yarı insan mitolojik yaratık “centaur” betimlemesi, bir türk boyu olan avarlar’ın kurdukları devletin bayrağında açıkça yer almaktadır.

Bizans tarihçisi Simokattes, Avarlar hakkında “Hakikî Avar” ve “Sahte Avar” diye bir ayırım yapmıştır. Bu kayıt üzerindeki incelemelerde varılan sonuçlara göre, Sahte Avar denilen topluluk, aslında, Batı Türkistan-Kuzey Kafkasya arası ve Don-itil (Volga) nehirleri dolaylarındaki Ogur boylarına komşu olarak yaşayan ve Bizans kaynaklarında “Avar” adı ile anılan varkhonlar‘dır ki, Göktürkler, Hunlar gibi Y’li Türk lehçesi konuşan bu iki Türk grubu, önce 350 yılını takiben, bağlı oldukları Juan Juan idaresini terk edip, batıya yönelerek, Türkistan-Afganistan-Kuzey Hindistan’da Ak Hun (Eftalit) Devleti’nin kuruluşuna katılan, sonra da, Juan-Juanların 458-459 yılında Tabgaç orduları karşısındaki yenilgileri üzerine, yine Moğolistan’daki yabancı hakimiyetinden koparak, Hazar-Aral kuzeyi sahasına gelen War (Var) ve Hun adlı Türk kabileler birliği idiler ve yaptıkları işe uygun olarak, batıda topluca Apar (Abar, Avar) diye anılmışlardır.
yani, Avrupa Avar hakanlığı’nın kurucularını ve hakim zümresini, Asya içlerinden gelen ve güney Rusya düzlüklerinde karşılaştıkları Ogur boyları ile birlikte, aralarında, Göktürklerin siyasî genişlemesi dolayısıyla baskı altında kalarak batıya çekilen bazı Moğol ve Alan gibi yabancı unsurların da bulunduğu kalabalık Türk kütleleri teşkil ediyordu.

tıpkı iskitler’de olduğu gibi bazı batılı kaynaklar avarlar’ı da irani bir kavim olarak tanımlayarak, onları hint-avrupa dil ailesine dahil etmek sureti ile kendilerine kimlik/alt kültür arayışına dayanak sağlamak istemekte iken, yine tıpkı iskitler’de olduğu üzre büyük bir tarihi yanılgıya düşmektedirler.
(bkz: iskitler/@protest sanayici)

Avar imparatorluğu nüfuz sahasına giren bölgelerde (Macaristan, Arnavutluk, Hırvatistan, Çekoslovakya, Avusturya, güney Almanya), 1970’lere kadar yapılan, “Avar çağı” ile ilgili arkeolojik kazılarda çıkarılan insan iskeletlerinde Germen, islav, iranlı, Fin-Ugor gibi türlü tipler arasında Türk tipinin de (brakisefal) dikkati çekecek ölçüde olduğu, hatta bazı buluntu yerlerinde, asli Türk soyunu temsil eden “Andronovo tipi“ne bile yüzde 10-15 gibi, oldukça yüksek bir nispette rastlandığı tespit edilmiştir.

yine, Arnavutluk’taki Prostovats altın hazinesi, Avar’lara ait olduğu gibi, arkeolojik araştırmalar, Avar Türk sanatının, Germen ve islav sanatları üzerindeki tesirini ortaya koymuştur.
Orta Macaristan’ın Nagy Szent Miklos mevkiinde 1799’da ele geçmiş olup, hangi Türk kavmine ait bulunduğu hala münakaşa edilen, üzerleri Türkçe yazı kitabeli 23 parça altın kaptan müteşekkil ünlü hazinenin, Avar çağından kaldığı ileri sürülmekte olup, avrupa’daki avar-türk varlığının en önemli delillerinden biridir.

avarlar’ın varlığı ile ilgili belgelere osmanlı arşivlerinde de rastlamak mümkün.
osmanlı’nın balkanlar’ı fethinden sonra bölgede türkçe’nin değişik bir lehçesini konuşan topluluklardan(özellikle hırvatistan) söz edilmekte olup, bunların slav toplumu içinde asimile olmuş avar türkleri olabileceği kuvvetle muhtemeldir.

avarlar’ın avrupa’ya değil de kafkaslar’a yönelen kolu ise bugün hala varlıklarını idame ettirmektedirler, kafkasya avarları‘na yapılan dna testleri ve araştırmalar neticesinde avarlar’ın irani bir kavim olmadığı net bir şekilde belgelenmiş, avarlar’ın dağıstan türkleri ile akrabalığı hususunda önemli bulgulara rastlanılmıştır…
bugün kafkasya’da yaşayan avarlar dağıstan cumhuriyeti’nin populasyonunu teşkil eden en önemli unsurdur. bugün dağıstan’da 1.000.000, rusya’da 1.000.000 eski sovyet cumhuriyetleri’nde 500.000, türkiye ve ortadoğu’da toplam 300.000 olmak üzre 3.000.000 civarında kafkasya avar’ı varlığını sürdürmekte, dilllerini ve kültürlerini korumaktadır.

bugün tarihe tarafsız yaklaşan ve tarih bilimine inanan tüm araştırmacılar şunu çok iyi bilirler ki avarlar’da, onların ataları olan iskitler’de öz be öz türk oğlu türktür

FOTOGRAFLARLA ATATÜRK…

Ulu önder ATATÜRK’ün aramızdan ayrılışının 73. yılının anısına…

15 Temmuz 1906 BEYRUT… Mustafa Kemal’in (önde, solda) yanında arkadaşı Ali Fuad (Cebesoy) Paşa…

———

Trablus savaşı’nda Gönüllü Osmanlı zabitleri… Sirenayka’da. Muhtemelen Derne’de 1913’te çekilmiş bir grup resmi: Mustafa Kemal (önde, sağda) ve Fuad Bulca (solda).

—–

Sofya’da ateşemiliterlik vazifesi esnasında “Milletler Balosu”nda giydiği orijinal Yeniçeri kıyafeti ile(11 Mayıs 1914).

——————–

Liman von Sanders’le birlikte,  Demirhaç Nişanı’nı aldığı törende.

——————

Diyarbakır’da (1917) Alman bir bağlantı subayı ve kendi manevi oğlu Abdürrahim (Tuncak)ile…

————-

Bekir Sami Bey’in (Kunduh) Tokat civarındaki çiftliğinde (1919).

————–

Gazi halkın içinde. bir grup deveci ile hasbihalde…

————–

istanbul dolmabahçe’de dil kurultayı esnasında verilen bir yemekli baloda halay çekerken.(1936)

——————–

1 Kasım 1933’te, Meclis Başkanı Kâzım Özalp (solda) ve İran Dışişleri Bakanı Farukî Han ile birlikte TBMM binasından çıkarken.
——————

Ağustos 1925’te, Kastamonu, İnebolu ve Daday’a yaptığı seyahatte…

—————

Florya plajı’nda gençlerle…

——

Latife hanım ile evlilik töreninde dans ederken…

————-

orman çiftliği’nde çalışmaları denetlerken…

———-

bir yurt gezisinde öğrenciler ve halk tarafından karşılanırken…

KARAKOL ÖRGÜTÜ…

Mondros mütarekesi sonrası istanbul ve izmir’in işgaliyle teşkilat-ı mahsusa mensupları dağıtılan örgütü yeniden canlandırma ve yakında başlayacak milli mücadeleye stratejik, askeri ve lojistik desteksağlaması amacıyla kurulan istihbarat örgütüdür.

örgütün kuruluşundan ülkeden kaçan enver, cemal ve talat paşa’lar haberdardır.

talat paşa’nın da oluruyla ittihatçıların ünlü iaşe nazırı kara kemal ile kurmay albay kara vasıf bey ilk görüşmeleri yaparlar. daha sonra yeni örgütün kurulması için yapılan çalışmalarda bir öncü daha belirlenir. bu kişi karadeniz boğaz komutanı galatali sevket bey’dir.

yeni örgütün kuruluş toplantısı 5 şubat 1919 tarihinde avukat refik ismail bey’in sultanhamam’daki yazıhanesinde yapılır. toplantıda galatalı şevket bey örgütün başkanlığına seçilir. örgütün adı baha sait beyin isteği üzerine kara vasif bey ve kara kemal beylerin adından esinlenilerek “karakol” olarak belirlenir.

örgüt öncelikle ittihatçılara ve teşkilat-ı mahsusacılara karşı girişilen saldırılara karşı koyacaktır. ancak bu yapılanma giderek genişler. bireysel savunmanın yerini anadolu’nun düşmandan kurtarılması için genel bir karşı koyuş alır. burada örgüt, karadeniz kıyıları, ege ve doğu anadolu’da güçlü bir şekilde örgütlenir. bu örgütlenme adeta ittihatçıların yeni bir yapılanmasıdır.

istanbul ve anadolu’da halk üzerinde yapılan çalışmalarda, işgal kuvvetlerine karşı konulması gerektiği vurgulanır.

türk kökenli en büyük istihbarat gücü olan karakol örgütü’nün kuruluş şeması ve çalışmaları şöyledir.

kurucusu ve başkanı: albay kara vasıf.

yönetim kurulu üyeleri: albay galatalı şevket, yarbay kemalettin sami gökçe, yarbay edip servet tör, baha sait, kara kemal, binbaşı ali rıza, binbaşı ali çetinkaya…

üsküdar grubu başkanı: yenibahçeli şükrü oğuz,

topkapı grubu başkanı: yarbay hüsamettin ertürk(sonra albay),

islam kadınlar birliği başkanı: naciye faha hanım

başlıca müfrezeler ve önde gelen adlar: yahya kaptan, küçük arslan, büyük arslan, ipsiz recep, bulgar sadık, dayko, yüzbaşı nail, yalovalı ibo, gebzeli rıfat kaptan, önde gelen isimler olarak sayılabilir.

SÜLEYMAN ASKERİ BEY…

teşkilatı mahsusa’nın üst düzey yöneticilerinden vatansever ittihat ve terakki partisi mensubu görev adamı.

teşkilat-ı mahsusa’nın önde gelen isimlerinden biri olan süleyman askeri bey, vehbi paşa’nın oğluydu. askeri harbiye’den kurmay yüzbaşı olarak mezun olmuş ve 1908 hareketinde yer almıştı. “merkez taburu talim muallimi” sıfatını taşımış ve askerlik hayatının bu en hareketli devresini “ilan-ı meşrutiyet” ile sessizliğe terk etmişti.

süleyman askeri, irak cephesine kumandan tayin edildiğinde, bu birliğin başlıca kuvvetleri erzurum cephesine tayin edilmişti.

süleyman bey vaktiyle beraber çalıştığı arkadaşları ile ülkenin muhtelif yerlerinden gelen gönüllülerden teşkil edilen “osmancık” isimli fedai taburu ile basra’yı korumak vazifesini almıştı. bağdat’tan itibaren yol boyunca askerlerin ve halkın tezahüratı ile desteklenmiş ve emir komutayı alarak savaşın mukadderatında rol oynamaya başlamıştı.

askeri bey ile fedailerinin verdiği savaşı anlatmak mümkün değildir.

yaralı olmasına rağmen şuayyibe’de savaşı sedye içinde ön safhalarda idare etmişti. mağlubiyeti ve askerlerinin bir bir can vermesini hazmedememişti. hayatına son vermesi, arap cephesinin değil, dünya askerlik tarihinin de en trajik misallerinden biri olacaktı.

ayrıca süleyman askeri bey, teşkilatı mahsusa’dan arkadaşlarıyla kurduğu “batı trakya türk cumhuriyeti’nin” ilk genelkurmay başkanıdır.

 

TEŞKİLAT-I MAHSUSA…

cumhuriyeti kuran kadroları yetiştiren ve devamı niteliğindeki “mm karakol örgütü” vasıtasıyla anadolu’ya silah kaçırarak kurtuluş savaşı’nın kazanılmasında önemli rol oynayan teşkilat.

ayrıca, ankara’da kurulan yeni meclise, göz hapsindeki istanbul ve işgal altındaki diğer bölge mebuslarını hayatları pahasına koruyarak-kaçırarak getirmiş, meclis-i mebusan’ın tekrar toplanmasında büyük rol oynamıştır…

hiçbir zaman devlet-millet aleyhine çalışmamıştır.

teşkilat ayrıca cia ya model olmuştur. teskilat-i mahsusa gibi bir gizli örgüt, genis ufuklu ve büyük devlet felsefesi ile düsünen osmanli devlet adamlari için ne kadar önem tasiyorsa, tipki osmanli gibi “büyük oynayan” amerika için de o denli önem tasiyordu. en azindan, dünya hakimiyetinin pekistirilmesi bakimindan bir gizli örgütün dünya ölçeginde nasil çalismasi gerektigine dair önemli dersler veriyordu teskilat-i mahsusa.

stoddard’in teskilat-i mahsusa hakkinda elde ettigi bilgiler cia’nin ufkunu bir hayli genisletmis ve isine oldukça yaramis olmali. isin ilginç yani, teskilat-i mahsusa’nin birikiminden türkiye’nin bir türlü yararlanamamasi. çünkü misaki milli sinirlari içerisine sikisip kalmis “dar ufuklu” bir türkiye, o begenmedigi osmanli kadar bile büyük düsünemiyor.

stoddard’in teskilat-i mahsusa hakkindaki çalismalari 1963’te tamamlandi. ama türk kamuoyuna teskilat-i mahsusa’yi tanimak amerika’dan tam 30 yil sonra, yani 1993 yilinda nasib oldu. çalisma 1993 yilinda arba yayinlari’nin girisimleri sonucu türkçe’ye çevrildi ve ayni adla yayinlandi:

teskilat-i mahsusa: istanbul’un dogusunda bitmeyen oyun“.

kitabin bu tarihte piyasaya çikmasinin özel bir anlami var mahir kaynak’a göre. “bu kitabin yayinlanmasi” diyor kaynak, “amerika avrupa güç dengesi arasinda bir tercih yapmak noktasina gelmis olan türkiye’deki alman lobisinin zayiflatilmasi amacina yönelik.”

teşkilatı mahsusa mensubu bazı ünlü şahsiyetler şunlardır:

enver pasa, binbasi süleyman askeri, esref kusçubasi, rauf orbay, çerkes ethem, abdulaziz el-sinusi, dr. esat isik pasa, hüsamettin ertürk, mehmet akif ersoy, cezayirli emir ali, afyonlu ali çetinkaya, ali fethi okyar, binbasi misirli aziz ali bey (sonradan misir ordusunda general), nuri killigil (enver’in kardesi sonradan önemli sanayici), binbasi fuat bulca (sonradan thk baskani), tegmen islam bey (fuat pasa’nin oglu), binbasi mustafa kemal bey, yüzbasi manastirli nuri conker (osm. meclisi mebusan azasi), dr. refik saydam (sonradan bakan ve basbakan), piyade yüzbasi çerkes resit (çerkes ethem’in agabeyi), tegmen yakup cemil (1916’da vatana ihanetten asildi), dr. bahattin sakir, mithat sükrü bleda, ohrili eyüb sabri, fuat balkan, teymen hilmi musallimi (1915 süveys kanali harekati’nda kürt mücahitlerin komutani, said halim pasa’nin katibi), ismail canbulat (1926 îstiklal mahkemesi’nde asildi), piyade subayi rasuhi (sonradan mustafa kemal’in yaveri), filibeli hilmi bey (ittihat terakki müfettisi, 1926’da asildi), serif burgiba (habib burgiba’nin babasi), arabistan’da îbn-ür resid. (p.h.stoddard’in esref kusçubasi’ndan dinleyip hazirladigi listeden derlenmistir.)

ayrıca listeye m kemal ataturk ve doktor nazim gibi isimleri de ekleyebiliriz.

DOKTOR NAZIM

1872 selanik doğumlu ittihat ve terakkinin önde gelenlerinden. sabetayist kökenli komitacı.

askeri tıp fakültesine devam ederken ittihadi osmani cemiyetine üye oldu. 2. abdülhamitin sıkı istibdat rejiminden kaçarak parise yerleşti ve öğrenim hayatına sorbonne üniversitesinde devam etti. burada tanıştığı ahmet riza ile birlikte osmanlı terakki ve ittihat cemiyetini kurdu.

2. abdülhamit’in baskısıyla fransa’dan sınırdışı edilerek belçika’ya yerleşti faaliyetlerine burada devam etti ve ittihat ve terakki’nin yayın organı meşveret dergisini çıkardı.belçika’dan da sınırdışı edilerek isviçre’ye yerleşti.

1902’de toplanan paris kongresi’nde prens sabahattin grubuyla ters düştü ve ittihat ve terakki adı altında yeni bir örgüt- oluşum içinde yerini aldı. 2. abdülhamit’e karşı darbe yapılmasını savundu. izmir’deki orduyu selanik ordusu’na katıp darbe yapmak amacıyla “tutuncu yakup aga” kimliğinde izmir’e yerleşti.

1908de meşrutiyetin ilanından sonra kurulan hükümette bakan olarak görev aldı. 31 mart ayaklanmasının ardından yunanistan’a kaçtı ve yakalanarak hapse atıldı. bab-ı ali baskınından sonra yönetimi tekrar ele geçiren ittihat ve terakki sayesinde tekrar özgürlüğüne kavuştu.

teşkilat-ı mahsusa ve fenerbahçe kulübünde başkanlık yaptı.

1918 de tekrar bakan oldu. birinci dünya savaşı sonucunda ittihat ve terakki partisi’nin kendini fes etmesiyle yurtdışına kaçtı anadolu’ya dönüp milli mücadeleye katılma isteği reddedildi. cumhuriyetin kurulmasıyla beraber bacanağı dr tevfik rusdu aras sayesinde tekrar yurda döndü ve siyasetten uzak sade bir yaşam sürmeye başladı.

1926 da adı izmir suikastı’na karıştığından ötürü tutuklandı. hakkında pek fazla delil bulunmamasına rağmen 26 ağustos 1926 da idam edildi.

HAZAR TÜRKLERİ…(HAZARLAR)

Tarihte savaşçılığı ile nam salmış türk boylarını saymaya kalksak ilk sıralara hangilerini koyarız?

bu belki kişiden kişiye değişkenlik gösterir, kimi hunlar’ı ilk sıraya koyar, kimi avarları…ama ne olursa olsun ilk üç sırada sayacağımız topluluklardan biri kesinlikle HAZAR TÜRKLERİ olacaktır.(ki zaten hazar türkleri avrupa hunları ve avarlar ile aynı soy kütüğüne mensuptur)

Tarih kitaplarından da aşina olduğumuz üzre, hazarlar 5. yy ila 10. yy’lar arasında karadeniz ve hazar denizi’nin kuzeyinde volga nehri ve kırım arasında büyük bir imparatorluk kurmuşlar, çevre devletler ile savaşmış, bazı dönemler bizans imparatorluğu için paralı askerlik yapmışlar, müslüman emevilerle savaşmış, islamiyetin kuzeye yayılışını engellemiş ve hatta din olarak museviliği seçmişlerdir…

Öncelikle şu çok iyi idrak edilmelidir ki HAZAR TÜRKLERİ TAMAMEN MUSEVİ DEĞİLDİR…

Evet, hazar türkleri’nin bir kısmı museviliği benimsemişt,r, lakin büyük bir bölümü eski türk inancı olan GÖK-TANRI inanışına devam etmişlerdir…

bugün hala azerbaycan ve dağıstan’da yaşayan “cuhuro” olarak da adlandırılan “dağ yahudileri” hazar türkleri’nin günümüzdeki uzantılarındandır…

Hazar devleti’nin devlet-yönetici tabakasının museviliği seçmesinin en önemli sebebi ise o dönem islam dünyasının baş aktörü olan ve islamiyeti faşizanca bir yaklaşımla bir ARAP DİNİ haline getirmeye çalışan EMEVİLER ve onların hükümdarı MUAVİYE’dir…

muaviye ve emeviler islam dünyasının kuzeyinde ve kuzey anadolu ve rus stepleri’nin ticaret yollarının tam merkezinde bulunan bu güçlü devleti kendi hanedanları için bir tehdit olarak görmüş,  savaşçılıkları ile nam salmış bu topluluğun islamiyete geçmesine soğuk bakmışlardır.

Nitekim hazar türkleri’de hiçbir zaman emevilere minnet etmemişler, arapların kafkasya’ya hakim olmasını sürekli olarak engellemişlerdir.

yine de hazar türkleri’nin islam dünyasına ve islamiyete katkıları yadsınamaz. şöyle ki emevi-islam devleti’nin sınır komşularından biri olan iran’daki SASANİ devleti islamiyetin en önemli düşmanlarından biri ve iran’da islamiyetin yayılmasını engelleyici bir faktördü. lakin sasanilerin diğer sınır komşusu da hazar türkleri idi…emeviler ne kadar mücadele ettilerse de sasanileri yıkmayı başaramamışlar, ama hazarların iyice hırpaladığı sasani iran’ını 650 yılında ele geçirerek hazarlarla komşu olmuşlardır.

Hazarlar, Kafkasya’da ilerleyen Araplara karşı, 731’de büyük bir güç toplayarak karşı saldırıya geçip Arapları ağır bir mağlubiyete uğratarak, geçmişte Hazarlara karşı birtakım başarılan kazanmış, Ermenistan valisi Cerrah’ı öldürdüler. Hazar ordusu bu savaşta Musul önlerine kadar gelmiştir.

İslam halifeliğinde Abbasiler‘in iktidara geldiği, 763’ten sonra, Arap-Hazar mücadeleleri eski hızını kaybetmiştir. Hazarların Müslüman ülkelerine son akınları Halife Harun Reşid zamanında olmuştur. Halife Harun Reşit, kumandanı Yezid’i Hazarların üzerine göndermiş ve o da Hazarları Ermenistan’dan çıkarmayı başarmıştır. Bundan sonra Arap kaynaklarında Hazarların hücumlarından bahsedilmemektedir. Böylece Güney Kafkaslar‘da hâkimiyet için yapılan Arap-Hazar mücadelesi sona ermiştir.

Hazar türkleri gerek savaşçılıkları, gerek kendilerine özgü kültürleri ile salt kafkasya ve kuzeyinde sınırlı kalmamış, orta avrupa ve balkanlar’a kadar yayılmış ve buralardaki halklarla kaynaşmışlardır.

Avrupa’nın etnik yapısını değiştiren, ATTİLA’nın AVRUPA HUN İMPARATORLUĞU ordusunda hazar türkleri’nin önemi çok büyüktü. avrupa’nın içlerine yapılan akınlarda hazarlar önemli başarılar elde etmiş, özellikle güneydoğu avrupa’da hun imparatorluğu’na karşı tüm direnç merkezlerini ortadan kaldırmış ve hatta BİZANS’ı vergiye bağlamışlardır. Hazarlar tarafından vergiye bağlanarak iyice güçsüzleşen bizans, tarihi boyunca bu zor durumu unutmamış, hazarlar’la her zaman iyi bir müttefik olmuştur.

1071 malazgirt savaşı’nda hazarları ve hazar soyundan gelen peçenek ve bulgarları romen diyojen’in bizans ordusunda görüyoruz. lakin bizans ordusu’nun vurucu gücünü oluşturan bu unsurlar, karşı cenahta kendileri ile aynı dili konuşan, aynı şekilde at binen, aynı şekilde kılıç kuşanan selçuklu türkleri ile cenk etmekten imtina edip saf değiştirmiş, tarihin o güne dek gördüğü en donanımlı ordu olan bizans ordusu’nun malazgirt’te yok olup erimesinde önemli bir rol oynamış, dolayısıyla anadolu’nun kapılarının türklere açılması ve anadolu’nun türkleşmesinde aktif rol oynamışlardır.

9., 10. ve 11. yüzyıllarda Hazarlar, Müslüman ve Rus tüccarların ülkelerinden serbestçe geçmelerine izin vermişlerdir. Bu tüccarlar özellikle 10. yüzyılda İtil’in devamlı müşterisi olmuşlardır ve bir süre sonra da birçoğu buraya yerleşmiştir. İtil dışında Sakşın şehrini de bir ticaret merkezi yapan Hazarlar, 8. yüzyılla 11. yüzyıl arasında topraklarının geniş bir bölümünde güven ve asayişi sağlamış ve doğu avrupa ve kafkaslarda barışı tesis etmişlerdir. işte bu ticaret hacminin kabarttığı iştah ve Hazar devleti’nin yanıbaşında güçlenen rus knezlikleri ve bizans’ın işbirliği ve diğer türk boyları’nın saldırılarına ancak 11. yüzyılın sonlarına kadar direnebilmiş, bu tarihten sonra zaten merkezi olmayan siyasi otorite iyice zayıflamış ve nihayetinde doğu avrupa halkları(macarlar, bulgarlar) ve kafkas halkları arasına karışarak asimile olmuşlardır.

Çok kuvvetli ve savaşçı bir millet olan hazarların çöküşünün en önemli sebebi bizanslılar, araplar, selçuklular ve ruslar gibi merkezi bir devlet olmayışları ve genelde göçebe bir yaşam tarzını benimsemeleri gösterilmektedir.

Tarihi kaynaklara göre Hazar türkleri GÖKTÜRKLER’in devamıdır. hazar türkleri’nin devlet yapısı ile göktürkler’in devlet yapısı ve töreleri hemen hemen aynıdır. örneğin hazarlarda, göktürklerdeki gibi kağanlık babadan oğula geçerdi ve kağanların Asena adlı dişi bir kurdun soyundan geldiğine inanılırdı. Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Hazarlarda da kağanın sihirli bir kudreti olduğuna inanılırdı. Halkın başına kuraklık, kıtlık, savaşlarda başarısızlık ve başka uğursuzluklar geldiği zaman, kağan bundan sorumlu tutulur ve bu durum onun ölümüne neden olurdu.

Sovyet arkeologların yaptıkları araştırmalarda elde ettikleri bulgulara göre Hazarlar, Hunlardan daha farklı olarak çok ileri bir medeniyet seviyesine erişmişlerdi. lakin günümüzde sovyetlerin ve rusların sistematik bir şekilde kararttığı bulgular sayesinde diğer türk toplulukları ve öntürklere ait medeniyetlerde olduğu gibi, hazar türkleri ile ilgili olarak elimizdeki belge ve veriler son derece sınırlıdır.

her ne kadar gizlense ve paylaşılmasa da hazarlar’ın tarihin akışını değiştiren bir türk topluluğu olduğu ve türk dünyasında son derece önemli bir yere sahip olduğu muhakkaktır.

ATATÜRK’ÜN HAYALİ; “BOZKURT BAŞLI GÖK BAYRAK”…

Yıl 1921 sonları…

Anadolu’nun her yerinde kurtuluş mücadelesi hız kazanmış ve düşman perişan durumdadır. Ancak asıl savaş, Ankara’ya yaklaşan Yunan ordusu ile yapılmaktadır. Sakarya Meydan Savaşı’nın henüz bitmediği, ancak düşmana büyük kayıplar verdirilerek geri çekilmeye mecbur bırakıldığı günlerde bir akşam Atatürk silâh arkadaşları ile sohbet ederken konu yeni devletin kuruluşuna gelir.

İşte bu sırada Atatürk(mealen): “Arkadaşlar! Yakın zamanda yeni bir devlet kuracağız. Bu devlete bir gök bayrak gerek. Ama bu bayrağın üzerinde -ön yüzden bir Bozkurt başı- olsun’” der…

Bu sözü üzerine birden şaşkınlık geçiren arkadaşları, halkın Ay-yıldızlı bayrağa alıştıklarını ve bunun halk üzerinde de etkili olduğu görüşünü dile getirirler. Ve bu görüş orda kalır. Ancak Atatürk’ün içindeki bu özlem sönmez.

Atatürk’ün bozkurt başlı gök bayrak özlemi cumhuriyet’in ilanını takiben hazırlanan türk tarih tezi çalışmaları ile doruk noktasına çıkar, gazi’nin talimatıyla bozkurt başlı gök bayrak çalışmaları yapılır;

işte Atatürk’ün türkiye cumhuriyeti için seçtiği bozkurt başlı gök bayrak budur…

lakin bu çalışma hayata geçirilememiş gazi’nin içinde ukde olarak kamıştır. Atatürk hayata geçiremediği bu devrimi öncelike yeni türk lirasında denemiş, 5 türk lirası’nın arka yüzüne bozkurt motifi koydurtmuştur.

 
Gazi’nin bozkurt sevdası ne yazık ki ölümüyle birlikte türk milleti’nin hafızasından sistematik bir şekilde silinmeye çalışılmış, türk tarihinde pek önemli bir yeri olan ve türk milleti’ni tanımlamak için kullanılan bir figür olan “bozkurt” türk milleti’nin resmi sembolü olmaktan çıkartılmıştır…
 
Atatürk’ün bu bilinmeyen özlemine bir dönemin kamu kuruluşu olan petrol ofisi sahip çıkmış, Bozkurt başı’nı kendine logo olarak seçmiş ve yıllarca kullanmış, hala da kullanmaya devam etmektedir.
 
Lakin  türk milleti’nin benliğinden bozkurt felsefesi’ni kazımaya ant içen zümreler, kar eden bir kamu kuruluşu olan petrol ofisini de çoktan özelleştirmiş, özelleştirmenin ardından da yabancılara satılmasını sağlamışlardır…
 
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN VE TÜRKLÜK BİLİNCİNE SAHİP ÇIKMASINA YARDIMCI OLSUN…
 
NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!…

Türk tarihine ışık tutan motifler : TAMGA…(lar)

Bir topluluğun ulus olması için gerekli yazılı olmayan kaideler vardır…kültür, ahlak, din, dil gibi…ve toplumlar bu yazılı olmayan kuralları sembolleştirerek tarihe izler bırakırlar.

binlerce yıldan beri tarihin yazılmasında, şekillenmesinde önemli katkıları bulunan TÜRK MİLLETİ’de kendi tarihine bu tip sembollerle ışık tutmuş, tarihe adını altın harflerle yazdırmışlardır.

ön türklerin tarihe not düştükleri işte bu sembollerin en önemlileri TAMGALAR’dır.

“Türklerin tarih boyunca granit taşlara kazıdıkları özel işaretler Türk Kültürüne; Türklerin sosyal yazışmalarına ve Türk tarihine ışık tutar niteliktedir. Bu şekillere ad olarak verilen Tamga kelimesi sözlük anlamı olarak bir şeyin üzerine bir nişan basmaya yarayan araç, bu araçla basılan nişan, bir kimsenin herkesçe bilinen lekesi, şeklindedir. “

“TAMGA” kelime anlamı olarak bugün türkçemizde kullandığımız “DAMGA” kelimesinin karşılığı olsa da, taşıdığı mana ve derinlik “damga” kelimesinden çok daha önemli ve kıymetlidir. tamga ya da tamgalar ve buluntuları türk tarihine ışık tutan en önemli bulgulardır.

türkler, tarih sahnesine çıkışlarından beri kendilerini tanımlayan bu sembolleri kah mağara duvarlarına işlemişler, kah dokudukları kilimlerde sergilemişlerdir. tamgalar bazen bir bayrak olarak karşımıza çıkmış, bazen de birkaç tamga bir araya gelerek bir objenin tanımını oluşturmuşlardır.

bugün anadolu türklüğü’nün atası olarak bilinen OĞUZ BOYLARI’na ait tamgalar;

türklerin taşlara imlediği tamga resimlerinin manaları;

ESKI TÜRK DAMGALARININ GÜNÜMÜZE YANSIMALARI

Orhun’dan Anadolu’ya kadar uzanmis olan Türk damgalari, Orhun ve Yenisey Yazitlarindaki benzer veya çok az farkli veya tamamen farkli sekilleriyle Anadolu’daki çesitli boy, soy, oba, asiret ve cemaat ile aileler arasinda kullanilmakta ve halâ yasamaktadir. Türk damgalari Anadolu’da su yerlerde kullanilmaktadir.

1. At ve sığırda,

2. Koç veya koyunun sırtında, kuyruğunda veya başında,

3. Koç ve koyunun kulak veya burnunun üstünde,

4. Kovanlarda, buğday veya un ambarlarında,

5. Mezar taşlarında,

6. Hece tahtası adi verilen, tahtadan yapılmış mezar işaretlerinde,

7. Kilim ve halılarda,

8. Keçelerde, kepeneklerde,

9. Heybe, torba ve un çuvallarında,

10. Nakiş ve yanişlarda,

11. Ziynet eşyalarinda,

12. Nazarlıklarda,

13. Ev kapı ve duvarlarında,

14. Kap kacakta,

15. El, yüz, alin, pazu ve göğse yapılan döğmelerde,

16. At koşum takımlarında.

Türk damgalarini bu kadar çesitli olmasi ve kullanilmasi, Türk toplumunun folklor ve etnolojik malzemelerinin, zenginlesmesinde baslica unsurlardan biridir.

işte bu tamgalar türk tarihine dair en önemli yazılı kaynak olan “ORHUN KİTABELERİ”nin yazın dili olan “GÖKTÜRK ALFABESİ”ni oluşturmuşlardır.

Oysa ki bu tamgaların oluşturduğu alfabede kullanılan RUNİK YAZI stili türklerin dışında birçok uygarlıkta da gözlemlenmiş, avrupa’da yapılan arkeolojik araştırmalarda göktürk runik yazısı ve türk tamgalarından esinlenilen birçok türk tamga’sına rastlanılmıştır.

cermen runik;

indus vadisi runik;

orhun runik-viking runik karşılaştırması;

runik Björketorp taşı;

anadolu, ön türk runik;

orhun yazıtları runik;

 
şimdi burada orhun kitabeleri’nin tarihi ile bu bulguların tarihleri karşılaştırıldığında kronolojik bir sorun ortaya çıkmakta. orhun kitabeleri, runik yazıyla taşlara kazınan bu örneklerden çok daha yeni…
bu durumda tamgaların göktürklerden çok daha önceki türk topluluklarına ait bulgular olduğu neticesi ortaya çıkıyor.
yani türkler göktürklerden çok daha evvel, tamgalar vasıtasıyla kendilerine has bir alfabe geliştirmiş ve yazıyı bulmuşlar, buldukları bu haberleşme yolunu da kendilerinden sonra gelen nesillere ışık tutsun diye yaşadıkları coğrafyalara kazımışlar ve kendilerinden sonraki toplumların kültür birikimlerinde önemli roller üstlenmişlerdir…
fransa vichy kenti yakınında yüce konfigürasyon yazıtı;

ispanya-bask bölgesinde yaptığı incelemelerden;

göktürk runik alfabesi ile çözülen etrüsk yazıtları;

portekiz’de rastlanan en az 5000 yıllık “uç tamga”sı.

norveç’te bulunan taş.
akıncılarız…

 
eski dünyanın herhangi bir köşesinde bulunan tarihi bulguların köktürk alfabesi ve tamgalar yoluyla ortaya çıkarılabilmesi de tarihin türklerde başladığına dair en önemli delildir.
 

HASAN SABBAH…

Tarihteki ilk terör örgütü haşhaşiler‘in piri ve “batınilik” dininin kurucusu olan ismaililik mezhebinin en önemli isimlerindendir.

Bu gün iran topraklarında bulunan(kazvin yakınları) ALAMUT KALESİ’nde yetiştirdiği teröristleri ile bir döneme damgasını vurmuş, kendisine aksi politikalar güden sünni islam dünyasının korkulu rüyası olmuştur…

kendisi ve fedailerinin yaşantıları ünlü yazar  wladimir bartol‘un “fedailerin kalesi alamut ” isimli kitaba konu olmuş bu tarihi kişilik  ve dizayn ettiği örgütü “haşhaşiner” batı dünyasının da ilgisine mazhar olmuş, ingilizce’de “suikastçı” anlamına gelen “assasin” kelimesi de hasan sabbah ve kurduğu yalan dünyadan esinlenilerek uluslararası literatürlere sokulmuştur.

“suikastçı”…evet hasan sabbah, iktidarı uğruna çocukluk arkadaşı selçuklu veziri “nizamülmülk”ü katlettirmekten imtina etmemiş, haşhaşinleri sayesinde ortadoğu coğrafyasında uzun seneler varlığını koruyabilmiştir.

hasan sabbah felsefesi ve kurduğu sistemden o dönemler ortadoğu’da etkin bir güç olan “TAPINAK ŞOVALYELERİ” de fevkalade etkilenmiş, tarih boyunca kurdukları gizli örgütler ve bu örgütlerin sapkın fantazileri hep hasan sabbah ve alamut fedailerini kendilerine model almışlardır…

uzun uzadıya, herkesin bildiği fazla teknik detaylara girmeden direkt hasan sabbah’ın kendini ve felsefesini tasfir ettiği sözlere geçelim;

“hiçbir şey gerçek değildir, her şeye izin vardır” bilgeliğinin insanların değişik manalar çıkarmasına son derece uygun olduğunu ben de kabul ediyorum.
oğlumun acınılacak örneği bunu açıkça gösteriyor.
bu bilgelik insanın içinde ya vardır, ya da yoktur. şayet insanın ta doğumundan beri içinde yoksa, onun için anlamsız kesilmeler topluluğundan başka birşey olmayacaktır.
fakat doğumundan beri içindeyse, o zaman da tüm yaşamı boyunca yol gösteren bir yıldız gibi parlayacaktır önünde.
hakim’in de soylarından geldiği karmatlar ve druslar, bilge kişinin amacına ulaşması için bilimin dokuz basamağını tırmanması gerektiğini biliyorlardı. onların daileri kendilerine mürit toplamak istedikleri zaman, ali’nin sülalesi ve mehdi’nin gelişi hakkında güzel nutuklar atmakla yetiniyorlardı.
talebelerin büyük kısmı bu acınacak masallarla yetiniyorlardı zaten. zeki olanları ise daha fazlasını öğrenmek, bilmek istiyorlardı.
o zaman onlara da “kuran’ın gizli manalar saklayan doğaüstü bir tasvir” olduğunu söylüyorlardı.
şayet hala öğrendikleri ile yetinmeyen birileri varsa, o zaman hocası ona bugüne dek öğrendiklerinin, kuran’ın hatta genel olarak islam’ın ne kadar boş ve değersiz olduğunu gözlerinin önüne sermekte tereddüt etmiyordu.
daha da ileri gitmek isteyenler, tüm dinlerin doğru ve yanlış şeyler içerdiklerini dolayısıyla aynı değerde olduklarını öğreniyordu.
kısa zaman öncesine kadar öğretinin bu en üst düsturu yani bütün öğretilerin ve nazariyelerin inkar edilmeleri çok az seçkin kişi tarafından bilinmekteydi.
bu basamağa adım atmak büyük bir cesaret ve kuvvet talep etmektedir. çünkü bunu yapmaya cesaret eden kişi o andan itibaren dikenli yalnız başına yürüyecek ve tutunacağı bir dala sahip olamayacaktır. bu düstur çok sayıda kişi tarafından bilinse de geçerliliğini yitirmez.
dünyanın yaradılışı böyledir:
“insan kendisine en basit biçimiyle anlatılan gerçekleri bile çoğu zaman tam olarak idrak edemez.”

mirasçısı olan dailerine sırrını ifşa ederken devam etmektedir hasan sabbah, bu kez islamiyet’in ve hz muhammed’in cennet kavramına değinir;

“pek iyi biliyorsunuz ki muhammed islam uğruna elde kılıç ölenlere mükafat olarak cennetin güzelliklerini vaat etmiştir. oradaki zevkleri tadabilecekler, yeşil çimenlerin ve çayırların üzerinde dolaşacaklar ve mırıldanan derelerin yanında dinlenecekler. etraflarında çiçekler açacak ve güzel kokuları her tarafı saracak. enfes yemeklerle ve seçilmiş meyvelerle beslenecekler. kara gözlü, olağanüstü güzellikteki huriler kendilerine sırça köşklerde hizmet edecekler.
onların tüm isteklerini yerine getirmelerine rağmen erdemlerini ve bekaretlerini ebediyen koruyacaklar! huriler onlara altın testiler içinde sarhoş etmeyen şarap ikram edecekler ve günlerini ebediyen bolluk ve sınırsız mutluluk içinde geçirecekler.”

işte dinlerin, dünyanın ve insanlığın sırrını çözen hasan sabbah’ın assasinlerine öğrettiği ulaşılmış gerçekler bunlardı.
dinler insanlara, insanlığa hükmetmek için var edilmiş, teşkil edilmiş kurumlardır.
hasan sabbah’da kendisine insanların körü körüne tabi olacaklarını ispat etmiş, onlara yaşarlarken cenneti göstermiştir.
bu yüzden sevilmez, bu yüzden terörist olarak yaftalanır. aslında gerçek bir alim ve bilgindir.

evet hasan sabbah teröristtir,

sapkın bir tarikatın lideridir. kendi iktidar hırsı ve intikamı uğruna pekçok kişiyi ölüme yollamaktan, insan hayatıyla oynamaktan imtina etmemiştir.
lakin takdir edilmesi gereken sabbah’ın bilgeliği ve kurduğu sistemdir.
bazı yalanları yüzyıllar geçse dahi bizlere gösteren sistem…

CABER KALESİ…

osman gazi ‘nin dedesi kayı boyu‘nun lideri süleyman şah‘ın kabrinin bulunduğu kutsal türk toprağıdır.

osmanlı devleti’nin yıkılması ile birlikte suriye topraklarında kalmasına rağmen ankara antlaşması ile türk toprağı sayılmıştır.
türk bayrağı dalgalanıp, türk askeri tarafından korunmaktadır.
turk mezari” olarak da bilinir…

peki kimdir bu süleyman şah?

süleyman şah, ertuğrul gazi‘nin babası, osman gazi han‘ın dedesidir.
anadolu fatihi, kutalmışoğlu süleyman şah ile karıştırılır. ancak ikisi farklı kimliklerdir.
süleyman şah fırat vadisini takip ederken caber kalesi yakınlarında atını yüzdürerek nehri geçerken boğularak öldü ve caber kalesine defnedildi.

işte caber kalesinde yatan ecdadımız süleyman şah ve caber kalesi’nin özeti budur…

kutalmışoğlu süleyman şah ise anadolu selçuklu devleti‘nin kurucusu ve tarihte anadolu’da ilk kez türk birliğini sağlayan “anadolu fatihi” olarak da anılan komutan/liderdir.
babası; “umeyr bin suyyim bin amr arslan yabgu bin kutalmis”tır ve selçuklu sultanı tuğrul bey’in amcasının oğludur.
kutalmış, daha sonra tuğrul bey’den ayrılarak isyan etmiştir…

kutalmışoğlu kavramı bazı kaynaklarda “kutlanmışoğlu”, “kutlamışoğlu” yahut ayrı yazılarak “kut almış” olarak geçer. hepsi makul olmakla birlikte kabul göreni “kutalmış” olarak yazılmasıdır ki bu kelimedeki “kut” kutsal-kutlu anlamında olup öz türkçe’de önemli bir yere sahip olan sıfattır.

diğer yazılarımızda da incelediğimiz üzre türkler anadolu’ya tarihin ilk çağlarından beri fevkalade önem vermektedir…türkler için anadolu 1071’den çok önce başlamış bir megalo ideadır(!) da diyebiliriz. işte bunun için islamiyet sonrası türkler anadolu’yu fethetmek için hep kutlu komutanlar ve kutsanmış aşiretler ile tarih sahnesine çıkmıştır.

önem arzeden anadolu için önce “kut”almış süleyman şah, sonra ise “kut”lanmış KAYI’lar…

bu zor coğrafya ancak KUT’lu bir ırk tarafından yurt yapılabilirdi…

OSMAN (OTMAN) GAZİ…

Asıl adı “otman“, “atman” ya da “orhun” olan ve kayınpederi edebali tarafından hz osman’ın kılıcı ile hediyelendirildikten sonra “osman” adını alan osmanlı devleti’nin kurucusu ve ilk hakanı.
rivayete göre asıl ismi orhun olduğundan dolayı oğlunun ismini orhan koymuştur.
(bkz: kayı/@protest sanayici)

Osman gazi’nin vefatından sonra yerine büyük oğlu, ali(alaattin ali) bey geçmiş. (zira orhan gazi babasının ölümü esnasında gazadadır) lakin alaattin ali bey kardeşi namına tahttan feragat etmiş ve osmanlı devleti’nin 2. padişahı orhan gazi han olmuştur.
tabii bu konuyu da orhan gazi han’ın başlığı altında incelemek gerektir.


herneyse…
tarihi kaynaklar osman gazi’nin kurduğu osmanlı devleti’ni sürekli olarak selçulu devleti’nin devamı olarak görmekte ve anadolu selçuklularına dahil bir uç beyliği olarak yaftalamakta ve dolayısıyla bir dizi hataya sebebiyet vermektedirler…
şu bilinmelidir ki osman gazi’nin kayı aşireti’nin başına geçtiği dönemde, osmanlı devleti’nin temellerinin atıldığı dönemde, selçuklu devleti diye bir devlet fiilen yoktu.

dolayısıyla da kukla bir selçuklu sultanına osman gazi alp’in saygı göstermesi, selçuklu sultanına tabi olduğunun yazılıp çizilmesi kabullenilemez bir davranıştır ve büyük bir tarihi yanılgıdır…

karacahisar’ın fethi ile birlikte(1299) halk dursun fakih’a osman gazi namına hutbe okuması konusunda baskı yapar, şeyh edebali, dursun fakih ve osman gazi bir toplantı yaparlar, selçuklu sultanı’nın bu işe tepki vereceği söylentileri yayılır. bunun üzerine osman gazi alp osmanlı devleti’nin kuruluş bildirisi olan şu tarihi sözleri sarf eder;
–alıntı–
bu şehri ben kendi kılıcımla aldım, bunda sultanın ne katkısı var ki ondan izin alayım? o’na sultanlık veren tanrı bana da gaza ile hanlık nasip etti. eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp düşmanlarla uğraştım, eğer o, “ben selçuklu hanedanındanım” derse, ben de “gök alp soyundanım” derim. eğer o “bu ülkeye ben onlardan önce geldim” derse, “süleyman şah dedem ve onun dedeleri de selçuklulardan evvel geldi” cevabını veririm…
–alıntı–
böylece bu sözlerin ardından karacahisar’da osman gazi namına hutbe okundu ve bir imparatorluğun temelleri atılarak bağımsız, bağlantısız osmanlı devleti kurulmuş oldu…
bazılarının iddia ettiği gibi yalova’da falan değil, karacahisar’da…

süleyman şah dedem ve onun dedeleri de selçuklulardan evvel geldi” …

şimdi, osman gazi gibi bir lider neden böyle bir laf etsin…

kayı’ların ortadoğuya ve anadoluya malazgirt savaşından çok önceleri geldiği, hatta kayı boyuna mensup bir grubun islam peygamberi hz muhammed döneminde mekke’de demircilik yaptığı(süreycliler) bilinmekte…

kayı boyu’nun bu kolu, yani süreycliler bizzat hz muhammed tarafından kut’lanmış, dolayısıyla kayı aşireti oğuz boyları arasında en makbul ve kut’lu aşiret haline gelmiştir.

islamiyetten önceki gök tengri inancı döneminde kut’lanmak, kut-lu olmak aşiretler arasında fevkalade önemlidir. şayet türk milleti bir devlet kuracaksa kut-lanmış, kut-lu bir aşiret önderliğinde birleşir ve cihana meydan okurdu tarih boyunca. işte kayı boyu’nun kut-luluğu da osmanlı devleti’nin bir cihan devleti olmasının en önemli sebeplerinden biridir…

dolayısıyla kınık boyu’na mensup selçuklular henüz tarih sahnesinde yok iken peygamber tarafından kutsanmış, kutlu ilan edilmiş kayıların liderinin selçuklu sultanına biat etmesi düşünülemez…osman gazi’nin selçuklu sultanını tanımadığını, daha doğrusu o’ndan çekinmediğine dair bu beyanatı da kayı boyu’nun anadolu’ya ve ortadoğu’ya gelen ilk oğuz boyu olduğu gerçeği göze alındığında doğru ve haklıdır…

TÜRK DENİZCİLİĞİNDE KAHRAMAN GEMİLERİMİZ…

Herbiri gerçek kahramanlık destanlarına imza atmış, türk tarihinin şerefli sayfalarında haklı yerlerini almış gemilerdir.

nusrat: çanakkale boğazı’na mucizevi bir şekilde döşediği mayınlar sayesinde hem savaşın, hem dünyanın gidişatını değiştirmiştir

bandırma: fazla anlatmaya ne hacet? gazi’nin samsun’a çıktığı gemidir.

rusumat no 4: işgal altındaki istanbul’dan anadolu’ya, sscb’den anadolu’ya milli mücadele için silah kaçakçılığı yapmış, pek az kişinin bildiği kamuflaj batırılması tarihe geçmiştir.

hamidiye: komutanı rauf orbay ile birlikte hasta adam osmanlı’nın akdeniz’de tekrar eski ihtişamlı günlerini yaşamasına sebep olmuştur.

ertuğrul: bugün türk-japon dostluğundan bahsedebiliyorsak onun sayesindedir.

mahmudiye: kırım harbi’nde sivastopol önünde gösterdiği kahramanlıklarla bugün dahi anılan osmanlı’nın sancak gemisidir.

mesudiye: 1897 osmanlı-yunan savaşında gösterdiği kahramanlıklarla, yunan donanmasına verdirdiği ağır kayıplarla kahraman sıfatına nail olmuştur.

sultanhisar: ufak bir torpidobot olmasına karşın avustralya denizaltısı ae2’yi kullanılamaz hale getirmiş, mürettebatını esir alıp denizaltıyı batırarak bir zaferin altına imza atmıştır.

muavenet i milliye: çanakkale savaşları sırasında ingiliz goliath zırhlısını batırarak önemli başarılar kazanmıştır.

gazi alemdar gemisi: istanbul-inebolu arasında mekik dokumuş, milli mücadeleye önemli katkılarda bulunmuştur.

gülcemal: türk denizciliğine uzun seneler hizmet etmiş, milletimizin her türlü emrine amade olmuştur. kah yolcu taşımış, kah cephane…kah asker taşımış, kah göçmen…hastane gemisi de olmuş, sosyete feribotu da…

mecidiye kruvazörü:osmanlı donanmasının en başarılı gemilerinden biri olarak denizcilik tarihimize adını altın harflerle yazdırmıştır.

bunların dışında paleng-i derya, nur-ul bahir, ittihadı osmani, demirhisar gibi kahraman gemilerimizi de atlamamak gerekir tabii…

ÇİN’DEKİ TÜRK PİRAMİTLERİ…

ön türkler tarafından yaptırılmış olan lakin çin hükümeti tarafından sahiplenilen,  xian bölgesinin 100 km uzağında bulunan piramitlerdir.Mısır piramitlerinden daha büyük ve çok daha önce yapılmışlardır.
1957 yılında ise alman pilot tarafından fotograflanarak varlıkları kanıtlanmış ve alman profesör hartwig hausdof tarafından incelenmiştir.Profesör çin’deki bu piramitlerle ilgili bazı fotoğrafları basına açmıştır.

Bu piramitler çin’in tarihine sahip çıkmasının delilidir…

m.ö 10.000-3.000 arasında ön türkler tarafından yaptırılmış olup türklerin ilk yurdunun “mu kıtası” olduğu yönünde önemli sırlar ihtiva etmektedir…

peki piramitler neden saklanıyorlar?
işte bu soru çin’in tarihine sahip çıkmasıdır.
çin tarih boyunca türk milletini kendisinin en önemli düşmanı olarak görmüş, tarih boyunca türkleri sadece çinlileştirme politikaıyla durdurabilmiş, dönem dönem türk soylu hanedanlarca yönetilse dair bu günlere kadar gelebilmiştir.

http://galeri.uludagsozluk.com/r/152649/+


http://galeri.uludagsozluk.com/r/152650/+

bu piramitler son derece gerçek ve son derece türktür. her ne kadar içimizdeki bazı irlandalılar bizleri tarihimizi küçümsemeye çalışsa da bu konu ile ilgili yurtdışında yayımlanmış birçok görsel ve bilimsel makale bulunmakta ve bunların hepsi bu piramitlerin, evet evet o mısır ehramlarından da büyük olan beyaz piramitin de ön türklerin eseri olduğundan bahsetmektedir.

Türk piramitleri aynı zamanda tarihe farklı şekillerde ve farklı bilim dallarının geçmişine ışık tutarlar. bunun en önemli örneği, çinliler ve batı dünyası tarafından “xiaohe” olarak bilinen 5000 yıllık türk mumyası “lolan güzeli ” dir.

lolan güzeli ‘nin, mısır ve diğer medeniyetlerin mumyalarından en büyük farkı mumyalama işleminin iç organlar çıkarılmadan yapılmış olması ve mumyanın vücudunda yer alan ameliyat izleridir.(at kılından elde edilen dikiş ipi ile).
bu da dünyanın bilinen ilk ameliyatı olarak kabul edilmektedir.

xiang bölgesinde yaşayan uygur türkleri bu piramitleri “KABBA” olarak adlandırmaktadır ki, bu kelimeyi de köken olarak inceleyecek olursak türkiye türkçe’sindeki karşılığının “kubbe” anlamına geldiğini kolayca idrak edebiliriz.

yine bölgede yaşayan çinliler ise bu yapıları “türklerin atalarına ait kütüphaneler” olarak tanımlamaktadır.

bu ve bunun gibi örneklemeler çin’deki piramitlerin öntürkler tarafından yapıldığına en önemli delillerdir sanırım…

çinliler piramitlerden birinin içindeki taşların üzerinde şunun yazdığını söylerler;

  “Türkler, Güneşin batmasına yakın bir zamanda, orduları ile buralara tekrar gelecekler, Doğu’ya, Asya’ya ve Dünya’ya hakim olacaklardır…”

 

SÜMERLER…

Güneş dil teorisi‘ne göre Türk-turani olan ve tarihin başlangıcı kabul edilen Mezopotamya kavmi.
 
Sümerler, M.Ö. 3500 – M.Ö. 2000 yılları arasında mezopotamya‘da yaşamışlardır. Bir çok medeniyetin karanlık kurucuları oldukları gibi bir çok ırkın soyunun dayandığını iddia etmeye çabaladığı topluluktur sümerler…

Bugün Sümer medeniyetini Almanlardan ingilizlere, Farslardan Araplara kadar bir çok millet sahiplenmekte ve atalarının Sümerliler olduğunu ileri sürmektedirler.
Bunun nedeni şüphesiz medeniyetin, tarihin, hukukun, bilimin, edebiyatın, tarım ve ekonominin Sümerlerle başlaması, daha doğrusu yazının mucidinin sümerliler olmasından kaynaklanan “ilk medeniyetin kurucularının sümerliler olduğu” sanrısıdır.

yabancı sümerologlar, Türk Dili ile Sümer Dili‘nin akraba olduğunu başka bir bağıntıları olmalarını ileri sürmekte ve sümerlerin Türklüğünü kasten saklamaktadırlar.

lakin ulu önder atatürk tarafından bizzat yaptırılan türk tarih tezi çalışmalarının bir ürünü olan güneş dil teorisi kasten yapılan tüm bu görmezlikleri birer birer çürütmüş, sümerler ile türklerin dil akrabalığından çok öte, kan akrabalığına dayanan bir yakınlıkta olan iki toplum olduğunu ortaya çıkartmıştır…

alıntı
insanlık Tarihinin insanlığın inanç edinmesiyle geçmişi M.Ö 13000 yıllarda sona eren buz çağı ve Altay inançları ile başlar.
Daha sonra M.Ö 9000 yıllarında Altay dağlarından inen Sümerler güneye daha sıcak coğrafyaya yerleşmişlerdir. Türkmenistan’ın Aşkabat kenti yakınlarında Gök tanrı ANU adına ANAV kentini kurmuşlardır.
ilk olarak insanlığın tarım yaptığı yer burasıdır. M.Ö 4500 yıllarda ANAV kentini bırakıp Mezopotomyanın verimli topraklarına göçmüştür.
alıntı

bu noktada bir parantez açalım ve orta asya anav-andornovo ve karasuk kültürleri kazı alanlarında rastlanan bulguların sovyetler birliği ve ardılı rusya tarafından insanlık ve tarih bilimi ile paylaşılmadığını, burada elde edilen bulguların bilerek ve istenerek gizlendiğini de belirtmek gerek…

alıntı
Sümerlerin Altaylarda buz çağının eski karanlığın gecelerin bezginliği ile güneşin ışığını Tanrının tezahürü kabul ve Tanrının gökte var olduğuna inanarak bir inanç geliştirdiler. Buna Giganu(Göktanrı) adını verdiler. Daha sonra geceleri güneşin ışıklarını yansıtan ayı 2. Tanrı olarak gördüler ve dişi inanç kavramı olarak Toprak Ana ile özdeşleştirdiler. işte tüm dil ve dillerin çıkmasının kaynağı güneş olmuştur. Daha sonra Hz. ibrahim(er-baim) Tanrının ne güneş, ne ay ne de başka bir cisim olmadığa inanarak Semavi Dinlerin doğmasına sebep olmuştur.
Bunu iyi bilen Atatürk devrin en büyük projesi olan “Güneş Dil Teorisini” hazırlatmış, desteklemiş ve inanmıştır. Güneş Dil Teorisi Tüm dillerin Türkçeden geldiğini ispatlayan bilimsel çalışmadır.
alıntı

Sümerlerde 8 yıldız inancı olması Türklüğünün diğer bir kanıtıdır.
8 yıldız ( Göktanrı, Oğuz kağan, ve 6 oğlunu simgeler) 8 yıldız inancı sadece Sümerlerde değil Hititlerde, Asurlarda, Akadlarda ve Maya ve Aztek uygarlıklarında da görülmektedir.
Ayrıca hükümdarın Tanrı tarafından tahta çıkarılması inancı (kut anlayışı) Sümerlerde de olması bir tesadüf değildir.
(bkz: kayı/@protest sanayici)

Sümerlerle türklerin bir benzerliğimizde Edebiyat alanındadır.
Sümerlerin Gılgamış Destanı ile Dede Korkut destanları birbirine benzemektedirler.

alıntı
iki destanda 12 parçadan meydana gelmekte, kahramanların başına ne gelirde uykudan gelmesi, Sümerlerde Guti kralı inkuşi ile Dede Korkut’taki Enkuş’un isim benzerliği bir tesadüf değildir.
alıntı

Zaten Orhun abidelerindeki Edebi Dil Türk Dilinin çok eskiye dayandığını göstermektedir.

Sümer Türkçesi ile Türkiye Türkçesi arasındaki benzerlikler:

Gadun ———— Hatun
Assinu ———– Asena
Gig-Anu ———- Göktanrı (Gök ana)
Tammuzi ——— Temmuz
Domuzi ———- Domız
Ginç ——— Genç
Auşk ——– — Aşk
Tar- kus-u ——– Talih kuşu
Ungar ———- Uygar
Altun ———– Altın
Anu ———- Ana
Tengiz———- Deniz
Gozam-Ozam —— Ozan
En-gur-ra ——— Ankara
Tamga ——— Damga
Me-en ———- Men-Ben
Agıl ———– Akıl
Bar ———– Var
Er-Eş ———— Erkek-Kadın
Rakibu ——- Rakip
Aga ————— Ağa
Balag-ba ——– Balaban
Kes-da ———— Kesmek
Bira ————- Bira
Tagga ———— Takke
Ge —————– Gel
ilig ———- ilik
Et —————– Et
Mum ————- Mum
Huma-kus-a ———– huma Kuşu
Sin ————- Sin(e)
Karra ———— Kara
Batu ———– Batı
Sar ———— Sar(ı)
Heak———- Hak
Mesu ———- Meşe
Engin ———– Engin
L-elvan-ı ————- Elvan
Nun ———— Un
Apa ———— Apa(ağabey)
Ambar———– Ambar
Gaazi ————- Gazi
Gid-de ———— Git-gide
Amelu ———— Amele
Zindan ————- Zindan
isum ———— Işık
iş-ti ———— işitmek
Uri ———— Arı
Kaskadu ———– Kaskatı
Arpu ———– Arpa
U-ru ——— Uyruk
U-ku ——— Uyku
Murad ——– Murat
Nusa ——– Neşe

Yukarıda görüldüğü gibi 6000 sene geçmesine rağmen bir çok Sümer Türkçesi günümüze kadar çok az değişiklikle ulaşmıştır. Bazı kelimeler kesinlikle Arapça olmayıp Sümer Türkçesinden Arapça’ya geçmiştir.

Sümerler ve bazı devletlerin Türk olduğu saklanarak Türklerin 1071 Malazgirt savaşıyla Anadolu’ya geldiği ve istilacı olduğunu, hiçbir kültürü olmayan barbarlar olduğunu insanların kafalarına empoze etmeye çalışmışlar. tarihin başlangıcı olan türk kültürünü bilerek yok saymaya çalışmışlardır.

Atatürk bu tip dezenformasyonları engellemek için Tarih kitaplarına Sümer Türklerini koydurmuş fakat ölümümden sonra inönü ve Menderes gibi devlet adamları Sümerleri sadece mezopotomyada kurulan başka bir medeniyetmiş gibi tarih kitaplarında yerini aldırmışlardır.
Ziya Gökalp Türk Felsefesi( Tanrının Türkleri) adlı eseri oluşturmaya çalışırken buna dikkat çekmiş fakat ömrü yetmemiştir. Yine Türkçülüğün Fikir adamı, Ruh Adamı, Dava Adamı hüseyin nihal Atsız da Sümerlerin Tarih kitaplarından çıkarılmasına karşı gelmiş ve inönü ile ters düşmüştür.
Daha eskiye gidersek Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lugat-ı Türk’te Türkçe’nin Arapça’dan üstün olduğunu belirtirken Sümer Türkçesinden faydalanmıştır ve Arapçanın Türkçeden ibaret olduğunu savunmuştur.

Sümer efsaneleri ve Türkler;

ORTA ASYA TÜRK EFSANELERiNDE SÜMER EFSANELERiNDEN iZLER:

alıntı
ilk olarak Promete’nin insanlara yazıyı, matematiği, astronomiyi, tıbbı, hayvanları evcilleştirmeyi, gemi yapmayı, kâhinliği öğrettiği efsanesi nedeniyle, batı dünyasında, bütün kültürlerin Yunanlılardan kaynaklandığı inancı yüzyıllar boyu süregelmiştir.
Diğer taraftan, Tevrat da bir kısmı tanrı tarafından yazdırılmış, bir kısmı israilliler tarafından yaratılmış ilk dinsel ve edebî kitap olarak kabul edilmişti. Geçen yüzyıl içinde, Mezopotamya’da yapılan kazılardaki buluntular, çıkan binlerce yazılı belgenin çözülüp okunması ile her iki inanç da kökünden sarsıldı.
Çünkü Promete’den an az 2000 yıl önce Sumerliler bunların hepsini bulmuşlar, yapmışlar ve kullanmışlardı. Diğer taraftan Tevrat’taki birçok konuların Sumerlilerden kaynaklandığı, metinler okundukça meydana çıkmış ve çıkmaktadır.
alıntı

Bilindiği gibi Sumerlilerin en önemli bulgularından biri, dillerine göre bir yazı icat etmeleri, onu geliştirmeleri ve kil üzerine yazarak zamanımıza kadar ulaşmasını sağlamaları olmuştur.
Bulunan belgeler arasında büyük değeri olanlar edebî yazıtlardır. Bunlar daha çok Sumerlilerin tanrıları ve dinleri ile ilgili konuları kapsamaktadır.
Sumerlilerin dinleri ve edebî yapıtları gerek kendileri zamanında yaşayan, gerek daha sonra gelen Ortadoğu milletlerini etkisi altına alarak izleri, bir taraftan Yunanlılar yoluyla Batı dünyasına, diğer taraftan Tevrat ve Kuran’a kadar ulaşmıştır.

Sumerlilerden Tevrat’a geçen konular üzerinde Batıda bazı yayınlar yapılmışsa da bu hususta ülkemizde bir yayın yoktur. aynı şekilde kuran’ın sümerlerden etkilendiği yönünde de çok az yayın vardır. bu gerek insanların dini sorgulamaktan çekinmesine, gerekse politik kaygılara bağlanabilir…
oysa biz alenen yazıyoruz ki, tüm semavi dinlerin alıntı yaptığı, aşırımlar yaptığı din sümer dini, sümer dini’nin etkilendiği din ise orta asya gök tengri inancıdır.
(bkz: varaka bin nevfel/@protest sanayici)

Sumerlilerin dillerinin Türkçeye benzediği ve dağlık yerden göç ettikleri kanısı gittikçe yaygınlaşmaktadır.
Bahaattin Ögel, Türk Mitolojisi temelinin uzay ve dünya ile ilgili inanış ve anlayış olduğunu yazmış. Sumer mitolojisinde de bu durum böyledir.
Sumerliler yaradılış ve evrenle ilgili düşüncelerini toplu bir halde yazmamışlar. Ancak bunlar, destanların baş kısımlarında veya ortalarında kısım kısım anlatılmış. Aynı geleneği Türk destanlarında da buluyoruz.

Sumer yaradılış efsanesine göre,
alıntı
önce her taraf derin ve geniş bir su ile kaplıydı. Bunun adı Tanrıça Nammu. Bu tanrıça sudan bir dağ çıkarıyor. Oğlu Hava Tanrısı Enlil onu ikiye ayırıyor, üstü gök, altı yer oluyor. Göğü, Gök Tanrısı An, yeri de Yer Tanrıçası Ninki ile Hava Tanrısı Enlil alıyor.
Buna göre önce evreni meydana getiren suda olan Ana Tanrıça ile Hava Tanrısı’dır. Gök ve Yer birer tanrı değil onların sahibidirler.
alıntı

Türk efsanelerinde çok çeşitli yaradılış motifi vardır.
Buna rağmen ana motif birbirlerine benziyor.
ilk olarak evren büyük bir sudan oluşuyor. Tanrı Ülgen, bazısında insan olan kişi, bazısında şeytan olan Erlik ile bu suların üzerinde uçuyor. Birinde denizden bir taş çıkarak Ülgen’e konacak bir yer oluyor. Başka birinde Erlik, diğerinde kişi, bir diğerinde ise yaban ördeği suyun içinden toprağı çıkararak yeri meydana getiriyor.

Bir başka anlatıma göre ise
alıntı
su içindeki Tanrıça Akana veya Ak-ene, Ülgen’e yeri ve göğü nasıl yaratacağını söylüyor. Ülgen de yere ve göğe “ol” diyor, onlar da oluyorlar (bahaettin Ogel).
alıntı

Ülgen’in yer ve göğe “olun” demesi ve evreni 6 günde yaratarak yedinci gün dinlenmesi Tevrat ve Kuran’daki Allahın “ol” diyerek yeri göğü 6 günde yaratması ve yedinci günü dinlenmesi motifi ile paraleldir.

Sumer’de insanın yaradılışı:
alıntı
Sumer’de tanrılar çoğalmaya başlayınca kendi işlerini yapıp yetiştiremediklerinden yakınıyor ve bütün tanrıların yaratıcısı Tanrıça Nammu’ya gelerek işlerini yapacak kimseler yaratması için yalvarıyorlar. O da oğlu Bilgelik Tanrısı Enki’yi derin uykusundan uyandırarak tanrıların işlerini görecekleri yaratmasını söylüyor. Enki de annesine derin sudan çamur almasını, ona tanrıların görüntüsünde şekil vermesini, ona bu işte yer tanrıçası ile doğum tanrısının yardım edece­ğini söylüyor. Enki, “Ey anneciğim! Yeni doğanın kaderini söyle”, diyor, sonunda o bir insan oluyor.
alıntı

Türk efsanelerinde insanın yaradılışı:
alıntı
Bunların birinde tanrı Ülgen deniz yüzünde toprak parçası görüyor. Bu toprağa “insan olsun” diyor, o insan oluyor. Adı Erlik. Bu tanrı ile kendini bir tutmaya kalkınca, tanrı etleri çamurdan, kemikleri kamıştan 7 insan daha yaratıyor. Türk Memlük efsanesinde, bir mağaraya dolan çamurlardan, yağmur ve sıcak etkisiyle 9 ay sonra ilk erkek meydana geliyor. Buna “Ay Atam” demişler, tekrar mağaraya dolan çamurlarla 9 ay sonra da bir kadın dünyaya gelmiş. Buna da “Ayva-akyüzlü” demişler.
alıntı

Başka bir efsanede tanrı insan şeklinde 7 erkek ve 4 kadın yapmış. Diğer bir Altay efsanesine göre tanrı Ülgen insanın etlerini topraktan, kemiklerini taştan yapıyor. Kadını da erkeğin kaburgasından. Kadının, Tevrat’a göre Adem’in kaburgasından yaratılması, Adem ile Havva’nın cennetten kovulması motifi hakkında bahaettin Ögel kitabının 475. sahifesinde bazı yorumlar yapmışsa da yine bu hikâyenin kaynağı Sumerlilere dayanmaktadır.

alıntı
Sumerler’de Dilmun adında saf temiz tanrıların yaşadığı bir ülke var. Hastalık, ölüm bilinmeyen yaşam ülkesi. Fakat orada su yok. Su Tanrısı, Güneş Tanrısına, yerden su çıkararak orasını tatlı su ile doldurmasını söylüyor. Güneş Tanrısı istenileni yapıyor. Böylece Dilmun meyva bahçeleri, tarlaları ve çayırları ile tanrıların cennet bahçesi oluşuyor. Bu bahçede Yer Tanrıçası 8 şifa bitkisi yetiştiriyor. Bunlar meyvelenince Bilgelik Tanrısı Enki hepsinden tadıyor. Yenmesi yasak olan bu meyveleri yiyen Tanrıya, Tanrıça çok kızıyor ve onu ölümle lânetleyerek ortadan yok oluyor. Diğer tanrılar büyük güçlüklerle Yer tanrıçasını bularak tanrıyı iyi etmesi için yakarıyorlar. Tanrıça, Tanrının 8 bitkiye karşı hasta olan 8 organı için birer şifa tanrısı yaratıyor. Bunlardan 5 tanesi Tanrıça. Hasta olan organlardan biri kaburga. Onu iyi eden tanrıçanın adı, “Kaburganın Hanımı” anlamına gelen Nin.ti’dir. Bu kelimede Nin hanım, -ti kaburgadır. -ti’nin diğer anlamı “yaşam” dır. Bu hikâye Tevrat’a geçerken kaburgadan bir kadın yaratılmış ve -ti kelimesinin ikinci anlamı alınarak “kaburganın Hanımı” yerine ibranicede “Hayat Veren Hanım” anlamına gelen “Havva” adı verilmiştir.
alıntı

Özbeklere göre insanın ilk atası “Kil Han” imiş. bahaettin Ögel, bunun iran’da ki “Kil Şah’ın” bir devamı olduğunu söylüyor. Tevrat’taki “Adam”ın anlamının da kırmızı toprak olması çok ilginç…
kil—->adam—>kırmızı toprak…

Görüldüğü üzre gerek tek tanrılı dinlerde, gerek Türk efsanelerinde, Sumer’de olduğu gibi, evren sudan, insan topraktan meydana gelmiştir.

Türklerin Yeraltı Dünyası hakkındaki inanışları da Sumerlilerin inanışına benzemektedir.
Sumerlilere göre Yeraltı Dünyasında ölüler nehir yoluyla götürülüyor. Nehrin sonunda Yeraltı Tanrıçası Ereşkigal’ın 7 kapıdan geçilen sarayı bulunuyor. Oraya gitmek isteyenler için bazı yasaklar var. Aynı motif Türk efsanesinde de bulunuyor. bahaettin Ögel Kuran’daki Cennetin Irmağı(şol cennetin ırmakları akar allah deyu deyu) olarak yorumlamak istemişse de bunun Sumer’deki Yeraltı Nehri olduğu kuşkusuz. Aynı nehir Tevrat’ta, Şeol, Yunan’da Hades olarak bulunmaktadır.

alıntı
Sumer metinlerinde gök gürültüsü bulutlarını simgeleyen “imdugud” adlı kutsal bir kuş var. Bu kuş kaderleri veriyor, sözüne karşı gelinmiyor ve yardımlar yapıyor. O’nun kanatları açılınca bütün göğü kaplıyor.Bu kuş Akadlılarda “Anzu” adını alarak birinci yüzyıla kadar çiviyazılı metinlerde varlığını korumuştur. Bazen kartal olarak da algılanan bu kuş ve yılanla ilgi bazı hikâyeler var Sumer metinlerinde.
alıntı

Bunlardan birinde Aşk Tanıçası inanna, Tanrılar Bahçesinde dalsız budaksız bir ağaç yetiştiriyor. Ağacın tepesine Imdugud Kuşu, ortasında “Lilit” (bkz: lilith) isimli bir cin ve köküne de bir yılan yuva yapmış. Bu yüzden tahtasından yapmak istediğini yaptırmak için ağacı kestiremiyor. Gılgameş imdadına yetişip onları kaçırıyor ve ağacı keserek Tanrıça’ya veriyor.

ikinci hikâyede ise; Kral Etana’nın çocuğu olmuyor. Çocuk yaptıran bitki gökte yer alıyor ama göğe çıkma imkânı bulunmuyor. bunun üzerine O, bir gün bir çukura düşmüş kartal yavrularını bir yılanın yemesinden kurtarıyor. Kuş buna çok seviniyor. Buna karşılık olarak, kralın otu alabilmesi için kanatlarının üzerine bindirerek göğe çıkarmaya başlıyor. Kuş her yükselişte aşağıda ne gördüğünü sorması üzerine kral evvelâ geniş bir alan olduğunu, gittikçe onun küçüldüğünü, en sonunda da birşey göremediğini, korktuğu için hemen indirmesini söylüyor.

Üçüncü hikâyede ise; Kahraman Lugalbanda, Zabu ülkesinden kendi şehri olan Uruk’a dönmesi için, imdugud kuşunun dostluğunu kazanmak istiyor. Kuş yuvasında bulunmadığı zaman yavrularına yağ, bal, ekmek veriyor ve onlara bakıyor. Kuş yavrularına böyle güzel bakana candan dost olmaya, ona yardım etmeye karar veriyor ve Lugalbanda’nın şehrine rahatlıkla dönmesini sağlıyor.

Bu üç hikâyedeki kuş ve yılan motifi orta Asya efsanelerinde çeşitli şekilde bulmaktadır. örneğin, Telüt Türkleri arasında Merküt soyundan bir boya göre sağ kanadını güneş, sol kanadını ay kaplayan kutsal bir gök kuşu vardır. Sibirya ve Orta Asya şamanları kartalı tanrı elçisi olarak görmüşler, Altaylıların Kögütey destanında kahraman Karabatur, atlarını çalan “Kaankerede” adındaki kuşu ararken onun iki yavrusunu ejderden kurtarıyor. Kuş da Karabutura atlarını geri veriyor. Yolda düşmanları tarafından öldürülen kahramanı, kuş hayat suyu vererek canlandırıyor.

görüldüğü üzre bu altay hikayesi, sümer hikayesiyle neredeyse birebir aynı…bu anlatımı kırgız’ların ertöşük destanında ve uygur türkleri’nin bilge buka anlatımında da görmek mümkün.

Zend Avesta‘dan gelmiş olabileceği söylenen bu masalsı kuşa iranlılar simurg, Araplar da Zümrüd-ü Anka demektedir. Türklerdeki Hüma kuşu, peygamberin hadislerinde Cennet Kuşu olarak bildirilen kuştur.
cennette yer alan bu kuş, zaman zaman 7 kat göğe çıkıp tanrıya gidip gelmekte ve dolayısıyla tarih öncesi destanlara ve hikayelere konu olmaktadır…
Çeşitli adlar almış ve efsanelere karışmış bu tanrısal kuş hikâyesinin i.Ö. en az 3000 yıllarında Sumerlilerde başlamıştır.
Hüma kuşunun da aynı kaynaktan geldiği kuşkusuzdur…

Görüldüğü gibi, Sumerlilerin imdugud kuşu, Akatlılarda Anzu, Araplarda Anka, Zümrüd-ü Anka, iran’da Simurg, Hindlilerde Garuda, Türklerde Hüma, adları altında çeşitli efsanelere konu olarak sürmüştür. Amerika yerlileri arasına kadar uzanan bu kuş motifi de Sumerlere ve hatta sümerler’den çok daha önceki öntürk kültürlerine dayandığı şüphesizdir…

sümer kültürü ile türk kültürü arasındaki bir başka benzerlik ise kahramanlarıdır…Sumerlerde kahramanlar tanrılarla bağlantılı, insanüstü güçlere sahip kişiler olup ilk kahramanlıkları genelde ülkeye zararlı olan büyük güçteki hayvanı öldürmektir. Aynı motifi Türk kahramanlarında da görmekteyiz…

Sumerler’de “7” temel sayı olarak görülüyor. 7 dağ aşmak, 7 kapı geçmek, 7 kat gök, 7 tanrısal ışık, 7 ağaç, gibi. Türklerde temel sayı “9” olmasına karşın 7 sayısı da bulunuyor. 7 iklim, 7 yıl, 7 gün, 7 gök kısrağı gibi…

yine aynı şekilde, Türk Kaganı, tanrı tarafından çeşitli güçler verilerek insanları idare etmek üzere tahta oturtulmuştur. Sumerler’de tanrılar şehir beylerini kendileri seçerek ve güçler vererek kendileri yerine ülkeyi idare ettirmektedir…

Türklerde dağlar tanrıya yakın sayıldığından kutsal olmuşlar. Sumerlerde de dağlar tanrılarla insanlar arasında bağlantı kurdukları düşüncesiyle kutsal sayılmış. Onun için dağ olmayan Mezopotamya’da Sumerliler tanrı evlerini yapay tepeler üzerine yapmışlar ve yüksek binalarla devasa yapılar bina etmişlerdir.(ziggurat)

Sumerliler kendilerini “Karabaşlı” olarak adlandırırdı… Divan-ı Lûgat-it Türk, cilt III, s. 222’de, Türkler arasında erkek ve kadın kölelere “Karabaş” deyimi kullanıldığı yazılıdır. Manas destanında ise Manas ziyafete yalnız çağrıldığında yalnız başına bir yiğitiz anlamıda, “Karabaşlı Kişiyiz” demiştir.

görüldüğü gibi sümer kültürü ile türk-öntürk kültürü ve mitleri arasında neredeyse birebir benzerlikler bulunmaktadır. tüm bu benzerliklere dil benzerliğini ve dil ailesinin aynı olmasını da eklediğimizde ve sümerler’in öntürklerin yaşadığı topraklardan mezopotamya’ya geldiğinin kabul gördüğünü eklediğimizde sümerler’in türk soylu bir kavim olduğu gün gibi aşikardır.
(bkz: ön türkler/@protest sanayici)

her zaman dediğimiz gibi;
tarih türklerde başlar…dolayısıyla sümerler’de…

ŞEYH BEDREDDİN…

vatan hainleri tarafından hakkında destanlar yazılan vatan haini…
simavna kadısı’nın oğlu olmasından dolayı “şeyh bedreddin simavi” yahut “bedreddin simavi” olarak da anılmıştır.


evet uzun uzadıya irdeleyelim şimdi bedreddin’i;

bedreddin, rumeli’nin ilk fatihlerinden olup dimetoka savaşı‘nda şehit düşen abdülaziz gazi‘nin torunudur.
abdülaziz gazi’nin oğlu israil(isme dikkat) iyi bir medrese tahsili gördükten sonra simavna, (karaağaç ile dimetoka arasında)kadısı oldu. dimetoka kalesi’nin rum beyi’nin kızını aldı. işte bu izdivacın sonucu olarak da bedreddin mehmed dünyaya geldi.

köken biraz zorladı mı?
aslında bazı ipuçları veriyor. babasının adı misal. israil.
kim neden evladına israil ismini koyar?
yazının başında da belirtmiştik ki şeyh bedreddin’e babasının görev yerinden dolayı bedreddin simavi de denmiştir.
şimdi burada bir parantez açıp lafı türkiye’nin meşhur sabetayist ailelerinden simavi ailesine gönderme yapmak lazım.
bakmak ile görmek arasındaki farkı hissedebilen okurlarımız şeyh bedreddin denilen kişinin yahudi dönmesi bir sülalenin mensubu olduğunu kavraması güç olmayacaktır.
geçelim…

bedreddin ilk tahsiline babasının yanında başlamıştır. daha sonra mevlana yusuf’un öğrencisi olmuş, ileride kadızade rumi olarak anılacak olan musa ile beraber onun babası bursa kadısı koca mahmud efendi’den dersler almıştır.
musa, bedreddin ve bedreddin’in amcaoğlu muayyed, hocaları koca mahmud efendi’nin tavsiyesi üzerine bursa’dan konya’ya gelirler ve mevlana dergahında da dersler alırlar.
tüm bu eğitim sürecinin ardından musa semerkand’a gider ve ünlü türk bilimadamı uluğ bey’in astronomi hocası olur.
bedreddin ve muayyed ise önce şam’a oradan da kudüs’e geçer. burada da hadis ilmini öğrenirler.
kudüs’ten kahire’ye geçen ikili burada felsefe ve mantık eğitimi alır ve yüksek tahsillerini tamamlarlar.
1388’de hacca giden bedreddin kahire’ye dönüşünde sultan berkuk‘un oğlu ferec’i eğitmek üzere görevlendirilir ve 3 yıl boyunca sultan’ın oğlunun öğretmenliğini yapar. bu eğitim sürecinden memnun kalan sultan şeyh bedreddin’i cariyelerinden biri olan cazibe ile evlendirerek ödüllendirir.
kahire yıllarının ardından şeyh bedreddin tebriz’e giderek burada timur han’ın huzurunda yapılan ilmi toplantılara katılır ve başarısı ile timur han’ın takdirini kazanır…

bakınız bir parantez de burada açalım.
malum şahsın sabetayist olabileceğinden bahsetmiştik. ve kişi bunun en güzel örneklerini sergilemekte. o dönemin en güçlü devletleri olan osmanlı, memlük ve timur hanlığı arasında mekik dokumakta.
memlük sultanı ile arası iyi ve akabinde de timur ile de tanışıp onun da gözüne girmeyi başarmış.
bu üç türk devletini birbirine düşürmek şeyh bedreddin gibi bir provakatör için zor olmasa gerek…
geçelim…

şeyh bedreddin timur’un yanından ayrıldıktan sonra kazvin‘e geçti.
kazvin şehri malum. bilmeyenler için…
(bkz: kazvin)
zaten kazvin’e gelmesi de şeyh bedreddin’in hayatında bir dönüm noktası oldu. şeyh bedreddin kazvin’den kahire’ye döndüğünde artık su katılmamış bir batıni idi…

kahire’ye dönüşünde farklı ve aykırı görüşleri sebebi ile buradaki dostları ile arasının açılması uzun sürmedi. kahire’de miadını tamamladığını anlayan bedreddin bunun üzerine payitahta yani edirne’ye dönmeye karar verdi.
filistin, şam, konya derken bedreddin payitahta giden yolda tire’ye uğradı. burada halk arasında “dede sultan” olarak anılan börklüce mustafa ile tanıştı. daha sonra edirne’ye geldi. bedreddin edirne’ye varana dek yaptığı yolculuk sırasında uğredığı her yerde büyük bir ilgi ve alakaya mazhar olmuştu. bu sebeple edirne’de bir süre kaldıktan sonra tekrar batı anadolu’ya doğru bir seyahat düzenledi. bu seyahatin amacı ise batınilik’i anadolu’da yaymak ve kendine yandaş toplamaktı.
bursa’da börklüce mustafa, kütahya’da da torlak kemal kendisine en çok bağlı ve en güvendiği halifeleri idi. özellikle bir yahudi dönmesi olan torlak kemal börklüce mustafa ve şeyh bedreddin’i saltanatı ele geçirmek konusunda sürekli teşvik ediyor, bir isyanın doğuşunun zeminini hazırlıyordu.
şeyh bedreddin’in yaydığı fikirler o dönemin sosyal hayatını derinden etkilemeye başlamıştı.
şeyh bedreddin’in fikirlerini anadolu’ya yaydığı bu yıllar fetret devri‘ne denk gelmesi sebebi ile bölücülük çalışmaları kusursuz ve aksamadan sürebilmekteydi.
edirne’de padişahlığını ilan eden musa çelebi ise şeyh bedreddin’in anadolu halkı üzerindeki etkisinden faydalanabilmek için o’nu payitahta çağırıp kazaskerlik mertebesine getirmesi o’nun bölücü faaliyetlerinin bir bakıma meşrulaştırılmasına vesile olmuştu.
şeyh bedreddin artık fikirlerini yayarken bulunduğu makamın ağırlığından da faydalanıyor, daha fazla yandaş toplayabiliyordu.

lakin çelebi mehmed han kardeşini hal edip sultan olunca şeyh bedreddin’i azlediyor ve iznik’e sürüyordu.
şeyh bedreddin’in bu durumu kabullenmesi imkansızdı. bunun üzerine propaganda faaliyetlerini iznik’te sürdürdü. artık yandaşları ile daha fazla bir araya geliyor, osmanlı hanedanına son verme hedefini daha rahat dillendiriyordu.
yeteri kadar yandaş topladığına kanı getiren şeyh bedreddin “hacca giiyorum” bahanesi ile iznik’i terketti ve canik beyi isfendiyar bey’in yanına giderek projelerini anlattı. lakin osmanlı’nın hışmından çekinen isfendiyar bey’den gerekli desteği bulamayınca rumeli’ne geçti.
batınilik inancını ve aykırı fikirlerini burada da yayıyordu. amaç belli idi;
“şeyhlikten şahlığa geçmek…”

yeteri kadar taraftar topladığına inandığında ise izmir karaburun’da 10.000 adamı ile hazır bekleyen börklüce mustafa’ya isyanı başlatmasını bildirdi.
börklüce mustafa’nın üzerine gönderilen izmir sancakbeyi bulgar prensi aleksander’in kuvvetlerini yenmesi şeyh bedreddin’in taraftar sayısını daha da arttırdı. börklüce ve kuvvetleri izmir sancakbeyi’nin ardından saruhan sancakbeyi ali paşa’nın kuvvetlerini de yenince artık işin çığrından çıktığı anlaşılmıştı. sultan çelebi mehmed han bu sırada selanik’te ortaya çıkan düzmece mustafa belası ile uğraşmaktaydı. buna rağmen çelebi mehmed börklüce’nin üzerine sadrazam beyazid paşa ve henüz 12 yaşındaki oğlu veliaht murad’ı yolladı. osmanlı kuvvetleri güçlükle de olsa börklüce mustafa’nın çapulcularını bertaraf etti. beyazid paşa börklüce isyanında yakalananları sorguladığında isyanın asıl başının şeyh bedreddin olduğunu öğrendi. tüm asiler idam edilirken “yetiş dede sultan” diye bağırıyorlardı.
börklüce mustafa ise ellerinden çivilenmiş halde bütün şehirde gezdirildikten sonra halkın gözü önünde öldürüldü. bu da börklüce’nin ölümsüz olduğuna inananların bu inanışlarından vazgeçmesine sebep oldu.

şeyh bedreddin bu sırada rumeli’de faaliyetlerine devam etmekteydi.
çelebi mehmed, beyazid paşa’yı bu kez şehy bedreddin’in üzerine gönderdi. osmanlı kuvvetleri’nin üzerlerine geldiğini haber alan şeyh bedreddin yandaşlarının çoğu dağıldı. bunun üzerine beyazid paşa şeyh bedreddin’i ufak bir çarpışmanın aldından yakaladı ve serez’de padişah’ın huzuruna çıkarttı.
çelebi mehmed şeyh bedreddin’i alimlere havale etti, cezasının ne olması gerektiğini alimlerden oluşan bir heyete sordu. heyetçe alınan kararın ardından idam edilmesi uygun görüldü.(cezasının idam olması gerektiğini bizzat şeyh bedreddin de söylemiştir)
bunun üzerine şeyh bedreddin serez pazaryerin’de idam edildi. mirası varislerine dağıtıldı.

1418’de serez kentinin çarşısında asılan şeyh bedreddin’in mezarı 1924’e kadar simavna’daki tekkesinin bahçesinde kaldı, bu tarihte gerçekleşen nüfus mübadelesi ile birlikte şeyh bedreddin’in kemikleri de türkiye’ye getirildi ve topkapı sarayında çinko bir kutuda muhafaza edildi.
1961 yılında divanyolundaki 2. mahmud han’ın türbesine gömüldü.
şeyh’in mezarı, içinde 2. mahmud, abdülmecid, 2. abdülhamid gibi padişahların yattığı türbe kapısının hemen yanıbaşındadır.
şeyh bedreddin’i devrimci, aydın ve solcu olarak kabul eden birçok insan padişah türbesi olduğu ve bahçesinde bir sürü osmanlıca yazılı mezar taşları olduğundan bu tarihi mekanın içerisine girmemektedir. böylece kendilerine idol olarak aldıkları şeyh bedreddin’in mezarının aslında istanbul’da olduğunu dahi bilmemektelerdir.

yani osmanlı’ya isyan eden şeyh bedreddin, o isyan ettiği osmanoğulları ile koyun koyuna yatmaktadır…
ayrıca ne ilginçtir ki sosyalist bedreddin’in nüfus mübadelesi ile türkiye’ye getirilen kemikleri bu türbeye gömülmeden evvel sadece topkapı sarayında değil, tam 18 yıl boyunca sultanahmet camii’ndeki bir dolapta da saklanmıştır…

işin aslına bakacak olursak “şeyh bedreddin iyiydi ama çevresi kötüydü” diyebilmek de mümkündür. o sadece fikirlerini yaymaya çalışmış, lakin börklüce mustafa ve torlak kemal’in gazına gelerek payitaht rüyası görmüştür.

üstelik şeyh bedreddin son dönemlerinde(börklüce isyanı sonrası) iyiden iyiye gaza gelerek soyunun aladdin keykubat’a dayandığını dillendirmiş, böylece ileride osmanlı tahtını ele geçirirse asil bir kan’a mensup olduğunu vurgulamak istemiştir.
oysa hem tarih hem bizler şeyh bedreddin’in menşeini, soyunu, sopunu çok iyi bilmekteyiz…

İSTANBUL…

her ne kadar batı literatüründe ismi sürekli “konstantinapolis” olarak geçse ve tarihçilere göre isminin kaynağının eski yunanlılar(asitane) olduğu söylense de, istanbul’un ilk adı marmara bölgesinde kurulan ilk ön türk devleti urtum atın‘ın başkenti olan oy-oğ‘dur…

yunanlılara göre ise bu kentin grekçe adı “şehre” anlamına gelen “eis-tin-polin”ve ilk olarak eistinpoli olarak anılmış.

oysa istanbul’un fethinden önce misal 2. murat zamanında kentin adı konstantinapolis değil istanbul olarak anılır.

ibn-i batuta bu kenti iztanbul, ermeni coğrafyacı vartan ise esdambol olarak anar…

15. yüzyıl batılı seyyahların kaynaklarında ise istamboli ve stambol olarak görmekteyiz.

oysa,
“istanbul” ismi etimolojik olarak iki parçadan mürekkeptir. “istan” ve “bul”…

–alıntı–
iSTAN, ön-türkçede “tanrı katına asılı olan” , yani cennette asılı olmayı ifade eden “asqan” kökenden gelir…astan, aspan , günümüzde asüman olmuştur.

Hititlerde iSTANU adını taşıyan bir gök tanrısı vardır. Bu, HATTi’lerdeki ESTANU‘nun mirasıdır.

Orta Asyada Tufan kentinin yakınıda ASTANA( Osmanlıca ASiTANE) kenti vardır

Kazakistan, adı BEŞBALIK olan başketinin adını ASTANA‘ya çevirmiş ve burayı başkent yapmıştır.
–alıntı–

“bul” parçasının kökenine inecek olursak;

–alıntı–
Ön-Türklerin ilk büyük konfederasyonu bir-oy bil‘in başkentinin adı at-oqi boliq’tır. Bolıq, “site” demektir. Kazakistanda bizim “Beş Balık” dediğimiz kentin adı Biş-boliq‘tur. Anadoluda, bu ad BOLU olmuştur. Aral gölü yakınıda bir kentin adı Can-BOL‘dur.

astan ve boliq kelimelerini içeren üç kent .

·K(ESTAN)- POL—Trakya

·K(ASTAN)- BOLU—Kastamonu

ve nihayetinde ise;

· ASTAN -boliq—iSTANBUL
–alıntı–

görüldüğü üzre, Astana, zamanla, istan ya da sitan haline dönüşmüş, Acemce olduğu sanılmıştır, aslında istan kökeni “son ek” halinde ülke adlarının sonuna gelir.

Arab’iSTAN, Yunan’iSTAN, Ermeni’STAN, Türk’iSTAN, Bulgar’iSTAN.vb…

sözün özü bildiğin konstantinapoli yahut ilk ismi olarak iddia edilen “asitane” kelimesi köken olarak öz be öz türkçedir.

MED’LER KÜRTLERİN ATASI MI?

tarihi kendi çıkarları için yeniden yazmaya ve değiştirmeye kalkan bazı ezik bünyelerin inandığı bir başka yalan…


mö8. yüzyıl’da doğu anadolu ve iran’da büyük bir imparatorluk kuran medler ya da medyan’lar daha sonra pers imparatorluğu adını almışlar, daha doğrusu pers imparatorluğu ile birleşmişlerdir.


medler’in kürtlerin ataları olduğu tezine gelince.
malum diyarbakır’ın kürtçe ismi olan amed ile medler arasında bir bağlantı kurmaya çalışırlar.
lakin o tarihlere ait gerek med, gerek pers, gerek urartu kaynakları incelendiğinde “kürt” denilen bir milletin adından söz etmek bir yana varlığı dahi ortalarda yoktur.
sözün özü bugünki iranlılar ile kürtler ne kadar akraba ise medyanlar ile kürtler o kadar akrabadır.

“selahaddin eyyubi atamızdır” dediniz, olmadı…tüh allah kahretsin ki medler de tutmadı…

ne yapsak da 5000 yıllık kürt tarihi için “kürtlerin atasıdır” diyebileceğimiz bir uygarlık yahut devlet bulsak?

öyle bir devlet bulsak ermenilerin urartulara yaptığı dezenfermasyon politikasını uygular bir güzellik yaparız elbet kürt kardeşlerimize…
(bkz: urartular ın ermenilerin atası olduğu yalanı)

ÇALDIRAN SAVAŞI ve GERÇEK SEBEBİ…

yavuz sultan selim, yıllar önce kendisi ile evlenmeyi reddeden bu güzel kadına şimdi öyle bir ceza vermeliydi ki, yıllar geçse dahi tüm dünya hatırlasın, unutulmasın…

bütün bunlar çaldıran savaşı sonrası istanbul sarayına dönen yavuz sultan selim han’ın düşünceleri idi…

peki kimdi bu dünya güzeli? ve çaldıran savaşı ile ne alakası vardı?

yavuz sultan selim trabzon sancakbeyi olduğu şehzadelik döneminde, iran’da kurulan safevi devleti ve başındaki şah ismail’in anadolu ve osmanlı topraklarında hak iddiası ve düşmanca faaliyetleri yeni yeni başgöstermekte idi.
genç şehzade bu durumdan payitahttaki babası sultan ii. bayezit han’ı defalarca haberdar etmiş, bir önlem alınmasını bildirmişti.

şah ismail anadolu’da öyle bir provakasyon yapıyordu ki osmanlı nüfüzü bu durumdan epey etkilenmekte idi. bu provakasyonların en önemli neticelerinden biri de öz türkmen soylu göçer aşiretlerin osmanlı tebasından kitleler halinde ayrılması ve safavi tebayetine geçmesi idi…

yine böyle bir türkmen aşiretinin beyi sınırı geçmek için yavuz sultan selim’e başvurur ve izin ister.
yavuz selim bunların da şah ismail tarafından ayartıldığını düşünerek neden iran’a geçmek istediklerini sorar türkmen beyine,
aldığı yanıt çok ilginçtir;

“biz konuk olarak hayırlı bir iş için şah’ın memleketine ziyarete gidiyoruz bey’im haşa osmanlı tebayetinden ayrılma gibi bir durum yok”

bunun üzerine yavuz bu hayırlı işin ne olduğunu sorar, türkmen beyi yanıtlar;

“efendim, obamıza sığınmış bihruze adlı bir hatun vardır, şah’ın bağdat valisinin kızı olup esir tacirlerinin eline düşmüş, daha sonra bir fırsat bulup kaçarak obamıza sığınmıştır. bu hatunun güzelliğinden tüm doğu illerinde bahsedilir. şah da bize ve bihruze hatun’a hediyeler yollamak suretiyle kendisini zevceliğe istemiştir. şimdi hatun’u şah’a götürüp bahşişimizi alıp ülkemize geri dönmektir niyetimiz.”

bunun üzerine yavuz bihruze hatun‘u görmek ister ve huzuruna çağırır. gerçekten de bu hatun kişi harikulade güzelliğe sahiptir. yavuz sultan selim bunu rakibine kaptırmak istemez ve türkmen beyinden bihruze hatun’u ister. türkmen beyi durumu bihruze hatun’a iletir lakin red cevabı alır.
bu reddin nedeni ise çok basittir. yavuz bir garip şehzadedir ve padişah’ın en küçük oğlu olması dolayısı ile taht’a çıkması zayıf bir ihtimaldir. ağabeylerinden birisi tahta çıkacak ve yavuz’u boğdurmak suretiyle bertaraf edeceği muhakkaktır. öte yanda tahtı tacı ve hükümdarlığı ile şah ismail’in kraliçesi olmak varken, yavuz sultan selim’i düşünmesi bile komiktir bihruze hatun’un…

gün olur devran döner, aradan birkaç yıl geçer.
o şehzade selim şimdi osmanlı padişah’ı “yavuz selim” olmuştur, en önemli hedefi ise bu şah ismail’i durdurmak ve bihruze hatun’dan yıllar öncesinin intikamını almaktır.

nitekim o meşhur çaldıran savaşı vuku bulur, zafer net bir şekilde yavuz’undur artık. bu savaş osmanlı’nın anadolu’daki hakimiyetini perçinlemiştir. savaş ganimetleri arasında şah ismail’in zevcesi “taçlı han” yani bihruze hatun da bulunmaktadır.

taçlı han’ı tutsak olduğu halde yavuz’un huzuruna çıkartırlar, tutsak sultan hala eski güzelliğinden birşey kaybetmiş değildir. ama bulunduğu durumdan duyduğu üzüntü ve yıllar öncesi verdiği hatalı kararın pişmanlığı da yüzünden okunmaktadır. bu durum yavuz’un gözünden kaçmaz ve taçlı sultan’a dönerek,

“sultan’ım sizi esirlikten azad ediyorum, ömrünüzün nihayetine kadar bir hanımzade olarak yaşamınızı müreffeh bir şekilde sürdürmenizi sağlayacağım”

taçlı han bu duruma sevinmişti. artık esir değil osmanlı padişah’ının zevcesi olacağını sanıyordu.

yavuz devam etti;
“size tacizade cafer çelebi‘yi münasip görüyorum, artık onun zevcesi olacaksınız”

bu durum huzurda bulunan herkesi şok etmişti.
tacizade cafer çelebi yavuz’un çok sevdiği, yaşlı, tecrübeli bir devlet adamı idi.
bu durumun maksadı ise hem taçlı han’dan yıllar öncesinin intikamını almak, hem de taçlı han’ı maiyetindeki bir memurla evlendirerek şah ismail’i küçük düşürmekti.

lakin aradan bir süre geçmiş, tacizade cafer çelebi vefat etmişti.
yavuz’da hala bihruze’yi unutamamıştı. cafer çelebi’den sonra da taçlı han’ı yine maiyetindeki “molla idris” ile evlendirdi. molla idris ise taçlı han’dan iki misli yaşlı, bir gözü kör, zenci ve bir kadının tahammül edemeyeceği derecede çirkin birisi idi.
böylece yavuz sultan selim yıllar sonra intikamını almış oldu…

şah ismail ise bu vesile ile sadece savaş değil en değerli hazinesini kaybetmiş bir hükümdar olarak ömrünün sonuna dek azap içinde yaşadı.
hatayi mahlası ile çok sevdiği zevcesi taçlı han için bir dolu duygu yüklü acılı eserler kaleme aldı,

bunlardan en bilineni;
eya gönül kuşu derler behar imiş, mene ne.
bısat-ı ıyş aceb rüzigar imiş, mene ne.

deyirler oldu deli leyli zülfüne mecnun,
deminde ol dahi bir bikarar imiş, mene ne.

ahuttu yaşumu devran, baturdukaannuma el,
rakib elindeki dest-i nigar imiş, mene ne.

lebin zulali ne sırdı, tükendi ömrü aziz,
hayat-ı hızr eğer paydar imiş, mene ne.

bu baht-ı bed ki menem var, hatayi ol şuhu,
gam ehline diyeler gamküsar imiş, mene ne…

günümüz türkçesi ile;

ey gönül kuşu bahar gelmiş diyorlar, bana ne.
işret sofrası bir başka türlü olur diyorlar, bana ne.

diyorlar ki mecnun leyla’nın siyah saçı uğruna deli olmuş,
o da ne yaptığını bilmezin biri imiş bana ne.

devran göz yaşımı akıtıp, kanıma el batırdı,
rakibin elindeki sevgilinin eli imiş, bana ne.

dudaklarının ıslaklığı ne sırdır ki, onsuz aziz ömür tükendi,
hayat suyu imiş, hızır’ın ömrü tükenmezmiş, bana ne.

hatayi, bende bu kötü talih var iken,
o güzel dertli olanların derdini dağıtıyor deseler, bana ne…

TÜRK PEYGAMBER; HZ ZÜLKARNEYN…

Kelime anlamı olarak zülkarneyn “çift boynuzlu-çift zamanlı” anlamına gelmektedir.Burada “Zül” bir iyelik ekidir. “Sahibi” anlamını vermektedir. Karn, boynuz; Karneyn ise, çift boynuz demektir. Buna göre Zülkarneyn, “Çift boynuz sahibi” anlamına gelmektedir.

Peki bu boynuz sembolü nedir? Bu boynuz, zaman gezmenliğinde kullanılan karadelik türünü ifade eder. Bazen iki karadelik bir çift boynuz oluşturacak biçim alırlar. Bu iki boynuzun uçları birbirine oldukça yakındır. (25 İnc) Aradaki kirişten zaman sıçraması yapılmakta, zamanda ileri ve geri gidilmektedir. Her zaman gezmeni, geçmişte de gelecekte de bulunabildiği için, Hans tarafından “Çift Zamanlı” olarak adlandırılmaktadır. Dolayısı ile her çift zamanlı, aynı zamanda Zülkarneyn’dir.

Kur’an’da sözü edilen Zülkarneyn’i her ne kadar bir şahıs ismi olarak anlamağa koşullandırılmışsak da aslında o bir insanın adı değil, iki boynuz arasındaki kiriş zamanda gidip gelebilenlere özgü bir lâkaptır!

Zülkarneyn aslında oldukça eski ve mitolojilerde bile kendini gösteren bir semboldür. Örneğin, Vikingler neden öyle bir boynuz seçmişlerdir kendilerine? “Thule Quanaak” nedir? Thule, “Zul”; Quanaak da “Karn” karşılığıdır. Ve bu bir gizli öğreti örgütünün adıdır. Zig-Zag ekibi de bir zamanlar o örgütle birlikte çalışmış ama örgütü Masonlar ele geçirince yollarını ayırmışlardır.

gelelim zülkarneyn peygamber’in türklüğüne…

orhun kitabelerinde geçen;

–alıntı–
Ben Türk Bilge Kağan; doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına kadar, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar hep milletler bana bağlıdır. Bunca milleti hep düzene soktum, ilerlettim. Doğuya ordu sevk ettim. Bunca yerlere gittim
Tanrı (Tengri) yardım ettiği için milletime; gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen yerler kazandırdım. Tanrı buyruğu olduğu için, Devletli olduğum için size Kağan oldum. Tanrı yardım ettiği için dört yöndeki milleti derleyip topladım.
Ey Türk Milleti; Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, ilini, töreni kim bozabilir? Ey Türk Milleti, titre ve kendine dön!
Gittiğim yerlerde güneşin kavurduğu, güneşin battığı son millete gittim. Onların arasında hüküm verdim. Sonra dünyanın öbür ucuna, güneşin doğduğu yere vardım. Orada bulduğum milleti boyunduruğum altına aldım. Birbirileriyle olan çekişmelerine son verdim. Ordumla Tengri buyruğu olarak adalet getirdim. Tengri buyruğu olarak bunları yaptım…
–alıntı–

bilge kağan sözleri ile kuran-ı kerimde geçen kehf suresinde;

–alıntı–
Kehf Suresi 86. Ayet: NiHAYET GÜNEŞiN BATTIĞI YERE VARINCA, ONU KARA BiR BALÇIKTA BATAR BULDU. ONUN YANINDA (ORADA) BiR KAVME RASTLADI. BUNUN ÜZERiNE BiZ: EY ZÜLKARNEYN! ONLARA YA AZAP EDECEK VEYA HAKLARINDA iYiLiK ETME YOLUNU SEÇECEKSiN, DEDiK.
ve Kehf Suresi 90. Ayet: NiHAYET GÜNEŞiN DOĞDUĞU YERE ULAŞINCA, ONU ÖYLE BiR KAViM ÜZERiNE DOĞAR BULDU Ki, ONLAR iÇiN GÜNEŞE KARŞI BiR ÖRTÜ YAPMAMIŞTIK.
–alıntı–

bahsedilen hz zulkarneyn’in aynı kişiler olması ihtimali çok yüksektir.

kuran-ı kerim’de anlatılan hz zulkarneyn’in özelliklerini incelediğimizde en göze çarpan özellikleri;
büyük bir orduya sahip olması, kendisinin büyük bir komutan olması, ordusuyla tüm dünyayı gezmesi ve Allah’ın emri ile gittiği her yere iyilik, adalet ayrıca Allah bilgisi ve töre götürmesidir.

zulkarneyn peygamber’in aslında bilge kağan olduğu kaçınılmaz ve bilerek ve istenerek bariz bir şekilde gizlenmeye çalışılan bir sırdır.

tıpkı türk piramitleri gibi, tıpkı attila han’ın tanrının gerçekten kırbacı olduğu gibi…

insanlar neden tarihini bilmez, anlamaz, bilmek istemez, başkalarının tarihi ile kendi öz tarihlerini unutmak ister, başkalaşmaya çalışır mantık kabul etmiyor…

hadi tüm bu gerçekleri, tüm bu belgeleri görmezden geliyorsunuz, peygamber efendimizin türk kavmi ile ilgili söylediği;

“aziz ve celil olan Allah buyurur ki, benim bir ordum vardır, adını Türk koydum ve onları doğu ülkelerine yerleştirdim. Herhangi bir kavme öfkelendiğim zaman Türkleri onların başına musallat ederim.”

“Türk dilini (mutlaka) öğreniniz. Zira mülk ve saltanat uzun zaman onların elinde kalacaktır.”

ve en nihayetinde;
“Sizler küçük çekik gözlü, kırmızı benizli, yatık burunlu, çehreleri sanki (örs üstünde döğülmüş ve ) üzeri derilerle kaplanmış (sağlam) kalkanlar gibi bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Yine sizler, kıldan çarık (ve çoraplar) giyen bir kavimle (Türk) çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır.”

sözlerini de inkar edip gizlemek yakışır sizlere…

URARTULAR ERMENİLER’İN AKRABASI MI?

tıpkı selahaddin eyyubi ve eyyubi devleti’ni kürt kabul edenlerin içine düştüğü yanlışlığa düşenlerin inandıkları yalandır.
aslına bakacak olursak, selahaddin’in kürt olma olasılığı urartuların ermenilerin atası olması olasılığından daha kuvvetlidir.
tarihçi strabon ve heredot’un aktarımlarına göre ermeniler bir avrupa kavmi olan friglerin, mö 6. yüzyılda trak ve illiryalıların baskıları ile doğu’ya göçmesinin neticesinde friglerden ayrılarak daha doğu’ya doğu anadoluya kadar gelmiş olan koludur.
ermeniler hint avrupa kökenli bir halktır ve kendilerini “hay”(haylar) olarak tanımlarlar. ermeni ismi onlara persler tarafından verilmiştir.(armina)…
urartular ise doğu anadolu’da mö 13.yy ila mö 5.yy arasında hüküm sürmüş apayrı bir millet ve kavimdir.

ermenice hint avrupa dil ailesine mensup bir dil iken, urartuların konuştuğu dil ne hint avrupa, ne de sami dilleri ile bir alakası vardır.
urartu dili aslında öz türkçe’ye daha yakın bir dildir ve ural-altay dil ailesine mensuptur.

ermeniler’in batıdan gelerek urartu topraklarına yerleşmesi, tabii ki urartular ile ermeniler arasında bir kültürel yakınlaşmaya sebebiyet vermiştir.
lakin bu zorunlu durum urartular’ı ermenilerin ataları yapmaz.
urartular’ın ermenilerle olan yakınlığı türklerin çinlilerle olan yakınlığı kadardır ancak…

lakin malum ermeni lobisi öylesine güçlü ve faaldir ki doğu anadolu’da kurulmuş en büyük medeniyetlerden biri olan urartular’ı sahiplenmekte bir yanlış yahut hata görmemektedirler.

ayrıca, “uber bilimsel” yanlı kaynak gösteren önyargılı kişilere bir kaynak da okumaya üşendikleri bilgi kaynağı vikipedi’den verelim. belki bunu ciddiye alırlar;
–alıntı–
Urartuların kullandigi dil ile hint avrupa dil ailesi ve sami dil ailelesi arasında hiçbir bağ yoktur.{fact} En çok Kuzeydoğu Kafkasya dil ailesi ile benzerlik göstermektedir.[1] Ancak akrabalık dereceleri daha kesinlik kazanmamıştır. Ata torun ilişkisnden bahsetmek için henüz çok erkendir. Yaşayan diller arasında en çok ortak kelime Urartuca ile Kuzeydoğu Kafkas dilleri arasındadır. Toplam bilinen 350 Urartuca kelime kökünden 169’u.[2]
http://tr.wikipedia.org/wiki/Urartular

Ermenice Hint-Avrupa Dilleri ailesi içinde bağımsız bir dal oluşturan bir dildir. Yukarı Fırat ve Aras havzasında MÖ 5. yüzyıldan itibaren varlığı kaydedilmiş ve 405 yılından itibaren Ermeni alfabesi ile yazılmaya başlanmıştır.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ermeniler
–alıntı–

–alıntı–
Armenian is a sub-branch of the Indo-European family, and with some 8 million speakers one of the smallest surviving branches, comparable to Albanian or the somewhat more widely spoken Greek, with which it may be connected (see Graeco-Armenian).
http://en.wikipedia.org/wiki/Armenians

Urartian, the language used in the cuneiform inscriptions of Urartu, was an ergative-agglutinative language, which belongs to neither the Semitic nor the Indo-European families but to the Hurro-Urartian family. It survives in many inscriptions found in the area of the Urartu kingdom, written in the Assyrian cuneiform script. There are also claims of autochthonous Urartian hieroglyphs, but this remains uncertain.[38]
http://en.wikipedia.org/wiki/Urartu
–alıntı–
görüldüğü üzre, bütün dünya urartuların hint avrupa veya sami dilini konuşmadığını ve ermenilerin hint avrupa dil ailesine mensup greko ermeni dilini konuştuğunu kabul etmiş. hala bazıları neyin peşinde neyin kaynağının derdinde çözen varsa beri gelsin…

lakin tüm bu yalana sadece cahil bireyler inanabilir.
tıpkı sözde ermeni soykırımına inananlar gibi…

ural altay dil ailesine mensup turani bir ırk olan urartular’ı “ata” olarak kabul etmek ermeni toplumunu yüceltmez, sadece ve sadece komik duruma düşürür.

SOVYET SOSYALİST SOYKIRIMLAR BİRLİĞİ…

1917-1991 yılları arasında demir yumrukla yönetilmiş olan dünyanın en büyük korku imparatorluğu olan sovyetler birliği’nin asıl adıdır.

sovyetler birliği komunist partisi’nin kanla yazılmış soykırımlar destanı şu bölümlerden oluşur;

a) ahıska türkleri soykırımı; öz be öz türk olan ahıska türkleri’nin 2. dünya savaşının başlamasıyla birlikte yerleşik olduğu yerlerden sürülerek uğratıldıkları soykırımdır. yerlerinden yurtlarından edilip sovyet rusya’nın dörtbir yanına dağıtılan ahıska türkleri’nin çok az bir kısmı günümüze ulaşabilmişlerdir. 1 milyon ahıska türk’ü bu soykırımda katledilmiştir.

b)kırım tatar türkleri soykırımı: kırım tatarları’nın nazi almanya ile işbirliği yapacağı düşünülerek yapılmış soykırımdır. 1.500.000 kırım tatar türk’ü katledilmiştir.

c)lapon soykırımı: finler’le işbirliği yapıyor bahanesiyle binlerce lapon sibirya’ya gönderilmiştir.

d)yakut türkleri soykırımı: 100-150.000 yakut türkü’nün katledildiği soykırımdır.

e)polonya soykırımı: ikinci dünya savaşı’nın başlangıcında nazilerle ittifak imzalayan sovyetler’in milyonlarca polonyalı’yı katlettiği soykırımdır.

f)don ve kuban kazakları soykırımı: tatarlara yapılan soykırım ile aynı şey bahane edilerek uygulanmış soykırımdır. 100.000 kazak katledilmiştir.

g)baltık halkları soykırımı:sovyetler birliğine katılmak istemeyen baltık halklarına karşı uygulanan soykırımdır. baskı ve sürgünlerle 400.000 leton, litvanyalı ve eston katledilmiştir.

h)ukrayna katolik soykırımı: dini yasaklayan sscb’nin imza attığı ve 250.000 ukrayna katoliği’nin katledildiği soykırım.

g)ukrayna kırımı ya da holodomor: sovyetler’in ukrayna ulus bilincini sıfıra indirmek adına imza attığı tarihin en vahşi katliamlarından biri. 10-12 milyon ukraynalı katledilmiştir.

i)kamuk-altay soykırımı: altay türkleri’ne ikinci dünya savaşı esnasında yapılan soykırımdır. 80.000 altay türkü katledilmiştir…

j)çeçen-inguş soykırımı: 500 bin çeçen ve inguş’un sürgün edilmesiyle gerçekleştirilen soykırım.

k)çerkes soykırımı: kafkaslar’da uygulanan bir diğer sistematik soykırım. 2 milyon çerkes katledilmiştir.

l)karaçay türkleri soykırımı: 30.000 karaçay türkü’nün sürgünlerde katledildiği soykırımdır.

m)volga germen soykırımı: slav olmayan az sayıdaki volga germenlerinin nazi saflarına geçeceği düşünülerek yapılmış ve 40.000 germen’in kurşuna dizilmesiyle vahşete dönüşmüş soykırımdır.

görüldüğü üzre komunist parti propagandaları yaparak “halkların kardeşliği” zırvaları söyleyen zevatlar bu konulara hiç değinmezler nedense.
bu konulardan bahsedildiğinde ise kendilerinin farklı komunist anlayışa sahip olduklarından dem vururlar ama bir yandan da sovyetler birliğine laf söyletmezler.

ayrıca, bu soykırımlar sadece insanlarla sınırlı kalmamış, tarihe de soykırım uygulanmıştır.
bugün türkler hakkında bilinenleri tersyüz edecek olan;
anav, Afanasyevo, Andronovo, Karasuk medeniyetlerine ait tarihi bulgular da sovyetler tarafından yok edilip gizlenmiş, böylece öntürklerin tarihi ile ilgili bir tarih soykırımına imza atılmıştır.

sovyet sosyalist soykırımlar birliği‘nin imza attığı bir başka soykırım ise bir doğa katliamı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan bir soykırım olan “aral havzası katliamı“dır…
20. yüzyıl’ın ortalarına kadar “aral denizi” diye adlandırılan ve çevresinin hayat kaynağı konumunda olan aral gölü’nün büyük bölümünün yerinde bugün “aralkum” adı verilen dünyanın en genç çölü yer alıyor.
tamam biz insanoğlu yüzyıllardır tabiatın dengesini alt üst ettik, denizlerimizi girilmez hale getirdik, birçok çevre felaketi yaratarak dünyayı yaşanmaz bir yer yapmaya çalıştık ama bu aral gölü ve havzasında yapılan uygulamalar başlı başına bir soykırım…

ikinci dünya savaşını takip eden yıllarda dünya artık iki kutba bölünmüş vaziyetteydi.
batı’nın karşısında büyük ve güçlü bir komunizm imparatorluğu dikiliyordu.
sahip olduğu doğal kaynakları, tabiyetindeki insanları, hayvanları dahi çekinmeden harcayabilecek bir imparatorluk…

bazı arkadaşlarımızın hayranlık beslediği bu korku imparatorluğu, pamuk tüketim talebini karşılamak amacıyla 1960’lı yıllarda aral gölü katliamını başlatıyordu…
aral gölü’nü besleyen iki damar olan seyhun ve ceyhun nehirleri yönleri değiştirilerek çölde tarım alanları yaratılır…buralardan alınan verimle milyonlarca hektar alana daha pamuk ekilir.
lakin damarları kesilen aral beslenememekte ve sıcak bir bölgede olmasının da etkisi ile kurumaya başlamaktadır.

sovyet yetkililer bu durumu 80’li yıllara değin görmezden gelir.
aslında yine görmezden geleceklerdir ama ortada aral diye bir göl kalmamıştır. zira 80’lerde aral iyice ufalmış ve ikiye bölünmüştür.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/114002/+

90’lı yıllara gelindiğinde sovyet imparatorluğu’nun çökmesi ile başka gerçekler de ortaya çıkmaya başlamıştır.
zira aral gölü’nün yok edilmesi yüzbinlerce kilometrekarelik bir alanın iklimini, çevre koşullarını değiştirmiş, alt üst etmiştir.
birçok bitki ve hayvan türü yok olmuş, geçim kaynağı göl olan insanlar yeni yaşamlar kurmaya zorlanmışlardır.

tabii bir de seyhun ve ceyhun nehirleri vasıtası ile tarıma açılan çöl bölgelerinde çalışan-yaşayan insanlarda da birtakım biyolojik vakalar görülmüştür.
bölge insanları çöl alanına uygulanan kimyasal tarım ilaçlarının etkisi ile seri bir şekilde kansere yakalanmış, kanser bölgeye ait bir değer haline gelmiştir.
yıllar yılı gizlenen bu gerçekler yüzbinlerce insanın hayatına mal olmuş, bir o kadarı da bu hastalıklara bağlı olarak sakat kalmıştır.

aral havzasında yaşanan katliam ve soykırım sadece iklim değişikliği ve hatalı tarım politikası ile sınırlı değil elbet.

aral gölü üzerinde yer alan Vozrozhdeniya Adası sovyet rusya tarafından 50 yıl boyunca biyolojik silah geliştirme ve deney üssü olarak kullanılmış, tabii aral’ın yok olması ile ada olmaktan çıkmış, ana kara ile birleşmiş, böylece bu adada bulunan ve niteliği bugün dahi bilinmeyen türlü biyolojik silahların insanlıkla buluşması kaçınılmaz olmuştur.
bölgede tıbbın izah edemediği hastalık ve ölümler de bu Vozrozhdeniya Adası’ndan yayılan mikroplara bağlanmaktadır.

tabii bizim körlere göre komunistler cicidir, böyle şeyler yapmazlar…
inanmayın, asılnda aral gölü’nün suyunu ergenekon örgütü tarafından siverek’te özel çiftliklerde yetiştirilen inekler içti. onun için su bitti ve iklimi değişti.
bağlayın bu işi de ergenekon’a olsun bitsin…

yazık…
hepimiz ermeniyiz diye bağıran utanmazlardan biri de çıksın “hepimiz ukraynalıyız” yahut “hepimiz ahıska türkü’yüz” desin dişimi kırarım…

TÜRKLERİN YIKTIĞI KÜRT DEVLET VE BEYLİKLERİ…

sevgili(!) kürt vatandaşlarımızın her ne kadar gücüne gidecek de olsa türkler tarihte birçok devlet yıkmış ve bu coğrafyaya sahip olmuşlardır.
pek tabii türklerin yıktığı bu devletler arasında kürt devletleri-emirlikleri-beylikleri de bulunmaktaydı.

yani bu coğrafya türklerin efendiliğini seve seve değil, öpe öpe kabul etmişti bir yerde.
ama tüm bunlara rağmen büyük kürt milleti tek bir türk devleti dahi yıkamamış, parçalayamamıştır. devlet kurmak kadar devlet yıkmak, yok etmekte bir beceridir.

işte türkler tarafından tarihten silinen kürt devletleri;

hemdaniler,
mervani kürt devleti,
gor devleti,
hasnevi kürt devleti,
daysemi kürt devleti,
büveyhoğulları
ben-i inaz devleti,
şeddadiler,
ve en son olarak da;
ağrı cumhuriyeti.

şimdilerde de bazıları kuzey ırak’taki özerk ve yarı bağımsız oluşumdan hevesle özerklik, bağımsızlık çığırtkanlıkları yapmakta.
neyse bir devlet daha yıkacağız demek ki yakın gelecekte…

TÜRK TARİH TEZİ…

atatürk ün tarih tezi doğrultusunda, gazi’nin direktifleri ile araştırılmış, geliştirilmiş, türk ırkının kökeni ve türklerin medeniyete olan katkıları hakkında önemli bulgular elde edilmiş çalışmadır.
bu çalışmaların ışığında 1930 yılında yüz adet basılan Türk Tarihinin Ana Hatları isimli eser Türk tarih tezi’nin en önemli ürünü olup 1931-1941 yılları arasında okullarda ders kitabı olarak okutulmuş ve türkçülük ideolojisinin gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır.

yine türk tarih tezi çalışmalarında türklerin anavatanı olan orta asya’dan evvel dünyaya mu kıtasından yayıldığına dair bulgular ve savlar ortaya atılmış, mu kıtası uygarlığına ait halkların sümerler ve amerika yerlileri’nin türkler ile akraba oldukları, aynı soydan-kökenden geldikleri bu ırklarla türkler arasında, gerek lisan gerekse yaşamsal örneklemelerden yola çıkılarak iddia edilmiştir.


–alıntı–
Türk Tarih Tezi, beyaz ırkın kökeninin Orta Asya olduğu hipotezinden yola çıkmaktadır. Buna göre değişik çağlarda, çeşitli göç dalgaları halinde Orta Asya’dan dünyaya yayılan Türklerin de atası olan halklar, dünya medeniyetlerinin önemli bir kısmını kurmuştur.
–alıntı–


bu gün cumhurbaşkanlığı forsunda bayrakları ile sembolize edilen 16 türk devleti de türk tarih tezi’nin sonuçlarından biridir.

(bkz: güneş dil teoremi)

GÜNEŞ DİL TEORİSİ…

osmanlı döneminde farsça ve arapça’nın gerisinde kalmış, ikinci plana itilmiş olan türkçe’ye yeni türkiye cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra eski itibarını kazandırmak amacı ile atatürk ün tarih tezi doğrultusunda türk tarih tezi çalışması kapsamında geliştirilmiş teoridir.

bu teoriye göre türkçe, dünya tarihindeki ilk ve en kapsamlı lisanlardan biridir.

bu teoriye esin kaynağı; Sırp asıllı Avusturya’lı dilbilimci Dr. Phil. Hermann Kvergic’in “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” isimli 41 sayfalık basılmamış Fransızca eseridir. kvergic bu eserinin bir nüshası atatürk’e gönderilmiş, gazi’de yaptığı inceleme sonucu türk dilinin diğer dillerle benzerliği ve etkileşimi hakkında çalışmalar başlatmış, hatta türk dil kurumu‘nu kurdurmuştur.

tdk’nın yayımladığı rapor;
http://tdkkitaplik.org.tr/gdtraporu.asp

atatürk’ün uygulamasını başlattığı türkçe ezan’da türkçe’nin hak ettiği itibarı kazanması için yapılmış çalışmalardan biridir, lakin bu uygulama da güneş dil teorisi gibi populist liboşların hedefi haline gelmiş, gazi’nin vefatından sonra da rafa kaldırılmıştır.

bu konuyu en iyi açıklayan söz, ankara üniversitesi’nde güneş dili ile ilgili dersler veren ibrahim necmi hoca’nın açıklamasıdır.
ibrahim necmi gazi’nin vefatı üzerine derslere son vermiş, nedenini soranlara;
“güneş öldükten sonra o’nun teorisi nasıl ayakta kalabilir ki” demiştir…

NAACAL TABLETLERİ…

mu uygarlığı’na ait olan günümüzden 10.000-15.000 yıl evvel yazıldığı yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılan taş tabletlerdir.
alıntı
batik mu kitasi ve mu uygarligi hakkindaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyilda yasamis olan ingiliz arastirmaci james churchward’in incelemeleri neticesinde gün yüzüne çikmistir. ingiliz silahli kuvvetlerinde albay olan churchward, 1880’li yillarda hindistan ve tibet’te görevle bulundugu siralarda bu kita hakindaki ilk bilgileri edinmis, emekliliginden sonra da orta amerika’da arastirmalarini tamamlayarak bu batik uygariik hakkinda bes eser yazmistir.churcward’in kaynaklari, bati tibet’te bir mabette, bu mabedin basrahibi tarafindan kendisine verilen “naacal tabletleri” ile, amerikali jeolog william niven’in 1921-23 yillari arasinda meksika’da ortaya çikardigi tabletler olmustur.

bilim dünyasi, gerek churchward’in ortaya çikardigi mu uygarliginin, gerekse bir diger batik kita olan atlantis’in varliklarini kuskuyla karsilamaktadir.

ancak yine bilim dünyasi, bu iki kitanin battigi öne sürülen tarih olan 12 bin yil önce dünyada büyük bir jeolojik olayin yasandigini onaylamaktadir. kaldi ki, dünyanin hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yasandigini dogrulamaktadir ve bilim dünyasi ister kabul etsin, ister etmesin, misir, maya kalintilari, paskalya adasi uygarligi gibi bugün nasil ortaya çiktiklari izah edilemeyen birçok eser bu batik kita uygarliklarinin varligi ile mantikli izahlara kavusabilmektedir.
alıntı

(bkz: türk piramitleri)
(bkz: atatürk ün türk tarihi tezi)bir başka varsayı da naacal tabletlerine bağlı olarak öntürk uygarlıklarının özellikle islam felsefesini etkilediği, türk mitolojisinde var olan gök tanrı inancının ve gök tanrı’nın yeryüzündeki temsilcilerinin dünyadaki ilk tek tanrılı dini örnek olduğu aşikardır.

(bkz: yafes)

YEDİ KÖK SOY…

birine kızdığınızda ne dersiniz?

“hay senin gelmişini geçmişini…yedi ceddini…”

yedi cet?

yani, babanın dedesinin dedesinin dedesi…

acaba?

peki nedir yedi cet? yedi kök soy?

kabaca tanımlayacak olursak dünya’ya hakim olan varlıklar topluluğudur bu…yani, insaoğlunun yedi ceddidir…

dünya üzerinde günümüz insanoğlu ortaya çıkana dek geçmiş evreler vardır…insanlığa ulaşan, günümüz beşeri sistemini oluşturmaya giden ve milyonlarca yıl süre gelen bir değişim ve gelişim…

ilk kök soy, Polarean soy olarak adlandırılır teozoflarca…polorean ırkta insanoğlu tanrısal bir varlıktı, etten, kemikten değildi.

ikinci kök soy, Hyperboreadır…Hyperborea’nın en önemli özelliği ise çift cinsiyetli olmasıdır. Hyperborea insanları günümüz insanlarına göre bir hayli iri cüsselere sahip birer devdi…

üçüncü kök soy, lemurya soyu…yani efsanevi mu kıtası insanları. lemurya’lılar da devdi…lakin Hyperborea’lardan ayrılan en önemli özellikleri artık kadın ve erkek olarak cinsiyetleri ayrılmıştı…insanlar çiftleşerek üreyebiliyorlardı…
pasifik adalarındaki devasa yapıları, mısır piramitlerini, güney amerika uygarlıklarının akıl sır ermeyen eserlerini yapanlar üçüncü soy ırkına mensup insanlardı…

dördüncü kök soy; atlantis insanı…
bu evrede insanoğlu medenileşti, medeniyetler kurdu, hayvanları evcilleştirdi…daha önceki soyların efsaneleri ile kendilerine özgü bir inanç sistemi geliştirdiler…

beşinci kök soy; günümüzde halihazırda süregelen insan soyudur…
dinler ortaya çıkmış, diğer kök soyların efsanevi anlatımları birer inanç haline gelmiş, devletler kurulmuş, yıklımış, insanoğlu kendi kanunlarını, yasalarını yapmaya başlamıştır…

peki ya altı ve yedinci kök soylar?

şu günlerde 5. kök soydan, 6. kök soya geçiş evresini yaşamakta insanoğlu…
tanrılara kafa tutmakta, artık bilimin tanıdığı imkanlarla kendi dünyalarını yaratmaya, dünyanın ve evrenin sırlarına haiz olmaya başlamışlardır.

6. kök soy bir geçiş evrimi olacak ve insanoğlunun gelişim ve değişimi yedinci kök soy ile son bulacaktır…
6. kök soy sürecinde insanoğlu tanrısal yeteneklerini keşfedecek, bugün akıl sır erdiremediğimiz yetilere sahip olacaktır.
altın çağ’a belki binlerce yıl var ama altın çağ’ı müjdeleyen günlere çok yaklaştık artık…

7. kök soy devrinde her bir insan artık birer tanrı haline gelecektir…

sübhaneke dinimiz amin.

inna lillah ve inna ileyhi raciun…”

allah’tan geldik allah’a dönüyoruz…tanrı gibiydik, yine tanrı gibi olacağız…

hep söylüyoruz ya,
“bakmak ile görmek arasında fark vardır” diye.

kimisi bu durumu tanrı’nın, yüce yaradanın varlığına bağlar, kimisi de…
neyse.

lafı uzatmayalım.

sen nasıl bakıyorsan öyle görürsün.

ama farklı bakmakta, baktığını görmekte fayda var…

ne diyor ayet?

inna lillah ve inna ileyhi raciun

iddia edilen meali;

Şanı yüce olan Allah’a hamdolsun! Biz, O’ndan geldik ve yine O’na döneceğiz…

öyle diyorlar…

şan, yüce kelimeleri nerede geçiyor orası ayrı muamma.

ama anlam olarak, “allah’tan geldik, allah’a döneceğiz” çıkarımı yapıyor islami kaynaklar…

kelime anlamı bu zira. tercümesi bu…

lakin buradaki allah’ı tanrı kabul edersek-ki asıl tercümede öyledir, ilah=tanrıdır- bu cümleden farklı bir anlam da çıkarabiliriz.

görüldüğü üzre bu ayetin asıl mealinin ne olduğu gayet açık.

insanoğlunun evrim sürecini ve yüzbinlerce yıldır süregelen bu evrimin yine asıl geldiği yere, yani insanoğlunun tanrısal kişiliğe bürüneceğine dem vurulmuş.
tabii sağdan soldan aşırma ayetlerle dolu olan kuran mistisizminin bunu düşünmesi imkansız.

diğer mucizevi bahislerde olduğu gibi bu ayet de sümerlerden, mısırlılardan alıntıdır…

ama her zaman dediğimiz gibi. bakmakla görmek arasında fark olduğu gibi, okumakla algılamak, okuduğunu yorumlamak arasında da farklar mevcut.

gönül isterdi ki bu ayeti kelimeyi fethullah hoca gibi gözlerim yaşlı şekilde yorumlayıp, tribünlere oynayayım. ama riyakar olmayı kitabımız yazmadı henüz…gerçek bildiğimiz ne ise nacizane onu yazmaktır boynumuzun borcu.

ha şimdi çıkar bir arkadaş, “yok yanlış yorumluyorsun, cümle mealen tam anlaşıldığı gibi yorumlanmalı” diyecek.

o zaman da diğer iddia edilen kuran ayetlerini yalanlamış olacak böyle diyen.

misal; “kadınlarınızı dövün” ayetinde olduğu gibi.
pek muhterem müslüman kardeşlerimiz bu ayetin aslının bu olmadığını arapça’nın yazıldığından farklı anlamlar ihtiva ettiğini iddia ediyorlar ya her zaman.
bundan dolayı da allah ile aralarına şarlatanlar koyup “hocaefendi” diyorlar ya zaten…

neyse…
anlayan anlamıştır.

insan tanrıydı…yine tanrı insan olacak;

MU…

batı uygarlığına göre “kayıp kıta atlantis” olarak tanınan, yapılan araştırmalar ve belgeler işığında bazı kesimlerce türklerin ilk vatanı olarak tanımlanan bugünkü pasifik okyanusunun tam ortasında asya ve amerika kıtalarının arasında olduğuna inanılan kayıp kıta.
mu kıtasının ve mu uygarlığının mö 70.000 yılına dayandığı söylense de elle tutulur tek belge olan naacal tabletleri günümüzden 15.000 yıl öncesi hakkında bilgiler vermektedir.

ayrıca ulu önder atatürk, türklerin soyu ile ilgili bizzat kendisinin takip ettiği birtakım çalışmalar yapmış, türklerin soyunun dünyaya mu kıtasından yayıldığı ve kızılderililer ile türklerin akraba olduğu kanılarında o’nun himayesinde önemli makaleler yayımlanmıştır.

atatürk ayrıca bu konu üzerine araştırmalar yapması için tahsin mayatepek‘i meksika’ya büyükelçi olarak göndermiş, mayatepek atatürk’e türklerin soyu ve mu kıtası ile ilgili çok gizli 15 belge/rapor göndermiştir.

KAZAKLAR…

bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar tarafından “türk düşmanı, türki olduğu halde türklere yamuk yapan halk” olarak adlandırdığı topluluk. hatta topluluklar.

evet topluluklar.
niçin?
zira iki kazak topluluğu vardır.
birincisi bizim bildiğimiz kazaklar, yani kazakistan kazakları, diğeri ise rusların tarih boyunca tetikçisi olmuş barbar topluluk olan kazaklar, veya namı diğer zaporojye kazakları veya don kazakları…

ablay han‘ın soyundan gelen bugünkü kazakistan kazakları müslüman olup turani bir millettir. türkiye türkleri ile tarihi, dinsel ve kültürel gönül birliktelikleri mevcut olup ilanihaye dostlarımızdır.

gelelim kavram kargaşası yaratan diğer kazaklara,
evet, don-volga yahut zaporojye kazakları öncelikle turani değil slav bir millettir. yani bizim bildiğimiz çekik gözlü kazaklarla herhangi bir akrabalıkları yoktur ve üstelik bunlar hristiyan görünümlü putperestlerdir.

işin gerçek boyutuna geçecek olursak, kazak topluluklarını sanırım dünyada bir tek karıştıran biziz.
zira ruslar bizim turki kazakları “kazaqh” olarak tanımlarken diğer grubu “kazak” olarak tanımlarlar. ingilizce’de “cossack“, fransızca’da “cosaque” adı verilir. bizde ise parmakla gösterilecek bir güruh bu topluluğu “kozaklar” olarak bilir ve tanımlar…
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kozaklar

ünlü rus yazar lev tolstoy‘un aynı isimli başyapıtında bahsi geçen de yine bu barbar hristiyan topluluk olan kozaklar’dır.
yine bir başka eser olan gogol’un taras bulbası da yine türki kazak değil, slav kazaklarındandır…

üstteki eklentilerde sürekli kötülenen ve bize yamuk yaptığı dile getirilen kazaklar(kozaklar) osmanlı’nın kuzey politikası önündeki en sert rakip olmuşlar ve önce moskova ve kiev knezleri’nin sonra da rus çarlığı’nın osmanlı’ya karşı ileri karakolu vazifesi görmüşlerdir.

17. yy da artan kazak yağmaları ve saldırılarına karşı kırım hanı’nın osmanlı’dan yardım istemesine istinaden 4. mehmed zaporojye kazakları’nın üzerine bir ordu göndermiş, bu ordu kazaklar tarafından bariz şekilde yenilgiye uğratılmıştır.
10.000 askerimizin şehit düştüğü bu sefer neticesinde 4. mehmed zaporojye kazakları’na bir mektup yollayarak onları biat etmeye davet ettiyse de, osmanlı padişahı’nın bu mektubuna kazaklar alaycı bir üslüpla karşılık vermiş ve osmanlı’ya boyun eğmeyi kesinlikle reddetmişlerdir.
üstelik salt reddetmekle de kalmamış, osmanlı’nın karadeniz kıyılarını ve hatta payitaht istanbul’u sürekli yağmalamışlar, istanbul’a iaşe sağlayan kırım’daki özi ve akkerman kalelerine sürekli baskınlar düzenlemişlerdir.
kozaklar’ın bu yağma ve talan harekatları karşısında osmanlı donanması da yetersiz kalmış, “şayka” adı verilen ve genelde nehirlerde kullanılan küçük ve hızlı tekneler ile kozaklar osmanlı yurduna yaptıkları her seferden zengin dönmüşlerdir…

ünlü rus ressam repin’in aşağıdaki yağlı boya eseri de bu olayı betimlemekte olup tarih boyunca rusya’da en fazla paraya satılan eser olarak nam salmıştır;
http://galeri.uludagsozluk.com/r/190829/+

toparlayacak olursak,
her kazak’ı bizim bildiğimiz kazakistan kazakları ile karıştırmak ve bu tip mesnetlerle kandaşımız kazakları karalamaya çalışmak ayıptır, günahtır, kansızlıktır.

saygılarımla…

KAZIM MİRŞAN…

atatürk’ün tarih tezi doğrultusunda araştırmalar yapan, güneş dil olayını ispatlayan lakin arap köpekleri tarafından işlerine gelmediği için medyatik yapılmayan türk büyüğü…

Kazım Mirşan, Doğu Türkistan ın ili Nehri üzerindeki Kulca kentinde, 4 Temmuz 1919’da dünyaya geldi. 1932’de öğrenimine istanbul’da devam etti. Almanya da Berlin Üniversitesi’nde ve istanbul Teknik Üniversitesinde inşaat yüksek mühendisliği okudu.

Almanca, Rusça, ingilizce ve Türk lehçeleri (Tatarca, Özbekçe, Başkurtça, Tarançıca, Kaşkarlıkça (yani Uygurca), Kazakça, Kırgızca, Azerice, Türkiye Türkçesi ile kendi ana lehçesi olan, Tümenlikçe) dışında Yunanca, Latince, italyancayı meslek araştırmalarına yarayacak kadar bilen Mirşan, hayatının büyük bir kısmını Ön Türk tarihi ile ilgili araştırmalara adadı.

Çeşitli Savları

Yazı M.Ö 16.000 yılında Türkler tarafından icat edildi.

Kürtçe’nin Ön-Türkçe’den sözcükler barındırdığı gibi bu sözcükleri Arapça ve Farsça’ya da taşımıştır.

Anadolu’da da Ön-Türkçe yazıtlar bulunmaktadır.

Latin, Yunan, Fenike ve Kril alfabelerinin Ön-Türkçe’den oluşmuştur.

Roma’nın küllerinden kurulduğu medeniyet olan Etrüskler Türk’tür. (Etrüskçe yazıtlar ilk defa 2004 senesinde Kazım Mirşan tarafından çözümlenmiştir.)

Etrüskçe Türkçe’dir

Skandinavya ve Avrupa’da 5000’den fazla Türkçe yazıt bulunmaktadır.

Türklerle Almanlar(cermenler) akrabadır.

Mısır’daki eşteşlerinden 2000 yıl daha eski ve iki kat daha büyük olan ve şu anda yasaklanmış bölgede bulunan piramitler Türkler tarafından yapılmıştır.

öyle bir sansür vardır ki kazım mirşan’ın üzerinde doğu türkistan’ın yetiştirdiği en önemli isimlerden biri olmasına rağmen doğu türkistan dernekleri bile ismini zikretmez…o derece…

tek kabahati türklerin üstün ırk olduğunu savunmak olan bu adama sansür uygulayan, onun ve çalışmalarının geniş kitlelere ulaşmasını engelleyen pan helenistik oryantal yavşaklar yine de emellerine ulaşamamış, kazım mirşan proto romen etrüsklerin yazıtlarını göktürk alfabesi ile çatır çatır çözmüştür.

etrüsk yazıtlarının yanında avrupa’da;

ispanya bask bölgesindeki kaya yazıtlarını, portekiz’deki yazıtları ve fransa alplerindeki yazıtları da göktürk alfabesi ile çözen büyük türkçü…

fransa vichy kenti yakınında yüce konfigürasyon yazıtı;

 
HUMARA YAZITLARI;


ispanya-bask bölgesinde yaptığı incelemelerden;

göktürk runik alfabesi ile çözülen etrüsk yazıtları;

 

portekiz’de rastlanan en az 5000 yıllık “uç tamga”sı.

norveç’te bulunan taş.
akıncılarız…

 
EserleriTürkçe
1966: Türk Metriği
1970: Prototürkçe Yazıtlar
1978: Altı Yarıq Tigin (182)
1983: Prototürkçe’den Bugünkü Kürtçeye
1983: Urgun-Selene Yazıtları için Kabul Olunan Tarih Tespitlerinin Yeniden Gözden Geçirilmesi
1985: Anadolu Prototürkleri
1990: Prototürk Bilginlerine Göre Astrofizik
1991: Bolbollar
1993: Prototürkçe Yazıtlar Hakkında Konferans
1993: Yazı işretleri
1993: Alfabetik Yazı Başlangıcı ve Glozel Yazıtları
1994: Alfabetik Yazı Başlangıcı
1992: Tatarcanın Türk Alfabesi ile Yazılması (12)
1995: Side Bitigtaşları
1995: Öztürkçe “-sal” eki
1996: Preportekiz Bitigtaşları
1996: Barış Yolunda Eğitim
1997: Bugünkü Avrupa Dillerinde Prototürkçe izleri
1996: Fiillerin isim Ve Mastar Halleri ile Sıfat-Fiil ve Zarf-Fiil Alanlarında Bugünkü Avrupa Dillerinde Etrüskçe izleri
1998: Dinlerin Gelişimi, Erken Türk Dininden Doğan Dinler, Side, Pre-portegiz, Glozel, Pre-Mısır, Etrüsk, Protpgrek ve Hinduizm, Tevrat, incil, islam
1998: Etrüskler, Tarihleri, Yazıları ve Dilleri
1999: Türk Takvimi
1999: Erken Türk Devletleri ve Türük Bil
2000: Sölgentaş Mağarası
2000: Bilge Atun Uquq: Türük Bilge Qağan Nine Bitig
2000: Moğulstandaki Kısa Yazıtlar
2000: Hiyeroglifler
2000: Avrupa,Sibir ve Orta Asyadaki En Eski Yazıtlara Dayanılarak Deşifre Edilen Pra-Mısır Hiyeroglifleri
2001: Makaleler
2003: Erken Türklerin Skandinavya Yazıtlarıingilizce
1986: Univerzum bir çerçeve gibi Statik bir sistemidir?
1992: Anadoludan Piktogrammlar, Petroglifler, ISUB-ÖG ve UW-ON yazıtları
1992: Prototürk Bilginlere göre Kozmik invariansların Manipülasyonu
1996: Fiillerin isim ve Mastar Halleri ile Sıfat-Fiil ve Zarf-Fiil alanlarında Bugünkü Avrupa Dillerinde Etrüskçe izleriyrtyrtyrt
2000: Avrupa,Sibir ve Orta Asyadaki En Eski Yazıtlara Dayanılarak Deşifre Edilen Pra-Mısır eryeryrtyrt
2002: Eski Türk Bilginlerine göre Fizik ve Astrofizik Bilimi [The Science of Physics and Astrophysics According Old Tukish Scholars]
2003: Erken Türklerin Skandinavya Yyrtazıtları
2003: Erken Türklerin Anadolu YazıtlarıAlmanca
1968: Hiperstatik Sistemlerin Eşdeğer Yükler ile Hesabı
1973: Proto-Grekçe Yazıtların Deşifre Edilmesi
1993: Alfabetik Yazı Başlangıcı ve Glozel Yazıtları
1993: Prototürkçe Gramer
1996: Pro-Portekiz Yazıtları
1996: Türlü Dillerde Proto-Türkçe izleri
1997: Etrüsk Yazıtları

önünde saygıyla eğiliyoruz.
kazım amca,
tarihine sahip çıkmayan, araplaşmış milyonlarca yavşak olsa da biz öz be öz türk oğluyuz. öncelikle türküz…sadece türk…

MACARLAR…(TÜRK MÜ?)

ÖNRE BİNABAŞI

yazıtlarının çözümlendiği her gün heredot’un yazdığı tarihe iman edenleri ve bilinen tarihi mağlup eden, tarihin akışını değiştiren türk tarihçisi.
yazıyı bulan ok kavminden bahseden Türk tarihçiler Yoluğ Tigin, Bilge Atun Uquq, Önre BinaBaşı ve Alp Erin‘in yazdığı Balballar M.Ö 565-M.S 575 yıllarını kapsayan 1140 senelik bir tarihi önümüze sermektedir.

Tarihin Oklarla ilgili kısımları için Balballardan birkaç örnek vermek gerekirse;

spoiler
“içüüm apam buumin quagan istemi”
Allahımın Neslimin Hanlar-Hanı istemi, ok’ları “imanlı türk” olarak eğitti.
spoiler

spoiler
“bunça budun saçın-qulaq-qın içdi. edgü öz ilik atın oq-ara kişin, kök tiyinin, sansız kelürip, qop, quti…”
Bunca kavimler saçlarını-kulaklarını-yoldu biçtiler. Öz halkımızın başarılı namı için “göğün yere değdiği yerlere kadar ki” ok’lar ortamı kişileri, sayılamayacak miktarda gelerek onun kutu için dua ettiler.
spoiler

spoiler
“TENRi KÜÇ BiRTÜK ÜÇÜN, QANIM QAGAN SÜSi BÖRi TEG ERMiS…”

MEALi: tanrı güç verdiği için babam hakanın ordusu kurt gibi imiş…
spoiler

yukarıda bahsi geçen sözler türk peygamber ok-ogur(oğuz) türklerinin peygamberi bilge kağan, nam-ı diğer zülkarneyn aleyhisselam için gök tengri tarafından vahyolunmuş ayetlerdir.
(bkz: zülkarneyn/@protest sanayici)

anlaşılan odur ki önre binabaşı’nın naklettiği yazıtlardan faydalanan sadece tarihçiler değil kuran-ı kerim’i yazanlardır da…

düşünsenize,
gök tanrı kendi öz evlatları türkler dururken neden elin arabına nebi göndersin?
(bkz: kayı/@protest sanayici)

KAPAKTOKON…

inka dilinde “kapalıdan çıkış” anlamına gelen ve ergenekon destanı ile birebir benzerlikler taşıyan inka kızılderililerine ait mit.

bu inka efsanesine göre, Bir felaket milletin her ferdini öldürür fakat Manko-Kapak’ın atası “atau” kurtulur. Dışarıya çıkışı olmayan bir mağaraya sığınırlar.
Burası “kapaktokon“dur. Daha sonra, tanrı “er-ak-koca(iri koca)” onlara bir nur verir ve bununla kayaları eritip kurtla çakal arası bir yaratığın izinden dışarı çıkar ve cihanı fethederler.

http://galeri.uludagsozluk.com/r/193133/+

http://galeri.uludagsozluk.com/r/193134/+

SÜRYANİ İSYANI VE SÖZDE SÜRYANİ SOYKIRIMI…

1. dünya savaşı sırasında rusya’da yaşanan 1917 devrimi neticesinde osmanlı ile anlaşması ve osmanlı’nın nispeten doğu cephesinde rahatlamasının ardından savaşın seyrinin kendileri için menfi yönde etkileneceğini sezen itilaf devletleri abd’nin van’daki ajanı doktor şet’in gayretleri ile doğu anadolu’da kürt, ermeni ve süryanilerden müteşekkil bir ordu yaratmak ve böylece osmanlı’nın tekrar doğu cephesi ile uğraşmasını sağlamak amacı ile görevlendirildi.
lakin dağınık kabileler halinde yaşayan bu unsurlardan düzenli birlikler yaratmak uzun zaman alacaktı.
bunun üzerine doktor şet bu unsurları çeteler halinde savaşmaya, osmanlı’yı oyalamaya ikna etti.
vaad edilenler sınırsızdı. süryanilere bile bağımsızlık vaad edilmişti.
bunun üzerine süryani patriği Marşimun ve bir dönem osmanlı ordusunda da bulunan petros ağa süryani gönüllülerden bir ordu meydana getirdi.
bu ordunun silah sorunu ise rusların çekilirken doğu cephesinde bıraktığı silahları ingiliz’lerin parası ile satın alınarak sağlandı.
böylece süryaniler için osmanlı topraklarında resmi bir cihad(!) başlamış oldu.
lakin osmanlı birlikleri karşısındaki süryani bozguncuları(sayıları 35.000 kadar) yer yer bozguna uğratarak bu ütopik düşünceye son verdi.
bunun üzerine osmanlı topraklarında güven içinde yaşamayacağını düşünen süryaniler osmanlı topraklarını kitleler halinde terk etmeye başladı.
işte bu süryani ayaklanması esnasında öldürülen petros ağa önderliğindeki süryani çeteciler ve osmanlı topraklarından göç ederken yaşamını yitiren birkaç bin süryaniye istinaden de “sözde bir süryani soykırımı” yaratılmaya çalışıldı.
sözde ermeni soykırımının yanında kardeş kardeş tam teslimiyetçi bir türk hükümeti tarafından tanınmayı bekliyor…
1. dünya savaşı esnasında osmanlı coğrafyasında yaşayan toplam 250.000 süryani’nin büyük çoğunluğu amerika ve avrupa’ya göç etmiş, suriye ve ırak’ın işgale uğraması ile osmanlı coğrafyasında yaklaşık 25-30.000 civarında bir süryani populasyonu kalmıştır.

süryaniler osmanlı’nın hiçbir döneminde katliama uğramadığı gibi, ermeniler’e yapılanın bir benzeri tehcir operasyonuna da maruz kalmamış, kendi iradeleri ile başka ülkelere göç etmişlerdir.
bu yer değişim esnasında ve işgal altındaki osmanlı topraklarından lübnan ve suriye’nin liman kentlerine yapılan zorunlu göç esnasında ise 3000-4000 civarında süryani vatandaşımız tabiat şartları ve çete saldırıları nedeni ile telef olmuştur.

süryani soykırımı gibi saçma birşeyden bahsedenler gitsinler coşkun sabah’a bir sorsunlar soyları kırılmış mı kırılmamış mı?

İşte tanınmayı bekleyen bu sözde süryani soykırımı ise; ermeniler tarafından ortaya atılan ve kendilerine yandaş bulmak adına planlanan saçma bir iddiadır.  daha öteye ileriye gitmesine tarih bilimi müsaade etmez…

İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN’IN ASYA PROJESİ…

üzerinde yıllarca çalışılmış, araştırmalar yapılmış kayıtlara geçirilmiş projedir.

ne yazık ki dejenere edilmiş tarihimizde bu konudan da bahsedilmez.

tıpkı ikinci abdülhamid’in israil’in kurulmasını 50 sene nasıl ertelediği,
türk tarımının baltalanmak istenmesine karşın önlemler aldırdığı,
ingiltere’ye nasıl karşı istihbaratlar yaptırdığı ve istihbarat alanında osmanlı’yı dünyanın bir numaralı memleketi haline getirdiği,
dünyanın dört bir yanına ne amaçla elçiler, heyetler gönderildiğinden bahsedilmediği, yazılmadığı gibi…
http://galeri.uludagsozluk.com/r/193127/+

ikinci abdülhamid in asya projesi, öncelikle emperyalist avrupa’ya karşı güçlü bir kutup yaratma düşününün eseridir.
rus imparatorluğu’nun sıcak denizlere inememesinin sebebidir.

asya projesinde ilk adım orta asya türkleri ve asya müslümanları’nın bilinçlendirilmesi ile atılmış, abdülhamid’e bağlı özel istihbaratçılar orta asya’da önemli 5. kol faaliyetlerinde bulunmuş, ayrıca direk sultan’ın talimatı ile çin ile temas kurulmuş ve çin müslümanları için burada okullar açılmıştır.
(bkz: abdülhamid in çin e gönderdiği nasihat heyeti)
(bkz: pekin hamidiye islam üniversitesi)
http://www.gizemlitarih.c…%C3%B6n%C3%BCnde-1901.jpg +

uludağ sözlük galeri ye eklensin

-bu arada konu ile alakalı değil ama kendilerini üçüncü abdülhamid olarak niteleyen ve oy avcılığı yapanlar filistin için bir taraflarını yırtarken doğu türkistan için kıllarını kıpırdatmamaktadır. demek abdülhamid olabilmek o kadar da kolay değil…-

bu faaliyetler dışında hindistan müslümanları ve hint adalarındaki müslümanlara özel ilgi ve alaka gösterilmiş, bunların bilinçlendirilmesi amacı ile abdülhamid’in bizzat kendi belirlediği asya projesi misyonerleri bu bölgelerde uzun yıllar sürecek çalışmalarda bulunmuşlardır.

abdülhamid han’ın asya projesi’nin en önemli ayaklarından biri de japonya idi…

japon imparatoru meiji bizzat abdülhamid han tarafından müslüman olmaya davet edilmiş, japonya ile önemli bir müttefiklik tesis edilmiştir.
(bkz: ertuğrul fırkateyni)
http://galeri.uludagsozluk.com/r/193129/+

lakin osmanlı ile japonya’nın bu yakınlaşması ingiltere ve rusya’yı fevkalade rahatsız etmiş, ingiliz ve rus ajanları bu dostluğu bozmak için ellerinden gelen çabayı sarfetmiştir.

bu yakınlaşmayı takiben patlak veren rusya-japonya savaşı esnasında sultan japonya’ya yine kayıtlara geçmeyen bir şekilde hatrı sayılır yardımlarda bulunmuştur.

sultan’ın asya projesi osmanlı coğrafyası dışında devam ettiği gibi ülke sınırları içerisinde de uygulanmaktaydı.
hicaz demiryolu ve musul ve kerkük’ün sultan adına tescil edilmesi bu projenin ülke içerisindeki en önemli göstergeleri idi şüphesiz…

kızıl sultan…
bizlere hep kötü, gerici, yobaz olarak lanse edildi…

oysa o, ileri görüşlü, bilgili, çağdaş bir stratejistti…
osmanlı’nın çökmesini salt varlığı ile uzun yıllar engellemişti.

e peki asya projesi?
o hala sultan’ın hayatta iken kurduğu sistem dahilinde devam etmekte.
hiç kimsenin şüphesi olmasın…
http://galeri.uludagsozluk.com/r/193131/+

bugün hindistan’ın iki yanında pakistan ve bangladeş varsa,
endonezya diye bir devlet varsa,
orta asya türk cumhuriyetleri ruslaşmadan 1990’lı yıllara kadar gelip bugün bağımsız birer devlet ise bunlar ikinci abdülhamid’in asya projesi’nin başarısındandır.

ruhun şad olsun kızıl(!) sultan…

YAFES…

hz. nuh’un türklerin de atası olduğu söylenen oğludur.
yafes’in oğulları ise;

kamer(gomer, comer): germen, kimmer, anglo sakson

magok(gok-mauk): türk, moğol, sümer, asur, fin, leh

maday(med-madaj): pers, urdu, afgan, tacik,

yuvan(johan-yunnan): yunanlılar,

togay: latinler,

tyras: traklar, gotlar, güneydoğu avrupa halkları,

mashek: slavlar

gibi milletlerin atalarıdır.

türk milleti’nin atası olarak kabul edilen magok-gok magok’un türklerin orta asya’daki gök tengri inancının sebebi olduğu aşikardır.

TULPAR…

kazakistan devlet armasına tema olan türk mitolojik unsur.

nasıl ki yunanlıların pegasus’u varsa bizim de tulparımız var…

–alıntı–
Türk destanlarında atlar da sahipleri kadar olağanüstü özelliklere sahiptirler. insan dilinden anlayan ve insan gibi konuşabilen atlar, çoğu zaman sahiplerini tehlikelerden korurlarveölümdenkurtarırlar.Uçma yeteneğine sahipolan bu atlar eski Türkdestanlarında Tulpar adıyla bilinirler.

Başkurt inançlarına göre Tulpar adı verilen kanatlı atın kanatlarını hiç kimse göremez.Tulpar kanatlarını,yalnız karanlıkta,büyük engelleri ve mesafeleri aşarken açar. Eğer birisi tarafından Tulpar’ın kanatları görülürse, Tulpar’ın kaybolacağına inanılır

Başkurtların kahramanlık destanı olan Ural Batır’da ata tapınmanın izleri korunmuştur. Bu destanda,Tulpar adı verilen kanatlıatlardan olan Akbuzat ve Sarat, gökyüzünde yaşayan tanrısal atlardır. Akbuzat, Göklerin hâkimi Samrav’ın karısı Koyaş’tan (Güneşten) doğmuş olan kızları Humay’ın kutsal atıdır. Sarat ise, Samrav’ın Ay’dan doğmuş olan kızı Ayhılu’nun atıdır. Ural Batır ve Akbuzat rivayetlerinde dev at Akbuzat, kahramanların koruyucusu ve yeryüzündeki atların neslini devamettiren aygır rolünde ortayaçıkar(Sagitov1986:125).

Başkurt rivayetlerine göre, Büyükayı’nın endıştaki ikiyıldızı semavi atlar olup, adları Buzat (Boz at) ve Sarat (Sarı at) olarak bilinir (Sagitov 1986: 125). Karaçay Malkar folklorunda da Küçükayı’nın iki yıldızı Sarı aygır ve Toru (Doru) aygır adlarıylatanınır (Tavkul2000:100).

Eski Türk destanlarınınTulpar adını taşıyan uçan atmotifine KuzeyBatıTürk lehçelerinin hemen hepsinde ve Uygurca’da rastlamak mümkündür.Tulpar adlı uçan at idil Ural’da Başkurtlar ve KazanTatarlarıarasında,OrtaAsya’da Kazaklar,Kırgızlar, Altaylar, Karakalpaklar arasında olduğu kadar, Kafkaslarda Karaçay Malkarlılar ve Kumuklar arasındada yaşayan en canlı destanunsurudur.

Çeşitli dillerde konuşan Kafkasya halklarının dillerinde ve folklorlarında da Tulpar adının karşımıza çıkması, onların Kumuk ve Karaçay Malkar Türkleriyle girdikleri kültür eletkileşimin bir sonucudur.

KumukTürkçesinde ;
Tulpar dünyanı birevü buççagında busa da,öz yılkısın tabar
(Tulpar dünyanın bir köşesinde olsa da,kendi sürüsünü bulur)

atasözünde tezahür eden Tulpar adı, onların komşuları olan çeşitli Dağıstan halklarının dillerinde de kendisine bir yer bulmuştur. Avar, Lak, Andi, Dargı ve Tabasaran dillerindeTulpar kelimesi yaşamaktadır(Abdullayev1982:2829).

Prof. Dr. Ufuk Tavul Ankara Üniversitesi
–alıntı–

kendi tarihimize biraz sahip çıksaydık, kurduğumuz şirketlere;  “pegasus airlines” yerine, TULPAR HAVAYOLLARI diyebilirdik…ah şu içimizdeki batı özentiliği…

KIZILDERİLİ SOYKIRIMI…

medeni avrupa’nın(!) 16. yüzyıldan 20. yüzyıl ortalarına değin sürekli ve sistematik bir şekilde yaptıkları ve tbmm’nde ivedilikle kabul ve tanınması gereken soykırımdır.
ilk olarak “conquistador” olarak anılan ispanyollar, akabinde ingiliz ve fransız koloniciler, portekizliler ve nihayetinde bağımsızlığını ilanını takiben özellikle abd bu soykırım dolayısı ile yüce meclisimizce yargılanmalıdır.

500.000 ermeni’nin ölmesinden bahisle bizi soykırım ile suçlayanlar yaklaşık 100 milyon kızılderili’nin(kuzey amerika yerlileri, aztekler, mayalar, inkalar ve diğer güney amerika yerlilerinin katledilen toplamı)hesabını vermelidir.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/193121/+

kızılderili soykırımı;

a) kolomb öncesi amerika kıtası:
kolomb öncesi amerika kıtası bilindiği üzre belli başlı birkaç uygarlık ve bunun dışında feodal kabileler halinde yaşamakta olan yerlilerden müteşekkildi.
kuzey amerika yerlileri western filmlerinden aşina olduğumuz apache, comanche, Cherokee, Cheyenne, Sioux gibi kabileler olup belli başlı krallık ya da uygarlık kuramamışlardır.
http://galeri.uludagsozluk.com/r/193122/+

orta ve güney amerika yerlileri ise kuzey amerika’ya nispeten daha farklıdır.
buralarda da kabileler, klanlar halinde yaşam olduğu gibi, olmekler, toltekler, zapotekler, mayalar, aztekler, inkalar gibi uygarlıklar, imparatorluklar bulunmaktaydı…

kızılderili boy ve kabilelerinin listesi için;
http://tr.wikipedia.org/w…z%C4%B1lderili_kabileleri

kolomb öncesi amerika kıtası ve civar adalarda yaşayan kızılderili nüfusu 140 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir.

b)kolomb ve indians:
kolomb malumunuz olduğu üzre bir maceraperest idi ve asıl amacı doğu’nun zenginliklerine(hindistan ve çin) ulaşabilmek için yeni deniz yolları bulmaktı.
kolomb ilk olarak san salvador adasına ayak bastı, ispanya’ya döndü ve üç sefer daha düzenledi.
kolomb ancak, düzenlediği üçüncü seferde kıta amerika’ya adım atabildi ve kızılderililerle ilk teması bu şekilde oldu.

kolomb’un kızılderililerle teması için kolomb’un tuttuğu günlüğe bir göz atalım;

spoiler

“Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Keskin demir silâhları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler. Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar, ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silâhları yok. Kızılderililer son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar.”

spoiler

ve kolomb bu barışçıl insanları hint yerlileri yani indians olarak adlandırdı…

c)amerigo vespucci ve yeni dünya:
kolomb’un keşfettiği yeni toprakların aslında yeni bir kıta olduğunun anlaşılması pek uzun zaman almadı.
amerigo vespuci’nin güney amerika’nın doğu sahillerine yaptığı toplam 4 keşif gezisi tüm eski dünya’nın yeni dünyadan haberdar olmasını ve yeni dünya ile ilgili efsaneler ile maceraperest kolonicilerin ilgisini bu yeni dünyaya çekmesini sağladı.
vespucci sonrası başlayan kolonizasyon ve conquista hareketi ile kızılderililer sonun başlangıcına çok yakındılar artık…
http://galeri.uludagsozluk.com/r/193123/+

d)ispanyol conquistador’lar:
amerigo vespucci’nin bahsettiği yeni dünya ve zenginlikleri ile ağzı sulanan avrupalı(özellikle ispanyol ve portekizli) maceraperestler topladıkları özel ordular ile yeni dünya’nın zenginliklerini eski dünyaya getirmek amacıyla yelken açtılar amerika’ya…
iki kuzen francisco pizzaro ve hernan cortes ispanya’nın küba valisinden aldıkları özel araştırma ve keşif(!) izni ile beraberinde ateşli silahlar, toplar, tüfekler ile birlikte biri kuzey, diğeri de güney’e(meksika ve peru) barışçıl seyahatlere(!) giriştiler.
hernan cortes aztek halkı tarafından aztek inanışına göre denizden gelen bereket getirecek tanrıları “quetzalcoatl” olduğuna inanılmış, cortes’e direnç göstermemiş ve ona kanmışlar,ikramlarda bulunmuşlardır.
buna istinaden cortes ise azteklerle düşman diğer yerli kabilelerle de ittifaklar kurarak aztekler’e karşı o güne kadar eşi benzeri görülmemiş kıyıma girişmiş o dönemin en önemli uygarlıklarından olan aztek uygarlığını ve altın kent tenochtitlan‘ı yerle bir etmiştir.
kuzen pizarro ise yine altın sevdasına koca inka uygarlığını ispanyol sömürgesi haline getirmiş yaptığı kıyımlarla kuzeni cortes’ten geri kalmamıştır.
conquistadorlar aztek ve inka uygarlıklarından başka tümüyle güney amerika ve kuzey amerika’nın batısında vahşice katliamlar yapmış ve başlığın konusu olan kızılderili soykırımında önemli roller oynamışlardır.
http://www.williamsburgpr…Poco%20saves%20smith2.jpg +

uludağ sözlük galeri ye eklensin

e)koloniciler:
ispanyolların yaptıkları katliamlar ile dünyada eşi benzeri görülmeyen hazinelere sahip olmasının ardından onları takiben portekizliler, britanya imparatorluğu, fransa, hollanda’da yeni dünya’ya akın etmişler. kurdukları koloniler ile kıta avrupa’nın ihtiyaçlarını yeni dünya’dan karşılamaya başlamışlar bu arada katliamları sürdürmeyi de ihmal etmemişlerdir.

tüm bu süreç boyunca 15. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar toplamda 100milyon amerika yerlisi medeni avrupa’lılarca(!) katledilmiş, avrupa’nın ihtiyaçları doğrultusunda kızılderililer, yeni efendilerine bir nev’i hizmet ettirilmiştir.

günümüzde hala bu katliamın mimarlarının heykelleri, portreleri modern batı dünyasının en nadide köşelerini süslemekte, onların kahramanlıkları(!) ile gurur duyularak bu ülke parlamentolarında sözde ermeni soykırımları tanınmaktadır.

şimdi herkesin kendine sorması gereken bir soru var.
soykırıma maruz kalan bir millet sesini bu denli çıkarabilir, şımarık olabilir mi?
yoksa kızılderililer gibi köşelerine çekilip yeni soykırımlara uğramamak için ölü bir yaşam mı sürer?
bu sorunu tartışaduralım. belki yüce meclisimiz bir gün milletin meclisi olduğunu hatırlar da “kızılderili soykırım yasa tasarısı’na” imza atar.

çıkmadık candan umut kesilmez. bekleyelim belki bir yüz sene sonra. belki…

RUNİK YAZI…

Türk dilinin ve yazın tarihinin önemi bakımından fevkalade önem taşıyan ve bazı kavramlarda tarihin akışını yeniden şekillendirecek buluntulara örnekleme olan yazı çeşidi…

Anlam olarak runik kelimesi “sır-giz-esrar” manasına gelmekte olup, okuryazar insanların çok az olduğu dönemlerde eski iskandinav alfabesini ifade etmektedir.
iskandinav sahası üzerine yapılan araştırmaların Türkoloji çalışmalarından önce başlaması sebebiyle ilmî terminolojide bu şekilde yerini almış olsa da, 1800’lü yıllarda Göktürk işaretli yazılarla karşılaşan bilim adamları, benzerlikleri sebebiyle bu yazı sistemini de runik yazı olarak adlandırmıştır. iskandinav yazı sistemiyle olan benzerliği sebebiyle bazı ilim adamlarınca Göktürk yazısının kaynağı olarak iskandinav yazısı olduğu düşünülmüş, lakin yıllar süren çalışmalar neticesinde bu yazının asıl kaynağının ön türkler olduğu bilimsel verilerle saptanmıştır.

cermen runik;

indus vadisi runik;

orhun runik-viking runik karşılaştırması;

runik Björketorp taşı;

anadolu, ön türk runik;

orhun yazıtları runik;

BİR-OY BİL FEDERASYONU…

tarihte bilinen en eski türk devletidir.

ortaasya anav kültürü ve andronovo kazıları ile fiili varlığı tespit edilen ve sansürlenmiş tarihçimiz kazım mirşan tarafından varlığı ispat edilen ve hatta haritası dahi çizilen birliktir.

–ALINTI–
ORTA ASYA’da M.Ö. 9000’lerde ortaya çıkan BiR OY BiL konfederasyonu derin bir felsefeye sahip, büyük bir medeniyettir. insanın TANRI BELDESi’nden (göklerden, manevî âlemden) OZ’laşıp (öz, mükemmel) şekil değiştirerek, OT (od, ateş, ışık , enerji) halinde yeryüzüne “döne döne indiğine inanırlardı. OT-OZ denilen bu insan TANRI’dan geldiği için “kutsal”dı. Herkes eşitti, ayırım yoktu. Bu yüzden kendilerini yönetecek olan BUĞ’u SEÇiM’le (kurultay) belirlerlerdi. TÖRELER ile yönetilen bu insanlar kısa zamanda AŞiRET-KLAN düzeyinden MiLLET seviyesine ulaşmışlar, DEVLET kurmuşlardır. TÖRE’yi ÜYÜŞ-YIŞ seviyesine yükseltmişler, ANAYASA haline getirmişlerdir. Çok sağlam bir HUKUK anlayışları vardı. Bu insanlar IB-IS BOLIK’larda yaşamışlar, yeryüzü-gökyüzü ilişkilerini incelemişler, ASTRO-FiZiK bilimine ilk adımları atmışlardır. Soyutlama yetenekleri ve yaratıcılıkları ile konuştukları dili TAMGA denen SEMBOL-ŞEKiLLER’e dökmüşler, “taşa urmuşlar”, yani DUVARLAR’a, KAYALAR’a, TAŞLAR’a kazımışlardır.
–ALINTI–

bir oy bil federasyonu’nun devamı ise “at oy bil” ve daha sonrası ise “türük bil” federasyonlarıdır. bu ilk türk devletlerinden sonra ise sakalar(iskitler), sümerler ve diğer anadolu ortaasya turani uygarlıkları ortaya çıkmıştır…

HAKKARİ YÜKSEKOVA GEVARUK YAYLASI…

anadolu’da öntürklere ait önemli bulguların olduğu yüksekova ilçesindeki yayladır.

burada bulunan öntürklere ait, kayalardaki “runik yazı” lar anadolu’daki türk varlığının 1071’den çok daha eskilere dayandığının ispatıdır.

(bkz: ön türkler/@protest sanayici)
http://azerikervani.com/a…izi-taslara-kazidik-/9368
http://onturk.wordpress.c…kkari-gevaruk-yaylasidir/
http://onturk.wordpress.c…akkariye-tastaki-turkler/

 
 
 
 

SÜMER DİLİ VE TÜRKÇE ARASINDAKİ BENZERLİKLER…

türklerle sümerlerin aynı kökenden geldiğine dair önemli bir delildir.

her ne kadar bazı ön yargılı apaçiler bunu faşizanca bulsa da sümeroloji denilen bilim türkiye’nin bir dönem en önem verdiği konular arasındaydı. sümer dili ile türkçe arasındaki benzer kelimelerden bazıları;

baba—>baba/ata,

me—>ben/men,

er—>er/asker,

uş—>üç ud—>od/ateş,

çar—>çark,

az—>az,

uzuk—>uzun,

eşik—>eşik,

aur—>ağır,

kız—>kız,

kuş—>kuş,

jarım—>yarım,

çolpan—>çoban,

 koru—>koru,

buz—>boz,

kan—>kan,

ez—>öz,

ul—>oğul.

örnekleri yüzlerce kelimeye çıkarıp çoğaltmak mümkün. bir de işe şu açıdan bakarsak iddainın gerçeğe yatkın olmasını sağlamış oluruz.

sümer dili ne hint avrupa ne de sami dilleri kökenli bir dildir. tıpkı urartu dili gibi.

keza türkçe de hint avrupa ve sami dillerinden değildir. gerek sümer dili gerek türkçe turani dillerdir. sümer dili türk dili ile benzerlikler taşıdığı gibi, ural altay dil grubuna mensup diğer dillerle de (macarca, fince) benzerlikler taşımaktadır.

EK: http://galeri.uludagsozluk.com/r/191650/+

KAYI…

oğuzların bozok kolundan, osmanlı’ların da mensup olduğu boy. kayı kelimesi, muhkem, kuvvet ve kudret sahibi demektir. kayı boyunun damgası, iki ok ve bir yaydan ibaretti. oğuz han oğlu gün han oğlu kayının, bu boyun ceddi olduğu söylenir. yirmi sene hükümdarlık yapan kayının nesli, uzun yıllar bu makamda kalmıştır. bu sebeple kayı boyu, oğuz boyları arasında ilk sırada gösterilmektedir. dede korkut da eserinde, gelecekte hanlığın geri kayı’ya döneceğini bildirerek, osmanlıları haber vermiştir. kayılar, selçuklularla birlikte, fetih esnasında ve daha sonraları anadoluya gelip, değişik bölgelerde yerleştiler. osmanlı devletinin kuruluşunda, esas nüveyi teşkil ettiler. osmanlılar zamanında, rumelinin fetih ve iskânına katıldılar. hiç şüphesiz ki bu satırlar üç aşağı beş yukarı herkesin bildiği, kitaplarda, ansiklopedilerde pekala bulabileceği ana hatları kayı boyu’nun… peki kayı nedir? sadece bir boy mu? bize verilen, öğretilen bu…bizler genelde kayı’ların bugünkü kuzey ırak üzerinden anadolu’ya girdiklerini, oraya da orta asya’dan maveraünnehir’den geldiği ile sınırlandırlılıyoruz. neden? bir kasıt mı var? kayıların gizlenilen birşeyleri mi var? kayılar ile ilgili en eski ize hz muhammed döneminde rastlıyoruz… hz osman’ın kılıcı… orta asya türk kültürü’nün diğer kültürlerden en bariz farkı demir-cevher işçiliği idi. diğer toplumlar demir’e su verip çelik yapmayı bilmez iken türkler su verilmiş kılıçları sayesinde ve kan terleyen yılki atları ile yenilmez ordular kurmuş, dünyanın dört yanına dağılmıştı. türklerin mahareti sadece kılıç ustalığı mıydı? hayır… türkler demir çelik işçiliğinde her yönüyle çağının çok ilerisinde idi. çadırlarına çelikten kafesler yapar, rüzgardan, fırtınadan korunmasını sağlarlardı…türkler göçebe kavimler oldukları için bilhassa hayvancılıkla uğraşır, hayvanların birbirlerine karışmaması için özel sembol ve işaretler kullanırlardı. türklerin kullandığı bu sembol ve işaretler tamga(bildiğin damga işte) olarak adlandırılırdı. yüzyıllar içerisinde kullanılan bu tamgaların farklılıklar göstermesi türk boylarının farklı farklı şekillerde sembolize edilmesine vesile olmuş, hepimizin bildiği oğuzlar’ın 24 boyu farklı farklı tamgaları kendilerine sembol olarak seçmiş ve kullanmışlardı… kayı boyu’nun tamga’sı-sembolü; ve işte topkapı müzesi kutsal emanetler dairesinde sergilenen hz osman’ın kılıcı’nın resmi; kılıcın üzerindeki “kayı” “ıyı” sembolü gayet açık ve net sanırım… peygamber efendimizin döneminde bu kılıcı yapan kılıç ustası kayı boyu’na mensup bir oğuz türküdür hiç şüphesiz… bu kılıcın diğer kutsal emanetlerden farkı ise mısır’ın fethiyle birlikte değil, çok daha önce osmanoğullarına geçmiş, emanet edilmiş olmasıdır. –alıntı– kılıç Hz. Osman’dan, Osman Bin Talhâ’ya geçip, oradan da Hoca Ahmed Yesevî’ye emanet edilmiştir. Daha sonra bu kılıç, Hoca Ahmed Yesevî silsilesi yoluyla, Şeyh Edebali’ye gelmiş ve ‘sırları ile beraber’ Osman Bey’e teslim edilmiştir. –alıntı– ayrıca, (bkz: kabe nin anahtarı kıyamete kadar türklerdedir) konu başlığında bahsettiğimiz süreyc kabilesi kılıç ustalıkları ile tanınan, uzak diyarlardan geldikleri bilinen arap olmayan insanların oluşturduğu bir boydur… geçelim… şimdi tüm bunları dikkate alıyorum, hz zülkarneyn ile ilgili bilinenler ile harmanlıyorum, (bkz: zülkarneyn/#7779601) hz muhammed’in; “Ben Arabım, Arap benden değil” hadisini hatırlıyorum bir de… kayı’nın hz osman’ın kılıcında saklanan sırrı ne olabilir acaba? neden 24 oğuz boyu içinde kayı? kutlu kayı…kutlanmış, ululanmış… bir peygamber çıkarmış. hz zulkarneyn(ya da bilge kağan) yafes soyundan gelen ibrahim soylu muhammed neden kayı olmasın? (bkz: hz muhammed in türk olduğu iddiası)

İSKİTLER…

her ne kadar yabancı kaynaklarda irani bir halk olarak gösterilse de, tarihte bilinen ilk türk devleti sakalar‘ın atalarıdır.
atı ilk ehlileştiren topluluktur.
mö 10-12 yy lar arasında ortaasya’dan gelip hazar denizi’nin kuzeyinde ve kafkasya’da hüküm sürmüşlerdir.

kaldı ki iskitler’in türk soylu olduğunu fars bilginleri dahi kabul etmekte,fars edebiyatında iskitler’in efsanevi hükümdarı afrasyab‘ın alp er tunga olduğu kabul edilmektedir.

alp er tunga önderliğindeki iskitler hazar denizi’nin kuzeyinden güneyine akınlar yapmış, iran’ı bir dönem yönetmiştir. hatta bugünkü iran’da bulunan “kazvin” şehri iskitler tarafından kurulmuştur.

kaşgarlı mahmud, divan-ı lugat-it turk adlı eserinde kazvin’i şöyle tanımlamaktadır;

alıntı

Afrasyab’ın kızının adı. “Kazvin” şehrini bu kurmuştur.
Aslı “Kaz oynı”dır.
Çünkü Afrasyab’ın kızı orada oturur, orada oynarmış. Türklerden bir takımları, Türk ülkesi sınırını Kazvin’den sayarlar; “Kum” şehri de sınır sayılır.
Bir takımları da Türk sınırının “Merv-eş-şahıcan” dan başladığını söylerler. Çünkü Kaz’ın babası olan “Tonğa Alp er” Afrasyap demektir; “Merv” şehrini yapan zattır. Afrasyap burayı, “Tahmures” tarafından şehrin iç kalesi yapıldıktan üçyüz sene sonra kurmuştur. Bu şehirleri Türkler yaparak adlarını kendileri koymuşlardır.
Bu adlar olduğu gibi şimdiye kadar gelmiştir.
Bu yerlerde Farslılar çoğaldıktan sonra Acem şehirleri gibi olmuş. Bugün Türk ülkesinin sınırı “Abisgûn” (Hazar) denizi ile çevrili olarak Rûm diyarından ve Özçent’ten Çin’e kadar uzanır. Uzunluğu beşbin fersah, eni üçbin fersahtır; hepsi sekizbin fersah eder.

alıntı

bu durumda avrupa’nın yanlı tarihçilerinin iskitler’i irani bir kavim olarak tanımlaması da gayet doğaldır. iran gibi bir coğrafya’ya ve iranlılara yıllarca hükmeden bir topluluk tabii ki nüfus açısından iranlı unsurlardan da oluşuyordu.
nüfusun büyük çoğunluğu “turani” olmasa bile, iskit devleti’nin yönetici kadrosu, ordusu tamamen öntürklerden, yani turani-türki halklardan oluşmaktaydı.

iskitler’in turani bir kavim-devlet olduğunun alp er tunga’dan başka en önemli delili ise savaşçı bir kavim olmaları ve iskit atlılarının o dönemin dünyasına fevkalade nam salmışlıklarıdır.
bilindiği üzre üzengi sistemini atlarda o dönemde kullanabilen yegane millet türklerdi.

keza alp er tunga han’ı afrasyab olarak kabul gören sadece iranlılar değildir.
yunanlılar iskitler’in üzengi sistemini kullanıp atla bütünleşerek, iki eli ile ok atabilmesinin imkansızlığından dolayı, iskit süvarilerini atları ile bir bütün olarak düşünmüşlerdir.
günümüzde “yay burcu” nun simgesi olarak bildiğimiz yarı insan yarı at mitolojik varlık olan centour kavramı, eski yunanlıların iskit türklerini atları ile bir bütün olarak kabul etmesinden kaynaklanmıştır.

yine o dönem iran’ına baktığımızda bölgedeki halklar atları sadece ulaşım amacı ile kullanmakta, süvari dediğimiz savaşçı sınıfları bulunmamaktaydı.
yani o dönem iskit ordusu ile savaşa girişecek olan herhangi bir topluluk savaş meydanına atları ile geliyor, atlarından inerek yaya şekilde savaşmaya çalışıyordu.
süvari/akıncı iskitler ise savaş meydanlarında atları ile hasımlarına büyük felaketler sunabiliyordu…

işte bu bariz fark dahi iskitlerin irani bir kavim değil, turani-türki bir devlet/millet olduğuna en önemli delildir.

iskitler’in türki bir kavim olduğuna dair en önemli delilleri ise hazar denizi’nin kuzeyinde yapılan arkeolojik çalışmalarda elde edilen bulgularla soğuk savaş dönemi sovyet bilim adamları idrak etmiş, lakin bulgularını dünya ile paylaşmaya yeni yeni başlamışlardır.

rus bilimadamlarının bu bağlamda en önemli bulguları ise iskit kalıntılarından yola çıkarak bu kavmin devamının, torunlarının hazar türkleri ve avarlar olduğuna, günümüzde ise antropolojik olarak kafkas halklarından osetler olduğuna dikkat çekmektedir.

işte avrupalı bilim adamlarını yanıltan da budur.

onlar hazar türklerini(özellikle dağ yahudilerini) ve avarları direk es geçip irani bir halk olan osetler ile iskitlerin akrabalıkları üzerinde durmakta, dolayısı ile hanı, hakanı, ordusu ile bir türk kavmi olan iskitleri bilerek ve kasti olarak irani bir kavim olarak göstererek bilime, bilimin ve tarihin tarafsızlığına göz göre göre ihanet etmektedirler…

ÖN TÜRKLER…

anadolu’ya 1071’de değil bundan binlerce yıl evvel girmiş ve çeşitli izler bırakmış topluluk…

yeryüzünün en eski piktogramları (resim-yazı, 30.000 yıllık) ve petroglifleri (yazı elementi taşıyan resimler, 15.000 yıllık) orta asya’da bulunmaktadır.
40.000-25.000 öncesinin insanları, taşlar üzerine piktogramlar ve petroglifler resmetmişlerdir…

Kazakistan’ın acısu, yılanlı, başbatır, karatav alanlarında ogül ukuslar‘ın eseri olan tamgalı taşlar‘ın bulunduğu galeriler vardır. Başka yerlerde de, ulu-kem, ak idil, semerkant’ta ve baykal gölü’nün civarında bunlara rastlanmıştır.

Bu yerleşim bölgelerinde yaşayanlar sadece taş balta falan yapmak suretiyle değil, kayalar üzerine çizdikleri her resimde “yazı başlangıcı” şekiller kullanarak, ogül ukuslar olduklarını kanıtlamışlardır.

Bu resim ve yazılar, orta asya’nın ilk insanlarından olan proto türkler arasındaki böyle yücelmiş kişilerin, bilgilerini taşa dökmelerinin sonucudur.

fransa’da 30.000-20.000 yıl öncesine ait resimler, keza afrika’da resimler bulunmasına rağmen, hiç yazıya rastlanmamıştır. rodezya’da, cebelitarık’ta, isviçre’de bulunan resimler de yazı ögesi taşımaz. hindistan ve hindiçinin’de de bir proto-yazı yoktur.

Çok sonraları ortaya çıkan ve M.Ö. 3.000 yılında yaygınlaşan sümer çivi yazısınin kökeni, ve ön-mısır işaretleri, bu bahsettiğimiz orta asya resim yazılarına dayanmaktadır.

amerika kıtasında resimlerde de, bu avrasya harflerini görmekteyiz. çin’in Büyük Okyanus kıyılarında kurulan medeniyetin “ok halkına” (türk) ait olduğunu, Moğolistan tarihçileri tesbit etmişlerdir. pre-çin-tabgaç dilinin pek çok kelimesi ön türk kökenlidir.

örneklersek (Birincisi çince, ikincisi ön türkçe):

ç’i= güç—–>içi=güç

vu=yok——->uyuv =yok(var olmama)

ching-c’hi= tohum gücü——>için-içi(bir şeydeki ana güç)

yin-iyim=(iyim on)——>yan-oyıl= (oy-onıl)

Proto-dünya insanının hiç biri, orta asya ögül okusları kadar akınış çarkı‘nın farkına varmamıştır. Bu halkın resimlerinde ezoterik bilgi yanında, her şeyi gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirmeyi de görmekteyiz. Güneş, ay, dağlar, yıldızlar, hayvanlar, ağaçlar, hatta boşluk dahi kişi oğul’nun hayatını ifade araçlarıdır.

Eğer bir ögül okus duvar resminde güneş çizilmiş ise, bu onların güneşe taptıkları anlamına gelmez.
Güneş, tanrı kavramının ana unsurlarından olan enerji güç’ün en önemli sembolüdür.

hitit güneşi:

orta asya türk güneşi(kırgız bayrağı):

çin mitolojisi güneş figürü:

kızılderili kültürüne ait güneş figürü:

Bir dağ resmi, manzara olarak çizilmemiştir. dağ, yeryüzünden göklere uzandığı için mukaddes güçlerin sembolüdür.

ad (nam-isim) kavramı at ile, it (itici uyarıcı güç) kavramı it (köpek) ile anlatılmıştır.
Yani, çok basit bir şekilde anlatmak gerekirse; yanyana bir insan, bir at, bir kartal resmi varsa, bu büyük bir ihtimalle “bu adamın adı kartal’dır anlamındadır.

Renklerin kullanılması da öyledir…
Güneş ışığı spektrumda sıra ile kızıl, sarı, yeşil, gök(mavi) ve mor olarak görülür…

Kürtler’in sözümona kendilerine mal etmeye çalıştıkları, kırmızı-sarı-yeşil renkler aslında binlerce yıldır türkler tarafından tercih edilen ana renkler olmuştur. (binlerce yıllık türk bayramı nevruz’u sahiplenip newroz yapmalarına değinmeyeceğim bile onu şuradan okuyun; (#7560374)
Halen de Anadolu Alevileri, Orta Asya Türkleri’nin giyimlerinde kırmızı-sarı-yeşil veya kırmızı-sarı-mor ön plana çıkar.

Renkler belli bir dalga boyu ile alâkalı olduğu için insanlar üzerinde bâriz etkiler yaratırlar. Bu yüzden hepsinin zaman içinde oluşmuş birer anlamı vardır.

kızıl: ateş rengi olması dolayısiyle enerji sembolüdür. celal ifadesidir… türkler bir olay karşısındaki menfi heyecanlarını bu yüzden kızmak – kızarmak kelimeleri ile ifade ederler… kızan, kızdırılan cisimde ateş etkisi olduğunu gene bu renkle olan ilişkisinden anlarız.
Domatesin, elmanın kızarması, kızılcık, hep bize bu meyvalarda enerji kaynağı güneşin etkisini hatırlatır.

sarı: kızıl ile ifade edilen ateşin solgun halini belirttiği için, sarı renk ölüm ve yitmişlik anlamı taşır… Sararan yapraklar, azalan güneş enerjisinin, soğuğun geldiğinin ve ölümün işaretidir.

yeşil: Bu renk, ateş ve enerjinin ne yakıcı derece fazla, ne de dondurucu derecede az olduğu, yani tam olarak hayatın oluşmasına imkân tanıyacak oranda olduğunu gösterir… Onun için yeşermek, canlanmak anlamında kullanılır. yeşil, hayat ve varoma demektir.

mavi: gök rengidir, zaten eski türkler bu adı kullanırdı. Hala da “gök gözlü” dendi mi, mavi göz anlaşılır… gök ise oksijen, yani nefes almamızın amacı demektir. Bu acıdan gök rengi can’a işarettir.

ak: Işığı olduğu gibi geri iade eden renktir. Çünkü enerjiye, mücadeleye ihtiyacı yoktur… Bu yüzden, saflık, arınmışlık, olgunluk halidir. Ayrıca cennet demektir.

kara: Işığı tümüyle absorbe eder. Bütün renkleri yutar… Bu bakımdan, gizlilik, kapalı kalmışlık, cehalet ve kötülüğü ifade eder.

türkler bu renkleri, taşıdıkları sembollere uygun olarak binlerce yıl bayraklarında, kilimlerinde, halılarında, çoraplarında, kıyafetlerinde, yazma ve mendillerinde, çok eskilerden kalma semboller ile birlikte kullanmışlar aynı zamanda yönlere de renk isimleri vererek göç yollarını oluşturmuşlardır.

ön türk motifleri taşıyan meksika yerlilerine ait sembol;

kızılderili kilimi ile türk kilimi arasındaki benzerlik;

anadolu ön türk, orta asya ön türk ve kızılderili kaya resimleri benzerlikleri;

hitit geyiği ile orta asya öntürkleri kaya resimleri;

 

altay geyiği;

roma kartalı;

bizans kartalı;

selçuklu kartalı;

cermen kartalı;

avar türkleri bayrağı;

yunan mitolojik kahramanı centaur;

üzengi sayesinde at üzerinde silah kullandığından dolayı at ile bir bütün halinde düşünülen ve yunan mitolojisinde centaur’a dönüştürülen iskit savaşçısı;

 

ayrıca;

truvalılara ait ata binen okçu figürü:

hititlerin kullandığı sarmat türklerinin isminin çivi yazısıyla işlendiği tarkandemos mühürü;

Avrasya bozkır inanışlarına yakın özelliklerini taşıyan hakkari taşları;

eskişehir’deki yazılıkaya;

erzurum’da bulunan yazıtlarla ortaasya turfan vadisi yazıtları arasındaki benzerlik.

anadolu’da kutsal ana figürü, ortaasya şaman kadınları figürünün birebir aynısıdır.

sakalara ait bir şaman figürü;

van ve hakkari’deki tir-i şin yaylasında bulunan 35.000 kaya resminden sadece biri;

orhun kitabelerindeki tamga(damgaların) aynısı figürlerle işlenmiş hitit figürü;

bakire meryem figürünün hemen iki yanında yer alan türk tamgaları;

bunlar ve bunlar gibi yüzlerce örnekten yola çıkarak rahatlıkla diyebiliriz ki “anadolu’nun dip kültürü türklere aittir.”

Hello world!

Welcome to WordPress.com. After you read this, you should delete and write your own post, with a new title above. Or hit Add New on the left (of the admin dashboard) to start a fresh post.

Here are some suggestions for your first post.

You can find new ideas for what to blog about by reading the Daily Post.

  1. Add PressThis to your browser. It creates a new blog post for you about any interesting  page you read on the web.
  2. Make some changes to this page, and then hit preview on the right. You can always preview any post or edit it before you share it to the world